19. yy'da İstanbul
19.YY’DA İSTANBUL
 
 (Kaynak: İki Savaş Arası (1856-1877 ) İstanbul‘da Gündelik Hayat / Arzu Baykara / Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı / Yüksek Lisans Tezi
 
19.yy Seyyahlarına Göre İstanbul'da İktisadi Ve Sosyal Hayat / Tamer Teoman / T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı / Yüksek Lisans Tezi
 
Charles White Ve İstanbul'da Üçyıl, 1844'te Türklerin Adetleri / Elif Süreyya Genç / T. C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü / Yüksek Lisans Tezi)
 
 
 
İKİ SAVAŞ ARASI (1856-1877 )
 
İSTANBUL‘DA GÜNDELİK HAYAT
 
 
(II. BÖLÜM)
İNSAN UNSURU
1) Günlük Alışkanlıklar
 
İnsan hayatının durumu başlıklı konumuzda Türk insanının karakteri ve davranışları tutumlarından bahsetmeye çalıştık .Kadın ve erkeğin gündelik hayatın akışı içinde bulunan durumunun ev içinde nasıl ve sokakta nasıl bulunduğunu , insanların her iki cinsin de diğer insanlarla münasebetlerinden açıklamalar yapmaya gayret ettik.
Ciddiyet, eğlencelere karşı bigane davranmak Türklerin törelerinin bir parçası gibidir.Türkler erkeklerde olsun kadınlarda olsun aşırı hareket etmemeyi telaşa kapılmamayı mümkün olursa sofralarındaki yerlerinden kıpırdamamayı büyüklük sayarlar.
Türkler dünyanın en geniş kalpli en sakin insanlarıdır. Hiçbir şey onları sarsmaz telaşlandırmaz. Hiçbir zaman lüzumsuz tecessüs göstermezler ama, asla bezgin değillerdir. Fevkalade bir şey yabancı bir elbise acayip bir madde garip bir hayvan gördükleri zaman bir an durup soğukkanlınla bakar; gülümser sonra vakit kaybetmeden yollarına devam ederler. Bir yerde toplanmak birbiri ardından koşmak sevinç ve neşe içinde bağırıp çağırmak hiçbir Müslüman şehrinde görülmez. Hatta en aşağı tabakadan insanlarda dahi böyle şeylerin olduğu görülmez.
 
Erkeklerin hareketsizliğine bakıp ta fizik ve moral bakımdan bir uyuşukluk içinde olduğunu sanmak yanlıştır. Aksine sanıldığından çok daha fazlaca maddi ve manevi açıdan çalışmaya hazırdırlar. Üzerlerine bir görev aldı mı Türkler en kısa zamanda bütün kabiliyetlerini gösterirler. Eyaletlere bir işe tayin edildiler mi beş yüz fersahlık yolu hiçbir yorgunluk duymadan kısa zamanda alır ve yine görevlerini yerine getirirler. Türkler yabancı gazeteleri okumak imkanından mahrumdur. Öyle ki şehirde sarayda veyahut İmparatorluğun başka eyaletlerinde olup bitenlerden haberdar değildir. [136]
Yüzyılın ilk yarısında İstanbullu bir beyefendinin oldukça varlıklı iyi bir aile çocuğu olması ve Arapça Farsça bilmesi ,şiir yazması, tavırlarında nazik ve hitabetinde kuvvetli ve zarif olması beklenirken Yüzyılın ikinci yarısında ideal kentli ise modern meslek okullarından birinin diplomasına sahip olan Fransızca bilen ,Bürokratik hiyerarşide serbest bir konumda olan çekingenliğin ve romantizmin bir birleşimi olan tavırlarını nezaketle sergileyen biriydi. [137] Osmanlı İmparatorluğunda iki bayram hariç tüm günler çalışmaya hasredilmiş olduğundan herkes tam zamanında işinin başında olmak zorundadır. [138] Türk ailelerinde erkek çocuklar evleninceye kadar kadınlar dairesinde kalıyorlar ne kadar küçük yaşata olurlarsa da evlendikten sonra kapılar evlenince yüzlerine kapanır. Buluğa giren erkek çocuk küçük hanımın odasına onun izni olmadan giremez fakat haremdeki diğer bütün odalara serbestçe girip çıkmasına izin verilir. [139]
Türkiye'de babalar oğulları için ne ev yaptırır ne ağaç diker ne de bir şey satın alırlar;kendi babaları da onlar için hiçbir şey yapmamıştır. Buna neden hem sermayenin hem de faizinin kaybına yol açacağına dair olan inançtır. [140] Komşular birbirlerine sabah kahvesine gelirlerken, hasta olanların da ziyaret edilmesi adeti de Türkler arasında yaygın olan durumlardandır.Sabah kahvesine gidecek olan kişi evde olup olmadığını bildirir ve kahveler içilip sohbet edilirdi. Hasta ziyareti edilen ev fakir ise yastığı altına gizlice para konur , Hıristiyan olsun Müslüman olsun hekim getirirler ilaç parası da verilirdi.Türkler hastanın evine ayva portakal gevrek dahi götürürlerdi.[141] Kadınlar evlenmeden önce dikiş dikmesini ,iş işlemesini, şekerler şerbetler hazırlamasını tatlılar pişirmesini öğrenmişlerdir. Bir Türk erkeği karısına hizmet edecek
birkaç esire sahip değilse fakirdir. Doğulular kibardır ve Doğulular misafirperverdir. [142] Hemen hemen bütün Türk kadınları Çedik denilen erkeklerinkine benzer kundura giyerler.Kadınlar camiye gitmezler evde ibadet ederlerken kadınlar da erkekler gibi aynı şeklide ibadet ederler. Şayet bir kadın camiye giderse erkeklerin en gerisinde arkada bir yerde oturur. Evin erkeği veya hizmetkarları alışverişe gider. Aldıklarını yağlığa doldurarak eve getirir. Türkiye'de kadınlar bizzat çamaşır yıkamazlar. Kocalarınınkini de yıkamazlar.Köleler çamaşır yıkarlar her işi yaparlar. Kölesi veya hizmetkarı olmayanlar kendi işlerini yapmak zorundadırlar. Türk kadınları yemek de pişirmezler.Türk kadınlarının Örgü, nakış, dikiş veya dokuma gibi yaptıkları işlerden sağladıkları para kadının kendisine aittir. Türk kadınlarının çoğu hatta en alt seviyedekiler dahi kasnak işlemesi yaparlar ve görülmeye değer işler meydana getirirler. Bunu kazanç elde etmek için yapmazlar.Türk kadınlarının ticaretle uğraştığı görülmez. Bütün dükkanlar erkekler tarafından işletilir.Bir Türk kadınının kocalarının iş yerlerine adım attığı bilinmez. [143]
Türkler ellerini göğüslerini üzere koyarak biraz öne eğilirler ve selamın aleyküm derler ; selamlarını alan aynı hareketi yaparak Aleykümselam Rahmetullah der.Erkekler genellikle başlarını ya yalnız olduklarında yada samimi biri olursa açarlar. Bir Türk bir Hıristiyan ile karşılaştığında ona sol elini uzatmaz çünkü; Türklerin en saygıdeğer yeri soldur. Kılıç dahi sol omza asılır.[144] Türkler hiç kimseye sataşmazlar ve askerler dahil silah taşımazlar yalnız hançer taşırlar .Türkler kavga ve düelloya karışmazlar. Oyuna gelince kim ne kadar oynarsa oynasın bunun sonucu daima hiçtir. Türkler asla dövüşmezler aralarında bir kavga çıkarsa ilk çıkaran uzlaşır veya şikayetçi olan karşısındakini şahitler önünde adaletin huzuruna çağırır. O da gitmeyi reddetmez ve mahkum olurdu.Bazen kadınların evlerine satılık giysiler ve mücevherat getiren kadın kılığında erkek aldıkları görülür. [145] Kendileriyle beraber kız gibi giyinen genç ve yakışıklı delikanlıları da eve getirirler. Kız gibi olan delikanlıların daha şişman görünmesi için eteğin altına yastık koymaya dikkat edilir. Sabah ve akşam vakti Türkiye 'de çapkınlık vaktidir. Ne var ki bütün bunlar ancak büyük şehirlerde olabilir. Büyük kentlerde uysal kocalı ahlaksız kadınlar kocaları camide olduğunda işaret alarak bir başörtü takarlar buluşmalar Türklerin genelde arkadaşlık kurduğu yabancıların özgürce her istediklerini yapabileceği Musevilerin evlerinde gerçekleşir. Ne var ki bu oyunu ne kadar gizlemek ne kadar önlem almak aklınıza gelirse gelsin çoğunlukla kendinizi en güvenli hissettiğiniz yerde bir aksilik çıkar. Hıristiyan aşıklar Müslüman olmak zorundadır. Çoğu zaman aşık bir eşeğe bindirilerek eşeğin kuyruğunu dizgin gibi tutmak zorunda bırakılarak başına bağırsaktan yapılmış bir taç ve boynuna da bağırsaktan bir kravat takılmış vaziyette sokaklarda dolaşma cezasına çarptırılır. Bu zafer turundan sonra böğürlerine ve ayaklarına birkaç sopa vurulur; son olarakta servetiyle orantılı olarak para cezasına çarptırılır. [146] Yardımseverlik ve ahret aşkı İslam dininin en temel noktaları olduğundan büyük yollar genellikle bakımlıdır. Ab dest alınması için su gerekli olduğundan buralarda sık sık su kaynaklarına rastlanır. Yoksul kişiler suların getirilmesine katkıda bulunurken halleri vakitleri iyi olanlar kaldırımları yaptırır. İnsanlar büyük yollar ve köprüler yaptırabilmek için komşularıyla işbirliği yaparlar; varlıkları oranında kamu mallarına katkıda bulunurlar.İşçiler bedenen çalışırlar ve bu tür yapılar ücret ödenmeden duvarcılar vasıfsız işçiler tarafından yaptırılır. Köylerdeki kapılar önünde yolcuların içmesi için su testileri bulunur. Kimi ay Müslümanlar büyük yolların kenarlarına yaptırdıkları gölgeliğe yerleşerek sıcak yaz günlerinde gelen geçen yorgun kişileri dinlendirip serinletmekten başka bir işle uğraşmazlar. Yardımseverlik duygusu o kadar yaygınlaşmıştır ki Türkler arasında pek az görülmekle birlikte dilenciler de fazla paralarını yoksullara verme zorunluluğu duyarlar.Bunlar yardımseverliliği de daha doğrusu kendilerini gösterme eğilimini merakını abartarak gereksinim fazlası paralarını ekmeklerini ve yiyeceklerini bunları satın almada hiçbir zorlukla karşılaşmayan ve rahat yaşayan kişilere giderek erdemlerinin ne kadar üst düzeyde olduğunu onlara kanıtlamak isterler. [147] Bir kadın yanında küçük çocukları ve cariyeleri olduğu halde annesine kız kardeşine, kayınvalidesine gidip birkaç hafta kalabilir. Türk kadınlarının her ne bahane ile olursa olsun erkekler tarafından ziyaret edilmeleri gibi bir durum söz konusu olamaz. O da aynı şekilde onları kendi evinde kabul edebilir. Böylece birçok aileler bilhassa kan bağı olanlar hemen hemen bütün yıl boyunca birbirleriyle beraber olarak vakit geçirir. Bu misafirlikler daima en temiz duygularla yapılır ziyaretin yapıldığı eve tam bir dostluk havası hakim olur.Müslüman kadınlar ancak kendi ebeveynlerini ziyarete gidebilir bu fırsatta her zaman yakalanmadığı için bu çeşit ziyaretler on beş gün gibi bir müddette de uzatılarak yapılır. [148]
Haremin asıl sahibi kadındır.Orayı çekip çevirir,idare eder ;ve kadın eve erkek almak hariç her şeyi yapar. Erkekler birbirlerini ziyaret ederler kadınlar hanımı ziyarete gelir ama haremlik ve selamlık ayrı olduğunda iki taraf birbirini giriş ve çıkışını görmez.Harende yabancı misafir bulunduğu zaman evin erkeği oraya giremez. Ve bu durum hiçbir zaman ihlal ve ihmal edilemez bir adettir. Hizmetçilerin mutfakları da ayrıdır. Koca karısıyla nadiren yemek yer hele birden fazla karı varsa karı ve kocaların müşterek oturdukları sedirden başka ortak bir nesne yoktur.Erkek hareme hemen hemen hiçbir zaman koca yani eş veya çocukların mürebbi olarak girmez;sadece sevgili olarak girer. Kocasını görmek istemeyen kadın, başka bir gün gelmesi için kocasına haber yollayabilir.Koca hareme girerken elinden gelirse orada alacağı zevki bozacak bütün düşünceleri kapı eşiğinde bırakıpta girer.Hareme sakin bir kafanın aşığını seven bir kalbin tesellisini istemek için değil de günlük dertlerini unutmak ve hislerini için gider. [149] Türkler kıskançlık konusunda çok titizdirler. Kıskançlığa mahal vermemek için her türlü önlemi alırlar.Bütün dünya malını verseler karılarının yüzünü en iyi dostlarına göstermezler. Türk erkekleri oldukça yakışıklı ve güzel endamlıdır. Sade bir hayat yaşayan Türkler arasında kambura ve topala da rast gelinmez.[150] Türk erkekleri sakalarına büyük özen gösterirler ;güzel sakala sahip olmağa büyük önem verirler. Türkler arasında en büyük dostluk işaretlerinden biri sakaldan öpmedir. Öte yandan bir kimsenin sakalından koparmak yada sakalından kesmek katlanılamaz bir hakaret sayılırken yemin ettiklerinde sakalın üzerine yemin ederler.Din adamlarının sakalları göze hoş görünürler. Orduya girenler güzel bir bıyıkla yetinir ve bunlar güzel burulmuş bıyıklarla övünürler.Türkler ve İranlılarda saçı ,sakalı, kaşı,siyah olmak bir güzellik ve kudret sayılır. Sakal ve bıyıkların uzunluğu Türk erkeklerinin saçlarından olan kaybını telafi eder. Vezirlerin ve devlet büyüklerinin sakalı varsa bu dini bir prensibidir eskiden beri olagelmiştir. Ancak Mekke'ye hacıya gidenler bir mecburiyet olarak sakal bırakmaktadır. Bunun yanında tüm millet sakala da bir vakar ifadesi bulur. Ama büyük şehirlerden halktan sakal bırakanlar bunu kendi istekleri ile yapar .Böylece ubudiyetlerinin Hazreti Muhammedi'n sünnetini yerine getirmiş olduklarını kanıtlarlar. Ancak bu herkes için yoktur. Uşaklar memurlar büyük şahsiyetlerin hizmetçileri ve bazı sınıf subaylar için bu durumu uygulamak yasaktır. [151] Umumiyetle uzun sakal sevilir. Makas sadece uzatmak derlenmek toplamak için kullanılır. Her sabah sakal tuvaleti için birkaç dakika ayrılır. Sakala sarısabır ve gülsuyu sürülür .Herkesin yanında bir sakal tarağı vardır. Gün boyunca sakal bu tarakla sık sık taranır. Sakalı kırlaşmış olanlar kurşun tarak kullanır. Türkler sakala karşı büyük bir hürmet gösterirler. Bir defa sakal bırakmak isteyen bir kişi artık bir daha bunu kesmez. Ayrıca bir kişinin sakalına yolmak veyahut kesmek en büyük hakarettir. Sakal hakkında olan bu düşünceler Müslümanların dini duygularından kaynaklanmaktadır. İmparatorluk içindeki reaya da Türklerin geleneklerine uyarak saçlarını kazıtmaktadır.Rumlar ve diğer Müslüman olmayan reayanın çoğu sakal bırakır.Bunların kimi Ruhbandır kimi ise Kudüs giden hacıların yaptığı gibi dindarlığından diğerleri sarayla olan bağlantılarından dolayı bu şekilde hareket etmek zorunda kalan kişilerdir.Hepsinin sakal hakkındaki kanaatleri Müslümanlar gibidir. Yani sakala yapılan en küçük bir tecavüzü kabahat sayarlar. [152] Sakal bırakmak bir imtiyazdır paşalar ve yüksek kademedeki siviller   de bundan yararlanır. Beyin bıyık bırakma   imtiyazı vardır.[153] İrsal -i Lihye denen sakal koy verme çok önem taşıyan bir insan unsurudur. Sakal bırakanlar olgun ağırbaşlı uslu akıllı bir adam sayıldıkları ve gençlerce az çok onlara hürmet gösterildiği , sözü teklifi dinlendiği bindiğinden olgunluğunu belirtmek için de saçlı sakallı adam diye tanıtmak mümkündür.[154]Karşınızdaki seçkin biriyse eğilmeden yanına kadar ilerlenir ve elle ulaşılabilecek uzaklığa ulaşınca ceketin ön uçlarından birini tutmak için eğilinir. Tutulan uç biraz yukarı kaldırılır karşınızdaki kişinin niteliğine bağlı olarak ya saygıyla öpülür yada öpmeden bırakılır. İltifatınızı yaptıktan sonra yada işle ilgili konuşmanızı yaptıktan sonra gene aynı tarafa yönelinir. Türkler koku olarak sarısabır gri amber gülsuyu, portakal çiçeği suyu gül yağı ,misk vb kokulu maddeleri kullanmaktadır.[155] 19. yüzyılda kadınlar arasında sakız çiğneme çok yaygındır. Sakız Ege adaları bilhassa Sakızda yetişen bitki halinde ve bezelye iriliğinde olan bu reçine çok güzel kokulu ve sert bir maddedir. Rengi çok açık sarıdır. Diş etleri kuvvetlendirdiği diş eti ve mide rahatsızlıklarına çok iyi geldiği hatta kanamaları durdurduğu bilinir. Bu yüzden hekimler yaptıkları ilaçların terkibine katarlar. Bu madde çiğnenirken tükürük ifrazını artırır hemen bütün kadınlar günün her saatinde sakız çiğner sakız çiğneyerek çalışır sakız çiğneyerek sokağa çıkar gezinir ve sakız ağızlarında olduğu halde koşuşurlar .Birçok kadın bundan çok güzel kokan parfümler yapar.[156] Umumiyetle kokular bilhassa sarısabır kokusu Türkler arasında o kadar çok beğenilir ki birçok kimse kahve koymadan önce fincanın dibini bu parfümle kokulandırır. Ayrıca tütüne güzel bir koku vermek için çubukların lülesinin dibine de koyulur. Hali vakti yerinde olanların misafirlerine bundan ikram edilir Bir müminin yemini bir şeyin gerçekliğini temin etmek bir niyeti bir iradeyi herhangi bir projeyi kuvvetlendirmek için yapılan kutsal bir fiildir,ve bu bakımdan yemin kuvvetli bir teminat hüviyetindedir. Bir yeminin muteber olması için yemin edenin reşit ve aklı başında olması ve yemin edenin Allah ve Allahın sıfatlarından birinin adına yapılmış olması lazımdır. Müminler Müslümanlar Allahın adını boş yere anmamalıdır.Bu takdirde bilir ki yaratana hürmetsizlik olacaktır. Bahse tutuşmak Türklerde yasaktır.Türklerde Her gün her hafta yada iki haftada bir en kötü ihtimalle kırk günde bir bütün vücudu yıkamak mecburidir.Bu görevi yerine getirmeyenler temizlik ve vücut sağlığı kaidelerine karşı gelmiş olurlar.Tırnakları kesmek ve kılları almak her Müslüman' ın görevidir. Erkekler bıyıklarının bir kısmını almalı ama; sakala dokunmamalıdır.[157]Müslümanların usulüne göre giyinmiş olmakla kızlarına kız kardeşlerine teyzelerine kısacası bütün yakın akrabalarına bakmalarına mahzur yoktur. Bunlar onlara mahrem olmakta olup nikah düşmeyecek kişilerdir. Mevkice küçük durumda bulunan erkek büyüğünü karşılamak için ayağa kalkmalıdır. Anacak aynı mevkide olanlar veya daha aşağı mevkide olan birini kabul eden yüksek mevki sahibi ayağa kalkamaz. Bu ilim ve fenne verilen önemi gösterir. Böylece ilim adamları ve edebiyat erbabını cahillerin üstüne çıkarmaktadır.İsterlerse beli bükülmüş ihtiyar olsun değişmez.[158] Eski Türklerde olan vakarlılık II.Meşrutiyetle beraber hızlanmış ve Türklerde bir sabırsızlık meydana gelmiştir. Eski Türklerde iyi konuşanlar Mir-i Kelam denir.Ramazanda her cemiyette bir Mir-i kelam olur ve bu kişiler konuşanları mest eder. Bu konuşanlar yalnız güzel söz söylemeyi değil güzel söyledikleri kadar dinledikleri içinde sevilir.[159] Fevkalade nadir şartlar olmadıkça kardeşler yahut yakın arkadaşlar asla kucaklaşmaz. Tanışan kimseler nadiren birbirinin elini tutar ve senede sadece iki defa yani bayram günlerinde kucaklaşır. Bu kucaklaşmalar da arkadaşlık ifadesinden ziyade din kardeşliğinin ifadesidir.Bu da sadece yanağını dostunun yanağına yaklaştırarak yapılır. Yüksek veya yaşlı bir kimse karşısındakine bir cemile yapmak isterse o zaman elini onun çenesine dokundurur ve sonra kendi ağzına götürür. Bu babayani bir kucaklaşmayı gösterir. Sonra gençlerde aynı şeyi yaşlılara onların sakalına dokunmak koşuluyla yaparlar. [160] Ülkede yaşayan her sınıf arasında hiçbir çocuk babasını dedesini veyahut mevki itibariyle büyük bir ebeveynini kucaklayamaz sadece elini veya eteğini öper. Hayatı boyunca evlense de bir baba bir çocuk sahibi olsa da başka türlü hareket edemez. Çocuklar çok küçük yaşlarda olsa bile ebeveynleri tarafında nadiren kucaklanır. Büyükler onları alınlarından öpmekle yetinir.Milli adet ve ananelerin yarattığı bu davranışlar her iki cinsten ebeveyn arasında da daha da ciddiyetle tatbik edilir. Hiçbir Müslüman annesini kayınvalidesini dedesini kucaklayamaz .Sadece ellerinden öpmekle yetinir. Kız kardeşlerini yeğenlerinin kısaca yaş ve mevki itibariyle üstün olan aile efradı da kendisine karşı böyle davranır. Kızlarda annelerine kayınvalidelerine teyze ablalarına aynı şekilde davranırlar; kucaklaşmaları nadirdir. Bir ebeveynine elini uzatma hakkı olan mükaleme olarak alnından öpülür. Aileler arasında bu titiz derecelendirme ve hürmet artık öyle bir nizam şekline bürüne gelmiştir ki bizzat kadınlar bile düğün doğum, çocuklarının evlenmesi ve nihayet iki bayram gününde kocalarının ellerini öperler. Kadınlar kocalarını çağırırken veya ondan bahsederken ağa efendi, çelebi sözlerinden birini kullanmaya mecburdur. Çocuklar da babalarını ve annelerini ağababa ve nene kadın diye çağırırlar büyükler çocuklarını yaşı ve mevki ne olursa olsun adıyla çağırır. İsmail Ayşe...Bir çocuk babasının karşısına çıktığı zaman ellerini göğsüne kavuşturmuş ve gözlerinin   yere   indirmiş   konumda   bulunur.   Hiçbir   zaman   izin verilmedikçe babasının karşısında oturamaz. En seçkin ailelerde de dahil olmak üzere birçok ailede baba sokağa çıkacağı zaman çocuklar yaşları ve mevkileri ne olursa olsun mutlaka biri sağında biri solunda kollarıyla ona destek olarak avlunun kapısına kadar giderek orada ata binmesine yardım eder.Aynı şekilde eve dönüşte de yine onu karşılamaya koşar ve vazifelerini tekrarlarlar. [161] Bütün büyük bayramlarda ve hayatın başka önemli olaylarında çocuklar daima annelerinin babalarının ve amcalarının elini öperek hayır dualarını alırlar. Böyle bir hayır duası almak onlar için en büyük saadettir. Bu çok önemli davranış aksine olacak hareketlerde de kendini gösterir. Çocuklar kötü davrandıkları takdirde anne ve babasının beddualarına almaktan korkarlar. En ahlaksız en dinsiz adam bile kendisini dünyaya getiren insanların bedduasını almak tehlikesi karşısında şiddetle irkilir. Şayan -Hürmet bir "Kadı"nın yahut çok yaşlı bir ihtiyarın dilekleri de Müslüman üzerinde aynı etkinin bırakılmasına sebebiyet vermektedir. Hiçbir aile babası bir çocuğun bir yeğenin veya kendi soyundan gelen bir başkasının karşısında ayağa kalkmaz yine aynı şekilde yüksek mevkide biri rütbece kendisinden daha aşağı mevkide bulunan bir kişi karşısında ayağa kalkamaz. [162] Ayrıca bir büyüğün önemli mevki sahibi birinin huzuruna girerken bir cübbe giyinmiş ve ellerini karşılıklı kollarının içine sokmuş görünmez hale getirmiş olmak gerekir. Her iki cins için oturmanın muayyen bir şekli vardır.En yaygın olanı diz çökmek ve topukların üstüne oturmaktır. Bir büyüğün huzurunda bulunulduğu zaman daima sofanın önünde yer alınır ve asla arkaya dayanılmaz. Ancak çok yakın dostlar veya rütbece çok aşağı kimselerle beraber bulunulduğu zaman bağdaş kurup oturulur veya ayak uzatılır;daha rahat bir oturuş şeklini tatbik etmekte mümkün olabilir. Hiçbir kimse Avrupai bir biçimde oturamaz. Bu oturma tarzı Padişahın oturuşudur. İster devlet büyükleri arasında ister özel şahıslar ister halk arasında konuşulan mevzu ne olursa olsun ifade edilen hisler ne olursa olsun hiçbir zaman yüksek sesli gürültülü patırtılı münakaşalara rastlanmaz. En gürültü toplantılarla bile iki kişinin gürültülü ve aynı anda konuştuğu nadir görülür.Uzun sofaya oturanlar çubuğunu tüttürür; kahvesini içer .En seçkin şahıslar bile ancak sıraları geldiği zaman konuşur. Biri konuşunca diğerleri büyük bir ciddiyetle diğerini dinler. Osmanlılar birini karşılamaya gitmez ;yolcu ederken de onu geçirmezler. Bu akidelere en çok devlet büyükleri uyar. Türkler hizmetlileri çağırmak için çan veya zil kullanmazlar.Hizmetliler ellerini çırpan efendilerince çağrılır. Bu adet erkeklerin selamlığı olsun kadınların hareminde olsun aynı şekilde gerçekleştirilir.[163] Müslümanlar hiçbir zaman başkalarının kendilerini selamlamasını   beklemez. Aksine dostlarına yahut rastladıkları kimselere selam vermekte adeta birbirleriyle yarış ederler. Aynı iş devlet işlerinde değişir.Devlet görevinde ilk selamı daima onlar verir. Müslümanlar arasında çok yaygın olan terbiye ve nezaket kaideleri bunları kusursuz olarak tatbik etmek hemen hemen hepsine bir azamet ve bir nevi gurur verir.
Ağırbaşlı mağrur insanlar sırası gelince inanılmayacak kadar bir canlılık sabırsızlık gösterir. Baba ,koca ,patron ,paşa ,subay , öğretmen sokaktaki adam çoğu zaman adaleti kendisi dağıtır; hoşlandığını karşısındakine vurmakta yahut en ağır kelimeleri sayıp dökerek korkutmakta tereddüt etmez. Bu vesile ile kullandığı küfürler şunlardır: Dinsiz, imansız, kafir, köpek , domuz .Nihayet en şiddetli, küfürleri anaya sövmektir. Bu en yaygın küfürdür ki olur olmaz şeyler için bile kullanılır .Küçücük çocuklar ve kadınlar bile küfre alışıktır. Çok defa lafın gelişi olarak kullanılır küfür manasında kullanılmaz. Muayyen bir mevkideki vatandaşların küfürlerinde bir incelik vardır; Müslüman dinine fazla düşkün olmayan veya ahlaksız birine sövüleceği zaman Kızılbaş derler. Böylece şii olmakla itham ederler. Yahut papaz oğlu diyerek dinsizliğini belirtirler. Bir kimsenin hainliğini göstermek yahut milliyetinden şüphe etmek istediğini belirtmek içinde o kimse memleket düşmanlarına benzetilir. Umumiyetle Moskof denir ;çünkü Türklerin umumi düşmanı Rusya 'dır.[164] Türkleri bir şeyi şeref meselesi yapma gibi huyları yoktur. Mevki bakımından üstün durumda olan bir kimse aşağı mevkide bulunan bir kimseye küfür ederse yapacak bir şey yoktur. Eğer bir kimse kendisi ile eşit mevkide bulunan birine küfrederse o da aynı şekilde küfrü iade eder, mesele çözülmüş olur. Eğer arkadaşları birbirlerinin arasını bulmak isterlerse edilen küfürler unutulur gider hatta; bu defa iki taraf eskisinden daha yakın arkadaş haline gelir. Şüphesiz bu arada her ne bahasına olursa olsun barışmaya yanaşmayan mağrur ve kinci insanlar da vardır. Anlaşmazlıkların kavga dövüşle haline ancak çok aşağı tabaka arasında ve meyhanelerde rastlanır.[165] Bahriyelilerden ve askerlerden başka kılıç birçok yahut tabancayla dövüşenlere rastlanmaz.Bunların dövüşü de hemen hemen aynı zamanda münakaşanın başladığı yerde olur biter .Polisin tüm titizliğine rağmen askeri cezaların ağırlığına bilhassa sınır boylarında ve limanlarda bu tipten kanlı kavgalara rastlanır. Bütün vatandaşlar arasında büyüklerin ve hatta halkın hakaretine uğrayanlar gayri Müslimlerdir.Bu grup genellikle şikayette bulunmaya da cesaret edemez. Genellikle hor görülmeleri Türklerin milli gururu ve din sebebiyledir. Hıristiyan ve Yahudi vatandaşlar Müslümanlar yanında daima bir ekalliyet olduklarını hissederler. Bunlar her yerde her türlü şartlar altında mevki ve rütbeleri ne olursa olsun Türklere yol vermek zorundadırlar. Eğer buna dikkat etmezlerse ağır hakarete uğrar hatta dayak yerler. Hele cevap vermeleri gibi bir durum olursa o anda yetişenlerin yardımıyla öldürülüvermesi içten bile değildir. Kısaca gayrimüslim tarafından Müslüman yapılacak olan hakaret Müslümanlığa yapılmış bir hakaret gibi algılanmaktadır ve bunu yapan da o amaçla tehdide maruz kalmaktadır.[166] Umumiyetle İslam ahlakının ihtiva ettiği hükümlerin sağlam ve mantıklı olması bir yakınına kötü muamele edenin cezalandırılmasına dair olan kanun hükümlerine rağmen bir Müslüman ın polise şikayette bulunduğu nadiren görülür. Evet bunu yapmaz ve karşısındakinin cezasını bizzat kendi verir veya onun kuvveti karşısında susup oturur. Bir gayri Müslimlin bir Müslüman'ı şikayet etmesi çoğu zaman nadir görülen bir olaydır. Çünkü böyle bir durumda haklı gayrı Müslim'i haklı bulsa bile çevreden göreceği ağır tehdit onun davasında kısa sürede vazgeçmesine sebep olacaktır. Ancak davacı bir kadın olursa işler değişir. Kadına kötü davranan kimse mevki ve dini ne olursa olsun cezasız kalamaz. Çünkü din akideleri bütün kadınlara hürmet edilmesini emreder. Bu bakımdan polis olsun hakimler olsun bir kadına kötü muamele edenlere karşı sert davranır.[167] Müslümanların önce selam vermesini men eden kaideye pek katı müminlerden başkasının riayet etmediği görülür. Yine titizlikle muhafaza edilen bir diğer hususta ölen bir gayri Müslim için (merhum) mağfur sözlerini kullanmaktır. Bu sözler Müslümanlara mahsustur. Müslümanlar normal dualarında Hıristiyanların Müslüman olması için hiçbir zaman Allaha yalvardıkları olmaz. Esir köleler hatta kürek mahkumları dünyanın hiçbir yerinde Müslüman ülkede olduğu kadar iyi bakılmaz iyi görmez. [168] Kadınlar kocalarının elini öptükten sonra göğsüne ve alnına götürerek orda öyle bir süre kalırlar. Bu hareket sanki yeni bir şefkat ve saygı sürüsünün bir ifadesi olarak belirmektedir. Kadınlar bazen de kocalarının sakalını okşuyorlar. Bu da şarklılar için büyük bir saygı ve sevgi ifadesidir. [169] Kadınlar ancak yakın akraba karşısında yüzlerini açarlar. Bunun sebebi de nasıl olsa evlilik düşmeyecek kadar aralarında yakın kan bağının bulunmasıdır. Şeriata göre bu derece yakın olan akrabalara mahrem denir. Bu derece yakın olmayan akrabalar ise aile dışından olan herkes namahremdir. Bu kelime haremle temas etmesi yasak anlamına gelir.Hiçbir kadın namahrem karşısında hatta yeğenleri enişteleri karşısında yüzünü kapanmadan çıkamaz. Bu kaide hekimler için de geçerlidir. [170] Sultanlarda dahil olmak üzere her kadın kendi çocuğunu kendi emzirir. Sütanne durumunun baş göstermesi halinde bile anne evden hiçbir yere çıkmaz ;çocuğunu yedirtir ve içirtir ,bakar, büyütür.[171] Müslüman olsun yabancı olsun çocuğu kendi sütü ile emziren sütanne isterse emzirdiği çocuktan hiç ayrılmaz onu büyütüp yetiştirmeye devam eder. Bu yüzden bütün ailenin sevgi ve minnetini kazanır. Elhasıl aile arasına karışarak ikinci bir anne olur. Bazı kibar ve zengin ailelerde emzikli kadınların tombulluklarına helal gelmesin ve geceleri uyku saatlerinde rahatsız olmasın diye süt veren anneye yardımcı olmak üzere bir de süt anne alındığı vakidir. Bu kadınlar gece geç vakitlerde ağlayan çocuğu emzirdiği gibi gündüzleri de onu eğlemekle meşguldürler. Lakin bu asıl annenin öz evladını emzirmekten onun sıhhatine ve bütün ihtiyaçlarına azami itinayı bizzat göstermekten geri kalması durumunda olur.[172] Bebekler sekiz yada on ay kundakta kalır. On iki yada on dört ay olunca sütten kesilir. Her çocuk için beşik yapılır ve bebekler bu beşik içinde uyur ve günün büyük bir kısmını orada geçirir. Beşikler genellikle az veya çok işlemeli olur. Bazıları cevizden yapılır. Varlıklı aileler gümüş ve inci kalkmalı beşikler yaptırır. Osmanlı hanedanından olan çocukların beşikleri altın ve değerli taşlarla süslü olur. İmparatorluk içindeki fahişelerin oranı kırkı bile bulmaz Bunlarda toplumun en aşağı tabakası konumunda bulunan kişiler olup içinde bulundukları sefil ve fakir hayat yüzünden kendileri bu işe vermişlerdir. Bu tip kadınlar genellikle bekar erkek aralar ama bir taraftan da bu tip vakalara karşı son derece titiz ve uyanık olan memurlarının dikkatini çekmemek için büyük ölçüde dikkatli davranmak durumundadırlar. Hükümet Müslümanlara karşı gösterdiği bu titizliği gayri Müslim halka karşı göstermez.Gayri Müslim fahişeleri şehrin en ücra noktalarına yerleştirir; ve bu tip kadınlar polis kontrolü altında tutulmaktadır. Bu kadınlar dışarıya çıktıklarında dahi edepli davranmak zorundadırlar. Onlarla temas kurmak isteyen Müslüman erkek nadirdir. Fakat gidenlerin bulunduğunu Cevdet Paşa bize nakleder. Yazar Beyoğlu'ndaki fahişelere giden askerlerin frengi ve bel soğukluğuna yakalandıklarını yazar.[173] Genelde üstelik bunlar kendi milletlerinden müşterileri kabul ederler. Bu kadınların dostlarıyla buluşmaları son derece gizlidir;sadece gündüzleri mümkün olabilmektedir. Bu tip kadınlar geceleri dahi bekçilerin sıkı kontrolü altında bulunmaktadırlar. [174] Fahişelerin gece sokakta ötede beride yakalandığı zaman çuvala konularak Saray burnundan denize atıldığı vakidir. Ama Beyoğlu sokaklarında kılık kıyafetlerinden kadınlaşmış hal ve tavırlarından ne oldukları neye yaradıkları çabucak belli olan Rum delikanlılarının müşteri beklemesine kimse ses çıkarmaz.Türkiye'de erkeklerin saçlarını tıraş etme zorunluluğu varken bu kişiler saçlarını uzatır ve her gün yıkayarak tararlar.Bunlar saçlarının arasına misk amber ve gülyağı sürer yanaklarına allık , kaşlarına rastık ve kirpiklerine de sürme koyarlar. Bu delikanlılar şiir okumasını ve şarkı söylemesini ve güzel raks etmesini de bilirler.[175] İstanbul'da çocuklar için bakımevi gibi bir kuruluş yoktur. Şereflerini kaybetmiş olan kadınlar bu kötülük yolunda peydahlamış oldukları çocukları yok edebilmek için çeşitli yollar denemek zorunda kalmaktadırlar. Bazı kadınlar çocuk yapmayı önleyen haplar içerler. Bazı kadınlar hamile kaldıklarını anlar anlamaz bu çocukları ortadan kaldırmak adına en sert ilaçları içmekten geri kalmaz. Bütün bu denemelerin başarısız kalması durumunda kadınlar yüz karası olan bu çocuklar ortadan kaldırmak için elinden gelen her şey gerçekleştirirler. [176] Kadınların kullandıkları sürme , ecza olarak kullanılan o kadar uçucu bir tozdur ki içinde bulunduğu şişenin kapağına takılı pirinçten tele kolaylıkla yapışır. Sürmeyi kullanmak için sap görevi gören kapağından tutarak teli şişenin kenarlarına değdirmeden çıkarmak gerekir. Bu telin ucu gözün pınarcığına değdirilir. Göz kapakları kapatılarak tel hafifçe yukarı çekilir. Böylece kirpiklerin içinde meydana gelen siyah çizgiler gözlere daha önce sahip olmadıkları ve Türklerin güzel bulduğu bir görünüm verir. Yaşlı erkekler de bunu yaparlar. [177] Sokakta yürüyen kadınların miktarı fazladır.Türk kadınları güneş battıktan sonra sokakta kalmazlar. Grup vaktinden evvel eve dönmüş olmaları gerekir.Rahat ve korkusuz köprüyü geçmekte olan bu kadınların, mavi,yeşil kırmızı ve mor kıyafetlere bürünmüş şeffaf yüzlerini örten peçeleri arasında gözlerinden başka bir vücut kısmını görmek mümkün olmaz.Zengin ve yüksek dereceli erkekler evlendikleri zaman karılarının evden dışarı çıkmayacaklarına dair şart koştukları biliürk ,İran ,Yunan Çerkez kadınları bu feraceyi giymek zorundadır. Bazıları yaşmaklı veya peçeli bazıları beyaz tüllerle yüzlerini örtmüşlerdir. Bu kadınların bu kıyafetler içinde yürüyüşleri bozulmuştur. Beyoğlu'nda oturan Frenk kadınları ise son Moda Paris yapımı kostümü içinde daha şık ve bakımlı görünmektedirler.[178] Gayrimüslim kadınlar birçok yerde Müslüman kadınlar gibi giyinirlerdi. Yüzlerinin örtüp örtmemeleri yöreden yöreye değişiklik gösterir. İstanbul'da genellikle yüzlerini bir bölümünü açıkta bırakırlar. Yahudi kadınların saçları kızlıklarında güzel olur fakat;evlendikleri andan itibaren titizlikle gizlenir ve saç dipleri gözükebilir diye türbana arkadan tutturulan yere kadar inen ikinci bir örtü takarlar.[179] Araba içinde dahi kimse kendi karsıyla veya annesiyle yabancı biri ile asla konuşmaz. Erkekle kadının sokakta konuşması çok hayret verici olup olumlu karşılanmaz. Hiçbir erkek evlenmeden evvel kadının yüzünü göremez. Gelin ve damat evlenip bir odaya çekildikten sonra birbirlerinin yüzünü görürler.[180] Türk kadınları Cuma günü Üsküdar 'a kabristana diğer günler Prens adalarına Tarabya'ya Büyükdere'ye Kalender'e gidip sekizer onar kişilik gruplar halinde oturarak halayıklarını ile beraberce yemek yerler ; dua etmek için padişahın sultanların kabirlerine ve tekkeye çeyiz sermeye giderler.Türk kadınları mezarlıkların üzerine serdikleri halıların üzerinde vakitlerini geçirmeye bayılırlar. Bu ölüye karşı duyulan hürmetten ileri gelmektedir. Zira Türkler ölünün gömülmesinden hemen sonra ruhlarının cennete gittiğine inanın artık mezarda yatan ruhdur beden değildir.[181] Kadınların vakit geçirme yöntemlerinden biri de elişi ve müziktir.[182] Türklerde kadının bakire olarak ölmesi günahkarlıktır. Bu inancın temeli de kadının çoğalmayı ve neslin devamını sağlamayı sürdürmesi ile bağlantılıdır. Kadının vazifesi çocuk doğurmak ve onları büyütmektir. Kadınlar başka bir vazifeye beden iştirak etmezler. Faziletli kadınlar için sonsuz bir saadetin öbür dünyada olduğuna dair inanç da vardır. Bazı vesveseli kadınlar ise günahkar olarak ölmek korkusu ile on gün bile dul kalmadan evlenir.Türk kadınlarının evlenipte çocuk yapmaması toplum içinde ayıp sayılır. Bir kadın çocuk yapmazsa genç bile olsa ihtiyar gözüyle bakılır. Bu yüzden Türk kadınları genç olduklarını belirtmeye pek meraklıdırlar. Türk kadını ne kadar çok çocuğu olursa o kadar itibar kazanır. Doğum yapmak yollu kadınlar pek çok şeyden kendilerini mahrum ederler.[183] Şarkta hemen hemen bütün kadınların mükemmel tenleri harikulade gözleri geniş kemerli kaşları vardır. Eğer kaşlar burun üzerinde birleşirse bu bir güzelliktir. Ve Türk kadınları bu cazibenin eksikliğini kaşlarının arasına siyah boya ile bir yıldız veya bir hilal yapmak suretiyle telafi ederler. Kadınlar,tırnaklarını hatta avuç içini, çoğu defa ayak tabanlarını kına ile kırmızıya boyarlar. Kınaya Avrupalılar Kenna derler bu bitki bir Nübya bitkisidir.Fakat daima hareketsiz kalmayı teşvik eden hayat ruh zarafetini kadından mahrum bırakır. Türk kadınları tahsil bakımından da erkeklerden bir kademe aşağıdır.[184] Türkler girdikleri mekana ayakkabılarını çıkararak girerler.[185] Türk kadınları yüzlerini bademden yada yaseminden yapılan bir macunla beyazlaştırır; kaşlarını da rastıkla uzatırlar ;boyunlarına pudra sürer; yanaklarına boyarlar.[186] Tenha bir sokakta arkasında bir çift kara gözün parladığı veya küçük beyaz bir elin göründüğü demirli pencereye bakan bir Türk genci görülürse bilin ki bu nişanlıdır. Sevgilinin etrafında dönüp dolaşma peşinden gitme hizmeti ve uzaktan uzağa bir çiçek bir kurdele veya bir elbisenin bir başörtüsünün rengi ile konuşma gibi şeyler nişanlılara müsaade edilir.[187] Zengin bir erkek evini de zihnini de karısından ayırmış olarak yaşar. Çünkü karısına bir daire ve bir ev verebilir hatta bir ev tutabilir. Bunun nedeni dostlarını,müşterilerini dalkavuklarını karıları görülmeden rahatsız edilmeden kabul etmek istediği için ayrı bir ev tutmaya mecbur kalmış olmasıdır. Orta sınıftan bir Türk erkeği iktisat nedeni ile karısına daha yakınlaşmıştır. Onu daha sık görür ve teklifsizce yaşar. Daracık bir evde ve mümkün olan en azami masrafla yaşamaya mecbur olan Türk erkeği ise karısı ve çocuklarına daha yakındır. Halayığı olmaya bir kadın çalışır. Ve çalışması onun nüfuzunun artırır. Bir kadının işsiz güçsüz kocasını gidişte kahveden çıkarması meyhaneden alması terlikle döve döve eve getirmesi görülmedik manzaradan değildir.[188] Hiçbir erkek sokağın ortasında kadına el kaldırmaya cüret edemez. Hiçbir asker bir kargaşa vuku bulsa dahi küstah bir mahalle karısına kötü muamele etme tehlikesini göze almaz.[189]Erkek kadının ne baba evinden getirmiş olduğu halayıkla evlenebilir ne de kadını odalık olarak kullanabilir. Kadınlar okuyup yazma bilmezler.Ayrıca kadınların mağazaların iç tarafta kalan odalarına girmesi yasaktır. Sokaktan görülecek şekilde durmak zorundadırlar. Kadınların eğlence olsun diye Tramvaya binmesi yasaktır; yolun sonunda inmeye ve aynı yoldan hemen geri dönmemeye mecburdurlar.Kadınların gelip geçen insanlara işaret etmeleri arda durmaları, belli yerlerde belli bir zamandan fazla kalmaları yasaktır. [190] Erkek çocuklar sarı ve kırmızı üzerine desenli elbiselerine uygun başlıklar giyerler. Kız çocuklar açık renkli ipek entari giyer ; saç örgüleri omuzlarından aşağı dökülür. Kız çocuklarının başlarına bağlanan kurdelalara küçük boncuklar iliştirilir. Kız çocukları on yaşına kadar örtünmeden dolaşabilirler. Çoğu zaman bu yaşı geçen kız çocuklarını hemen çarşafa sokmamak için bir sürede erkek çocuk kıyafetiyle dolaştığı görülür. [191]
 
Türk her şeyden çok dinlenmekten hoşlanır Bunun içinde daima serin sakin mümkünse su kenarında bulunan bir köşe arar. Türkler hareket düşünceye canlılık verir diyen mantık ve sıhhat kaidesine pek aldırış etmezler.Türkler çok ağır yürürler. Bir Türk'e karısını kız kardeşini annesini sormayı kimse aklından geçirmez. Konuşma sırasında ancak şöyle denebilir. Hareminizin sıhhatte olduğunu ümit ederim Ham dolsun iyiler diye verilen yanıt aile hakkındaki izahatı anlatmaktan öteye geçmez. Türkler çocukları çok severler. Evladı olmayanlar evlat edinmekte mahsur görmezler. Kadıya giderek şahitler önünde bir anlaşma yapıyorlar bu aynı zamanda öldükten sonra malın devlete kalmasını engellemenin de bir yoludur. Evlat edinilen çocuklar hakikaten yeni aileleri tarafından candan sevilmektedirler.[192] Bir Türk'ün sofrasına gelen masadakilerden ancak bir lokma aldığı yiyeceklerden artan el değmemiş olan parçalar adalete göre önce askerlere sonra evdeki hizmetkarlara , nihayette yabancılara ve yoksullara hisse verirler. Herkes efendinin sofrasında karnını doyurur.Zengin bir adamın evinde ziyafet verildiği zaman bütün ev halkı birlikte neşelenip eğlenir.[193] Zengin ve refah içinde yaşayan Türklerin büyük ziyafetler verdiği hiç duyulmamış zevk ve sefadan iflas eden Türk'e hiç rastlanmamıştır.[194] Erkekler esnaf dahi olsa günde beş vakit namazlarını kılarlar.Bu dini görevlerini savaş zamanında dahi ihmal etmemeye çalışırlar.[195] Türk erkekleri kadınlarına karşı son derece yumuşaktır. Ama bu yumuşaklıkta kadınları çocuk gibi gören onlara hayatın güçlük ve üzüntülerini göstermemek gerektiğini gösteren bir inancın ifadesi de vardır. Karısına kötü muamele den Türk erkeği yoktur.Türk kadınlarının ise erkeği sakalından tutup sürüdükleri bilinir. [196] Evlerde erkek çocuk yerine kız çocuk tercih edilir.Baba erkek çocukları ile fazla konuşmadığı gibi kız çocukları ile de kunuşmaz. Kız çocukların evlenmeleri durumunda kızlardan alınacak olan başlık parası aileler tarafından kar görülürken erkek çocuklarda baba benim gibi işinin bir hal yolunu bulur inancı vardır.Türk kadınlarının evlenme yaşı on ikidir.[197] Kısırlık şarkta kadınların başına gelebilecek en büyük felaket olarak telakki edilir. Kısır kadınlar ana olarak hakkedebilecek saygı ve itibara hiçbir zaman kavuşamayacakları gibi kocalarını başka kadınların kolları arasında geçirmelerine tahammül etmek ve kocalarının talep edeceği boşanmaya hiç ses çıkartmamak zorundadırlar. İşin acı tarafı bu şekilde boşanan kısır bir kadının bir başka insanla bir daha asla evlenmesi mümkün değildir. Aslında kısırlık kadın için bir nevi eksiklik ve sakatlık olarak telakki edilir.[198] İzdivaçtan hemen birkaç ay sonra gebelik alametleri görülmeyecek olursa endişeler başlar kadın sabırsızlanır.Ebe ve doktorlara müracaat edilerek gebeliği kolaylaştıracak ve çabuklaştırılacak şerbetler içilir. Türk kadını misk amber, sabır otu, kakule otu, tarçın , zencefil ,karanfil karabiber gibi buharlı ve tahrik edici maddelerden yapılmış macunları sıcak çayları midelerini bozmak veya hastalanmak bahasına da olsa yemek ve içmekten çekinmezler.[199]
 
 
Tablo -6 İstanbul'da Kadınlarda ve Erkeklerde Evlenme yaşı ( 1885)
 
Kadınlarda ve Erkeklerde Evlenme yaşı ( 1885)
Erkek
Kadın
Yaş
Sayım
-10
99.7
100.0
100.0
1 0-14
97.1
93.2
93.2
15-19
90.8
57.3
57.3
20-4
58.4
17.6
17.6
25-9
2 5 . 3
1 4.4
14.4
30-4
11.1
13.5
4.1
35-9
11.5
10.2
2.7
40-44.
7
13.5
2.1
45-9
5.5
10.4
2.0
50-4
8.2
17.5
2.0 [200]
 
Çocukların sayısı bir hayli kabarık olmadıkça ya da kocanın mali durumu iyiden iyiye sarsılmadıkça kadın bir iki çocuk doğurduktan sonra arayı uzatırsa yine aynı çareye baş vururlar. Aynı macunlar tekrar içilir. Türk kadınlarının sürekli banyo yapmalarından ötürü saçalarında bir incelme olmuş bu yüzden takma saçlarla saçlarına gayet çirkin bir biçimde sardıkları   işlemeli   yemenilerin   kıvrımlarına   dolayarak   sardıkları mücevher elmas zümrüt tokalarla tutturulmasına sebebiyet vermiştir.Türk kadınlarını aynaları hayatlarının önemli bir parçasını oluşturur. Büyük bir zevkle süslenmiş olan bu aynalar pahalı malzemelerden yapılmaktadır. [201] Türk erkeklerinin ailedeki bireylerden her birinin hareme girerken dairenin girişindeki masaya akşam hediyesi bırakması önemlidir. Türk mevkii ne olursa olsun gündelik işini bitirdikten sonra evine boş dönmez. Getirdiği şey önemsizdir. Bu bir salkım üzüm bir külah tatlı yada düşük ailelerde olduğu gibi küçük balık ve marul olabilir. Bu erkeğin görevidir ki bunu yapmaması boşanmak istediğinin kanıtıdır. [202] Türkler pratiktir; daima mevcut durumdan hoşnutlukları bulunur ve Türkler bunu bilir sanki geçici bir iyilik gözüyle görür. Gelen iyiliğe gereğinden çok değer verirler bunu ellerinden kaçırdıklarında beyhude yere yas tutmaktan kaçınırlar. Türklerin pek dost canlısı ama münasebetsiz bir huyları var Beşli altılı gruplar halinde kollarını birbirlerinin omuzlarına dolayarak veya çocuklar gibi el ele tutuşarak yürüyorlar ve bazen kalabalık onları yana çekilmeye zorlasa bile başka hiçbir seçeneğin kalmadığı durum çıkmadıkça birbirlerinden ayrılmaz. [203]  Türklere özgü diğer bir tuhaflık     ezilme tehlikesini asla umursamamaları Doğulu atının nefesinin omzunda hissedebilir ama zorlamazsanız onu yoldan asla çeviremezsiniz. [204] Türklerde yalan birinin faydasına iyiliğine olacaksa hoş görülebilir. İki kişiyi barıştırmak , karı ve kocayı birleştirmek. Türklerde hediye adeti tüm ülkeye yayılmış gibidir. Günlük hayatın yarattığı her fırsatta düğünde evlilikte ,sünnette ayrılışta, dönüşte, bayramlarda bir vazife tayininde muhakkak eş dost birbirine hediye verir. Bu gibi olaylar fırsat sayılır.Bu hediye bir demet çiçek bir kutu şekerleme bir sepet meyve olabilir. Ama seçkin kişilerin hediyesi çuhalar ,kumaşlar, kürkler mücevherat, altın gümüşlü vazolar işlemeli hamam takımları ve bohçacıklardır. Bu tam takım bir elbise için gerekli her şeyi içerir. Bohça, kumaşları sarmaya yarayan saten ve tahtadan yapılmış bir mahfazadır. Eşit hayat şartlarındaki dostlar arasında alınıp verilen hediyeler hiçbir menfaat duygusu beklemeden olur. İleri gelenlerin vermiş olduğu hediyelere gelince bu paye ve iyiliğe karşılıktır. [205] Küçük mevkilerden gelen hediyelerse sadece hürmet icabı olarak kabul edilir. [206] Türkler arasında dövme yaptıranlar da vardır. İnsanlar dövmeyi umumiyetle kollarına ve bacaklarına yaptırmaktadır. Bunu yaptıranlar genellikle asker yada aşağı avam tabakasından olan şahıslardır. Dövmeler genellikle aslan şeklindedir. Bu geçmiş yıllar öncesine dayana batıl inançlara dayanır. Aynı adet Rumlarda da vardır. [207] Misafir için en güzel oda en güzel eşya ayrılır. Misafir odası en değerli el işlemeleriyle donatılırdı. Kim konuğa kapısını açarsa cennet kapıları da ona açılır bütün günahlarından arınırdı. Sabah olup konuğun gitmesiyle günahların gideceğine inanılır.Evde her şey misafire göre ayarlanmıştır. Misafire çıkarılacak havlularda da çiçekler , cami resimleri yazılar vardır. Misafire çıkarılacak havlular gibi fincanlar üzerinde de afiyet olsun maşallah Bursa yadigarı yazıları bulunur. Gece yatısına gelen misafir için yüklükten seccade,tespih , namaz örtüsü çıkar; kadın misafirler hep birlikte namaz kılarlar Namazdan sonra sohbetler başlar bu yatsıya kadar sürer ; sonra tekrar namaza durulur.Kendine hizmet ettiren laf alıp götüren, yemek beğenmeyen misafir ve de yer gösterilmeden baş köşeye kurulan misafir hoş görülmez. Misafir adabına uymayan kimseler bir müddetten sonra istiskale uğrarlar, pabuçları ellerine verilir. [208] Sevilen misafirler arasında hoş sohbet olanlar hele hediyeli olanlar başta gelir. Böylelikle el üstünde tutuldukları gibi sık sık gelmeleri temenni edilir. Evin genç kızları ona hizmet ederler; onlar giderken de gümüş ayna üzerinden güğümle sular dökülür bu misafirler sokaklara kadar geçirilir.Düğünlere gelecek olan misafirlere kırmızı dipli mum verilmektedir. [209] Türk kadınları sabah erkenden kalkar. [210] Genç kızlar bir ev hanımı olarak yetiştirilmeye çalışılması eğitimin en önemli kademesini meydana getirirken ,kadınların bez dokuması ,gergef işlemesi öğretilmesi de büyük önem arz etmekte idi. Türk kültürünün kendine has ola yapısı batı kültürünün benimsenmeye başlaması ile değişerek zamanın şartlarına göre uygun bir yapıya bürünmüştür.

2-Evlilik Kurumu
 
a-Nikah Akdi (Akd-i Nikah)
 
Türk kültüründe evlenme mukaddes bir durum arz eder Evlilik İslam akidesine göre düzenlenir. İstanbul'da içgüveyi tipi evlilikler sıkça alt statüden bir erkeğin yüksek statüdeki biriyle evlenmesi sonucu meydana gelir; genellikle toplu olarak bir arada yaşayan aile tipine rastlamak olasıdır. [211] Kocanın verdiği emre ihtimal ki halayık nikahlı kadından ziyade daha çok şevk ve arzu ile itaat eder. Haftada bir gece bilhassa Cuma gecesi nikahlı kadına aittir.Cuma günleri Türklerin tatil günleridir; kocası bunlara riayet etmezse kadının şikayet etme hakkı vardır. Diğer geceler erkek canının istediği gibi davranabilir. [212]  Evlenecek kız ile erkek arasında ilk evvele söz kesilir daha sonra ise nişan akdi yapılır. Söz kesilmesi kız tarafına gelen erkek tarafının kız tarafından kısmetse kızın verileceği şekillinde vaat alınması ile olur. Nişan takma ise nişan bohçası denilen bir bohçayı gelin olacak kızın evine götürürler ve bu son derece süslü gayet nefis ve ağır işlemeli bu bohça içinde yarım top çok kıymetli bir şal en makbul ve kibarene olandan iki top kumaş orta boy fakat kıymetlice pırlanta bir dal ile bulunur. Bohçanın gelin evine bırakılması hanımlarca nişan takıldı tabir edilir. Yine diğer bir husus ise nişan bohçasının gitmesinin ardından iki tarafın mali durumunun ölçüsünde ailenin fertlerinin her birine hediye verilmesi durumudur. [213] Kızlar anneleri gibi evlik çağına gelince başlık karşılığında izdivacına talip olan erkeğin tahakkümü atına girer. [214] Nikah akdi kız evininde kıyılır. Evlenme olayında imamların çok az görevleri vardır.Hoca yüksek sesle dua okur; duadan önce şahitlerin önünde evlik sözleşmesini şartlarını içeren anlaşma metni gibi bir şey okunur. İmam nikahıyla imamın önüne gelen kadın ve erkek birbirlerini aldıklarını söylerler. Erkek ayrılma ve ölüm durumunda eşine belli bir miktar parayı ödeyeceğini vaat eder.(Mehr-i Müeccel )[215] Bu işlem sırasında kadın orada bulunmaz babası veyahut erkek kardeşi onu temsil eder.İzdivaç merasiminde gelin evet demekten çekinir.Muvafakatini ancak kendisine zorla yaptıkları bir baş sallama ile bildirir.[216]Anlaşma tamamlanınca gelin kadınlardan oluşmuş bir halayın eşliğinde atın çektiği ve türlü türlü bir sayvanın içinde damadın evine doğru harekete geçer. Gelin şan olsun diye uzun yoldan getirilir ve koca gelini kapıda karşılar.Düğün bu nikahtan ayrı bir biçimde yapılır. Gelin odasının üzerinde yastıklarla gösterişli kırmızı kadifeden altın sırmalarla işlenmiş bir divan vardır. Yastıkların köşelerinde incili püsküller bulunur.
 Pencereler ve kapılar saçaklarından altın işlemeli şahane ipek perdelerle süslenmiştir. Gelin odasından iskemleler ve sandalyeler çıkarılmıştır.Bunun nedeni geleneğe göre bu odada askı ve divandan başka bir şey bulunmasıdır. Askı geline ait bir eşyadır ve düğün boyunca odada kalır. Askı gelinin tebrikleri kabul etmek için oturduğu koltuktan ne daha büyük ne daha küçüktür. Askı tavana asılan ve döşemeye kadar hoş bir biçimde inen çadır yada gölgelik gibi bir tür çiçektir. Bu tül altın sırmalı yaldızlarla kaplıdır. Ve üst tarafında da yıldız biçimde aşağı kadar inan bezek kordonu bulunur. Tebrikler ve kutlamalar bu büyülü yerde oturan gelin tarafından kabul edilir. Düğünden sonra askılar yerinden alınır ve yerini başka eşyalara bırakır. Gelinin odasının yanında bir de çeyiz odası adı verilen bir oda vardır. Bütün Türk kadınları istisnasız evlendikleri gün kendilerini gururlandırmak üzere eşyalarının sergilenmiş olmasından büyük gurur duyarlar evleninceye kadar çevrelerinde yaşlı kadınların sık sık düğünlerinde çeyizlerini görenlerin şaşkınlıklarını gizleyemediklerini işitmişlerdir. Bu yaşlı kadınlar evlendikleri gün sergiledikleri eşyaları asla unutmazlar ;bunun hayali hayat boyu sürer. Geline verilecek oda konağın büyüklüğüne iç taksimatına göre seçilirken mümkün olduğu kadar selamlıktan uzak güveyin peder ve validesinin   bulunduğu   kattan   başka   bir   katta   bulunmasına   ve abdesthaneye(Tuvalet) yakın olmasına dikkat edilirdi. Odada eşyalar yerleştirildikten sonra yeterli kalacak yer olmalıydı. [217]
Hırsızları engellemek için çeşitli önlemler alınır. Odada çeyizin bulunduğu yerin epey uzağında yaldızlı parmaklıklar konur ve gelinin malının çok gereksiz bir hayranlığın etkilerinden korunması sağlanır. Eski geleneğe göre düğün gününde herkese konukseverlik gösterilmesi gerekir. Gelini ve çeyizi görmek isteyen bütün kadınlar davetsiz içeri girerler. Bu nedenle her düğünde kadınlar her yandan bu sahneyi izlemek için gelirler. Düğünden düğüne dolaşmaktan adeta çılgınca zevk duyan kadınlar vardır. Bunlar bir yerde düğün olduğunu duydular mı kesinlikle gelirler.
 Gelin hanımın giyeceği elbise tabidir ki kuvvet ve servetine değişiklik gösterir. Varlıklı bir aileden olan gelin hanımın giydiği elbisenin kolları yanlara doğru yavaş yavaş genişler kol ve ağızları bileklerden bir karış aşağıya sarkık olur; göğsü dar kavuşturulmuş ve içinden kopça ile iliklenmiştir. Elbisenin üst kısmı bir karış kadar açıktır, içine giydiği tül gömlek görülür. Elbisenin yakaları önden arkaya doğru genişler yakanın boyna gelen kısmı yüksekçe durur. Entarinin ön tarafı açıktır. Peşleri bir bir üzerine gelecek şekilde kavuşturulmuştur. [218] Elbisenin de her iki tarafı koltuğa kadar yırtmaçlıdır. Alt etek bir buçuk arşın kadar uzun olur. Yürürken arkası sürünür. Bu entarinini her iki tarafı kılaptan ve renkli ipeklerle örülmüş harç ile çevrilip dikilmiştir. Entarinin kumaşı ise ya gümüş tel ile örülmüş çok ağır ve kıymetli bir Hint kumaşı ile telli sevaiden yada ala cins şaldan üzeri sırma ve ipek ile işlenmiş ve pul ile süslenmiş olur; veya üzeri som sırma ile ağır işlemeli atlas ve kadifeden yapılır. Ayağına şal ve üzeri sırma ile işlenmiş , ucuna da püskül konmuş ökçesiz şıpşıp denilen dikilmiş terlik giyilir. Beline sırma kolanlı tokası som mücevherli kıymetli bir kemer bağlanır. Gelinin saçlarına iki örgü örülür. [219] Düğünden bir gün önce büyük bir davet verilir. Ve kızın bütün kızları dostları ve arkadaşları davete gelerek kına gecesine iştirak ederler. Arkadaşları o akşam gelini hamama götürür ve ellerine ve ayaklarına kına sürerler. [220] Bu eğlenti sırasında gelin eğlenmekte olduğunu göstermelidir. Daha sonra dost ve arkadaşları ellerinde mumlarla haremde dolaştırıp onu teşci ederler. Ve gece güzel bir yemekle son bulur. Düğünden önceki kına gecesi gelinin nişanlıktan evliliğe geçimini simgeleyen bir adettir. Kına gecesi yeni bir hayata başlamak için gelinin çocukluk arkadaşlarını ve alışkanlıklarını terk ettiği gecedir. Babası gelini götürür ve kızına bir kemer takar bu kemer evlik mertebesine yükselen kadının onurunun simgesidir. Türklerde kadın evlenmeden önce kesinlikle takamaz Böyle bir kemerin kadına takılması babanın çocuğa verdiği bir çeşit unvan belgesidir. Kadın olmanın simgesidir. Baba kızına evlilik kemeri ta karken tanrının onu korumasını ister doğurgan ve mutlu olması için dua eder. Bir genç kız kemeri aldığı andan itibaren baba otoritesine bağımlı değildir. Kız babasının yanından ayrılırken bu manzarayı seyredenlerin üzerine para atılır. Bu paraları kapmak isteyenler birbirlerini ezerler.Bu paraların mutluluk getireceğine inanılır.Ve bu paralara sahip olabilen şanslı kızlar şanslarını elden kaçırmamak için olabileceğine uzun süre ellerinde bu paraları tutmak ister.Para dağıtılan ev sahibine gelince o da bu şekilde kızının şansının açılacağına inanır. Geline ait bütün zenginliklerin sergilendiği bu odada her çeşit eşya vardır. Tuvalet masası, masif gümüşten servis masası, altın işlemeli yatak takımları aynalar terlikler ,elmaslar ve değerli taşlarla süsü kupalar ve çok çeşitli saatler kadifeler bulunur. Bütün bu eşyalar büyük bir ustalık ve özenle sergilenir. Çünkü bütün Türk evlerinde sahip olunan zenginlikleri   herkesin   önünde   sergileyecek   gözleri   kamaştırmak adettendir. [221] Nikahtan bir gün önce eğlenceler tertip edilir. Yemekler verilir. Şark düğün yemeği zerde ve içecek olan kahve ikram edilir. Fakat gelin damadın evine geldiğinden itibaren çıt çıkarılmaz eğer gelin soylu ise bir hareme ağası, değilse yakın akrabası bir kadın tarafından damadın odasına götürülür. Gelin odasına girdiklerinde damat gelini askının altında bulur. Gelin uzun süren bekleyişten sonra haremde davetlilerin ve ev halkının arasına yerleşir. [222] Erkekler öğlenden itibaren selamlıkta toplanırlar ve eğlenirler Meşhur göbek dansı yapan dansöz kızlar burunları üzerine yapıştırılan gümüş para ile daha çok dans eder. Akşam duyulan ezan sesi zevk ve eğlencenin sonlandığı zamandır. Herkes hazırlanan sofralar etrafında bir yer bulmaya çalışır. Böyle bir günde kutsal evlilik bağı için toplanan insanlar dua edeceklerdir. Namaz sona erdikten sonra topluluk hocanın çevresini alır hoca damada dönerek bir dua eder .Tanrının bu evliliği hayırlı kılmasını buyurur. Hoca duayı bitirir bitirmez damat hızla konukların yanından koşarak haremin kapısına doğru koşar. Arkadaşları da peşinden koşarlar elinden tutar ve yakalarlar   ve sırtına vurmaya başlarlar. Arkadaşlarının bu darbelerinden sonra damat gerdeğe girer. Bu vurma adeti Türklerde çok eski bir gelenektir ve bazen damadın arkasından terlik atılır.[223]Gelinin yanına gelen damat   bu seferde geline bakar ve sabırsızlık içinde yaklaşmaya çabalar ; ama bu seferde gelin odasının teşrifatından sorumlu yenge kadın çıkar ortaya ve damadın önüne bir seccade serer. Bu davete uyan damat iki rekat namaz kılar bu çok önemli olan bir anda her dakika bir yüzyıl gibi gelmektedir. Namaz bittikten sonra ve de yenge kadın uzaklaştıktan sonra damadın gelinin peçesini törensel bir tavır içerisinde ince ve nazik bir biçimde açması gerekir. Artık kadının erkeğinin efendisi olması durumu doğrudur ama erkeğin romantik ve ince bir tavır içinde kadına yaklaşılması gerekliliği esastır. Üç kez istediğini yinelendikten sonra damat karısına yaklaşarak peçesini kaldırır. Kadına şükran ve minnetini sunar daha sonra karısına elmas bir iğne takar. Geleneğe göre böyle olması zorunludur. Zira kadın erkeğin yüzünü görme mutluluğuna erişmesi için bedelini ödemelidir. Türkiye de kızın yüzünü göstermek için ödül isteme hakkına yüz görümlüğü denir. Hiç kuşkusuz yüzlerini görülmesi için bedel isteme hakkına yalnızca kızlar haizdir. Bu hak ikinci kez evlenen kadınlar için değildir. [224] Tersine dul bir kadın daha önce hiç evlenmemiş biriyle evlenirse damada hediye vermesini gerektiren durum olur. Uyanmanın ardından gerdekten çıkan damat kayınvalidesinin ve kayınpederinin elini öper ve onlarda damada hediye sunarlar. [225] Öğleye doğru koyun butlarıyla mükellef bir yemek yenir. Bu yemekte gelin ve aile dostu yakın akrabalar bulunur.Bu yemeğe paça günü denir. Koyun butları yemek çok kıymetlidir. Sağlığa son derece yararlı olduğu söylenir. Koyun butları ziyareti (Paça Günü) düğün şerefine verilen ziyafete denir. Gelin birinde evliliğe girerken kız arkadaşlarına veda etmiştir. Diğerinde ise evli kadınlar arasındaki yerini almıştır. [226] Ertesi sabah damat diğer bir odaya geçer geçmez ,kadın akrabalardan biri gelinin zifaf gecesi giymiş olduğu çamaşırlardan birini oda kapısının üstüne asar. Bir gün evvel düğün ziyafetinde bulunmuş olan akrabalar tekrar ziyarete gelirler. Bu daha ziyade gelinin bekaret işaretini görmek için yapılmış olan ziyafettir. Üzerinde kan lekeleri bulunan çamaşır kendilerine gösterildikten hemen sonra ihtimamla katlanır ve bir bohçanın içine konularak gelinin annesine veya en yakın akrabasına tevdi edilir. Artık bütün bir gün neşe içinde yenilir ,içilir, zevk edilir. Etrafındaki bütün kadın arkadaşlarının raks edip eğlendiği bugün gelin hanım mahcup mütevazı ve gözleri yerde zorundadır.[227] Türkiye'nin bazı kentlerinde gelini parça parça soymak ve gelini yatağın içine yatırmak zorunda kalan koca yaklaştığında gelinin ne yapması gerektiğini meslek edinmiş kadınlar vardır. Daha önce kuşaklarının beline birçok düğüm atılmış olan gelin bu sırada uzun dualar okunduğu söylenir. Öyle ki zavallı koca bu düğümleri çözmek için saatlerce uğraşır durur. Eğer kadınlar   düzgün yaşıyorsa kuran onlara düzgün davranılmasını buyurur. Ve bunun tersine davranan kocaları bu günahı bağışlatma için sadaka dağıtma ve onlarla beraber olmadan önce başka hayır cezası yapması içincezaya çarptırır. [228] Kalfa ve cariyelerin de evin sahibi kişi tarafından evlendirilmesi olağandır. [229] Türkler arasında çok kadınla evlenmek dinlerince mümkündür. Bir Türkün besleyebileceği kadar kadınla evlenmesi halk arasında söylense de İslam ancak dört kadınla evliliğe hak tanınmıştır. Çok kadınla evlenmek erkeklere çok daha fazla dulluk parası yüklemektir. Yine aynı şekilde bütün eşleri eşit mikyasta memnun etmek zorunda olan kocanın başında bir sürü kadın ailenin huzurunu bozacak kıskançlıklara kapılabilir. Eğer bütün hafta boyunca koca eşlerinden birinin yanına uğramazsa kadın ertesi haftanın perşembesi kocanın yanına gelmesini yasanın kendine tanıdığı bir hak olarak kabul eder. [230] Türk kadıları kocaları kendine ekmek ,yağ , pirinç ,odun dokumalık kumaş getirdiği müddetçe boşanmayı talep edemezler. Buna rağmen iktidarsızlık ve soğukluk gibi konularda yasa boşanma hakkını kadına verir.Fakat kocalar kendilerini savunacak olan bahaneyi bulmada mahir olduklarından bu nevi boşanmalara pek az rastlanır. [231] Hiçbir Türk erkeği karısı ile nikahlanırken ona başka bir kadınla evlenmeyeceğine dair söz vermez. [232]Türk insanları arasında bekarlık hiç iyi gözle görülmez. Evlenmekte geç kalan erkek çevresinde pek fazla tutulmaz. Hatta bekar adamın bazı semtlerde oturmasına dahi izin verilmez. [233] Evlenmeden ölen kadın ise Tanrının kendine verdiği görevi yerine getirmediği için ayıplanırdı. Şarkta hamilelik gençlik ifadesi olarak algılanıyor. Bir kadın artık çocuk doğurmaz olunca onun artık bu iş için ihtiyarlamış olduğu söylenir. İsterse yüzü kaymak gibi yaşı da yirmi beş olsun durum değişiklik göstermez. Bu düşünce öylesine yaygın ve kuvvetlidir ki bütün Türk kadınları bu yolla genç oldukları ispatlamak için elinden yaparlar. [234] Kadınlar ancak ailelerinin bir menfaatti bahis konusu olduğu zaman mahkeme karşısına çıkar ve de bir devlet memuru ile görüşür. Onlarda ancak dul veya muayyen bir yaşın üzerinde bulunan kadınlardır. Böyle bir iş için önceden randevu almalarına veyahut gelişlerini haber vermeye gerek yoktur.Oraya gittikleri zaman hademe tarafından içeri alınırlar onlar da herkesin içinde ziyaretlerinin sebebini anlatır. Kadınlar, gizli bir şey söyleyecekse o zaman konuşacakları kimseye yaklaşır ve alçak sesle söylerler. Eğer müracaat ettikleri kimse odada yalnız ise hademeler sanki bu baş başa görüşmeye şahit olmak ister gibi kapının önünde sıralanırlar. Bir kadın geldiği zaman hakim ve nazırın ayağa kalması ve ona oturarak yer göstermesi için kadının son derece seçkin bir mevkiye sahip olması lazımdır. Yoksa genellikle ayakta durması icap eder.Hatta mevki sahibi bir kimseye yapıldığı gibi müracaat ettikleri kimsenin elini ve eteğini öperler ve bu durum kibarlıktan bir şey eksiltmez. Daima peçeli oldukları halde memurlar kadınların yüzlerine bile bakmaz ama dikkatle onları dinlerler ve cevap verirken bütün erkelerin vazifesi olduğu gibi haya ve iyiliksever duygularından ayrılmamaktan tereddüt etmezler.[235] Türk erkeklerinin hiç evlenmeyipte sahip olduğu cariyelerle beraber hayat sürdürenleri de vardır. Bu cariyelerden doğmuş olan çocuklar evli kadınların çocukları kadar meşru sayılmaktadır.
 
b-Boşanma
Türklerle boşanma birçok sebepten olabilir. Kocalar için boşanma gayet kolaydır. Kadın boşanınca çeyizi kendinde kalır. Fakat ayrılma kadının kabahati yüzünden meydana gelmişse müstesnadır. Kadınlar kocalarından ayrılmak isterlerse bundan epeyce zorluk çekerler . Kadının şikayeti üzerine boşanma nedenleri kadının nafakadan mahrum kalışı ve gayrı tabi zevkler istemesidir. O zaman kadın hakim huzuruna çıkar ve ayakkabılarını ters çevirir. [236] Kuran zinadan nefret duyar;bir kanıt göstermeden karısını zinaya zorlayan    bir    erkeğin    seksen    sopa    cezasına    çarptırılmasını buyurur.Türkiye'de zinayı kanıtlamak çok güçtür. Bunun için tanıklar bulmak gerekir.Koca kadının karşısında doğruyu söylediği konusunda dört kez yemin etmek zorunda kalır; beşincisinde eğer yalan söylüyorsa Allahın ve diğer insanların kendini lanetlemesini ister. Kadınsa içinden gülüp durur zira kocasının yeminlerine inanmamaktadır. Ve eğer kocası beşinci kez doğruyu söylerse Allahın onu yok etmesi için dua etmektedir. Bu duruma düşen hangi kadın doğruyu söylemekten çekinmez. [237] Boşanma isteyen kadının kocasına bir miktar para ödemesi de karşılaşılan bir durumdur. Yada boşanmak isteyen kadının kocasından hiçbir maddi istekte bulunmaması gereklidir.Tabiidir ki bu tür boşanmalar maddi durumu çok iyi olanların tercih edildiği bir durum teşkil etmektedir. Eğer bir Türk kadını Müslüman bir erkekle ihanet ederse kocası onu hakaretle boşar yok eğer bunu reayadan yani devletin Hıristiyan tebaasından birisiyle yaparsa suda boğdurur reaya da asılır.Müslümanlığı kabul etmezse diri diri kazığa vurulması durumu da bulunur.Bu cezalardan kurtulmak için ancak din değiştirmek ve kadınla evlenmek -tabi kadın razı olursa ve de her iki taraf serbest ise- suretiyle mümkün olmaktadır. Aksi olursa idam edilir; kadına gelince zorlandığını aldatıldığını veya inkar yoluna saparak aldatıldığını itiraf ederse az bir caza ile kurtulması kabildir. Eğer kadın evli ise de akıbeti kocanın hükmünde bağlıdır. İntikam almak veya namusunu temizlemek için koca karısını öldürmek hakkına dahi sahiptir. Ama çoğu zaman kadını ailesinden ve intikamından çekindiği için sadece boşamak ile yetinir. [238] Türklerde çok kadın ile evlik serbest olmasına rağmen Türklere fazla rağbet yoktur. [239]
Eğer bir kadın boşanırsa hamile olup olmadığını bilsin diye dört ay geçmeden yani boşandıktan sonra dört aya kadar başka bir adamla tekrar evlenemez. Ve böylece de soy sap korunmuş olur. Eğer bu kadın hamileyken evlenirse bu doğru bulunmaz. [240] Bir Türk erkeği karısından boşanmak istediği zaman onun getirdiği kahveyi ekmeği yada pilavı reddederek yada haftada iki defa hamama gitme parasını vermeyerek niyetini ifade eder. Kadında şikayetçi olur ve boşanma gerçekleşir. Genç bir kız ile evlenen erkek ona dul bir kadına yada boşanmış bir kadına ödemiş olduğu paradan daha fazla para verir. Türkler sekizinci dereceden akrabalarla ve de daha sonrakilerle evlenebilirler. Türkler arasında kadının huzurunda sicillere kaydederek yapılan üç çeşit boşanma türü vardır. Birincisinde karı ve koca aynı yatağı paylaşmazlar ve koca karısının maddi ihtiyaçlarını karşılamaya devam eder. İkincisinde koca karısına kabinini verir ve artık karısı üzerinde hak iddia edemez. Üçüncü tür boşanmalar daha şiddetli olur. Bu şekilde boşanmadan sonra üçlü talak karısını terk ettiğinden büyük pişmanlık duyar.Ve bir daha evlenmek isterse önce bir başka erkeğin onla evlenmesine izin vermek zorunda kalır. [241]
 
c-Aldatma ve Baskın
 
Baskın meselesinde asıl unsur mahallenin namusudur. Hovardalara aşıklara karşı halk tedbirli davranır buna resmiyet dahi verir. Nikahsız bir erkeğin bir kadınla beraber olduğu evin kapısına önce bekçi, mahalle muhtarı sonra halk birikir.Bekçi tarafından kapı üç defa çalınır; açılmadığı takdirde oradan buradan taşlar atılır. Baskın başlar eve girilir yakalananların pabuçları ellerine verilir. Yalınayak başı kabak ,karakola götürülür. Halk merakla olayı takip eder, erkek çıplaksa da kadın örtülür. Yasak olmasına rağmen kimselere aldırış etmeden halk tükürük yağmurunu ve küfürleri ardı ardınca savurur. Yuhalamalar ise bu olayın cabasıdır. Hatta kadına daha fazla yüklenir. Kadın o kadar sıkı şekilde sarınır ki olaydan haberi yokmuş gibi davranır; karşılıkta bulunmaz.Bu olaylara en çok Şehzadebaşında rastlanır. Halk baskına koşar. Bir veya birkaç kadınla birleşmenin diğer bir usulü "Capin " tabir edilen usuldür.Buna göre önceden kadı efendinin huzuruna gidilerek önceden babası veya yakın akrabası vasıtasıyla onayı alınmış olan kadını muayyen bir tarihe kadar bakıp besleyeceği doğacak çocuklara sahip olacağı talak halinde veya mutabık kalınan sürenin hitamında kadına giyim kuşam eşyası ile birlikte muayyen mal ve mülk ve parayı vereceğini iki şahit önünde taahhüt eder. Bu çeşit birleşmeden doğan çocuklarda diğer çocuklarla aynı hakka haizdirler. Kadınlar, boşandığı veya evden ayrıldığı zaman babanın uhdesinde kalırlar. Bu usul ile Türk erkekleri fakir bir kızla evlenmektense doğrudan doğruya esir pazarından bir kız almayı tercih ederler. [242] Kanun Türklerin yabancılarla evlenmelerine müsaade edebilir ama doğacak çocukların Müslüman olması şarttır. Kadının kendisine ait olması gereken zevkleri evdeki cariyelerle paylaşmakta olsa bile kadının bunu ileri sürerek boşanma talep edemez hakkı yoktur. İşin daha acıklı tarafı ise kocası evdeki erkek halayıklara da dahi sapık bir düşkünlük gösterse yine kadının şikayete hakkı yoktur.

 
Tablo-7 İstanbul'da Evlilik Tipleri Ve Ortalama Yaş 1805-1907

İstanbul'da Evlilik Tipleri Ve Ortalama Yaş
                         Erkekler
           Kadınlar              Yaş Farkı
Monogami       31.95                21.71                    9.25
Poligami          36.21                23.32                   12.89 [243]
 
Evlilik Kurumu 19. yüzyıl Türkiye'sinde sadece başkent ve büyük şehirlerde değil her yerde hukuki işlem konusu olmuştur. Bu olaylar daha çok kanunu işlem temsilcilerinin işlem ve kaydına konu olmuştur. 19. yüzyıla ait şeriye sicillerinde; evlilik boşanma ,vasi tayini miras işlemleri ile ilgili kayıtların gitgide arttığı görülür. Bu sadece Müslümanlar arasında değil diğer gayri Müslim kesimi de kapsar niteliktedir. Bu artışların nedeni olarak Tanzimat reformları ,idarecilerin teşvik edici payı , para ekonomisine olan geçiş , arazi rejimindeki değişiklik , tapu usulünün uygulama alanına konması büyük ölçüde etkili olmuştur. [244]
19. yüzyılda kız çocuklarının zorla evlendirilmesinden ileri gelen kız kaçırma gibi adetlerin önlenmesi için; kız kaçırmayı ve bu yolla kızın zorla evlendirilmesini önlemek ve bu gibi olayların sebeleri hakkında şiddetli cezalar emreden iki irade daha 1850 yılı içinde çıkarılır. [245]
 
d-19. yüzyılda Hukuk Alanındaki Değişimler
19. yüzyılda Tanzimat döneminden itibaren hukuk kurumunda temel teşkil eden yeni kanunlar kabul edilmiştir. Mülki idare yargı teşkilatı ile doğrudan iç içe çalıştığı için mahkemelerin mevzuatının yeniden ele alınması gerekli idi. Bu maksatla Melis-i Valayı Ahkam-ı Adliye 1868 de Devlet Şurası (Şura-ı Devlet) ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye olmak üzere birbirinden müstakil iki kuruma bölündü. 19. yüzyılda kurulan Nizamiye Mahkemeleri, Müslüman olan ve Müslüman olmayan halk için müşterek mahkemelerdir. Bu mahkemelerin kurulması yanında hala işleyişini sürdüren şeriat mahkemeleri ve Müslüman olmayan toplulukların cemaat mahkemeleri aksiden olduğu gibi mevcudiyetlerini muhafaza edecekler ve evlenme , boşanma, miras ve bu gibi ihtilafları dini kaidelere göre halledeceklerdi. Ticaret Mahkemeleri 1846 da İmparatorluğun öncelikle büyük şehirlerinde kurulmuştu. Bu mahkemelerin esaslı bir şekilde teşkilatlanmaları ancak 1861 de mümkün olmuştu. 1875 de İmparatorlukta 120 ticaret mahkemesi çalışmakta idi. 1838 senesinde Osmanlı tebaasından Avrupa'ya gideceklere her devlette olduğu gibi Hariciye Nezareti tarafından pasaport verilmesi usulü de getirilmiş yurda giriş ve çıkış bir kaideye bağlanmıştır. Tanzimat döneminde modern anlamda standart bir uygulama getiren ve medeni kanuna önemli bir adım sayılabilecek olay 1858 tarihli Arazi Kanunnamesidir. Gerçi kanun İslam hukukunun esaslarına göre vakıf arazi ve milli arazi gibi kategoriler tespit etmişse de esasta mülkiyet ve miras konusunda mühim sayılabilecek laik hükümler getirmiştir. Arazi konusundaki bu yenilik esas olarak klasik Osmanlı sisteminde toprak yönetiminin şerri esasa dayalı olmaktan örfi hukuk sistemine çevirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. [246] 19. yüzyılda Cevdet Beyin teşkilinde Cemiyet-i ilmiyede asrın en ileri gelen devlet adamlarının oluşturduğu bir heyet kurularak Hanefi mezhebinin temel alındığı Ahkam-ı Adliye namıyla bir mecelle telif kılınmıştır. Bu kanunlar cilt cilt yayınlanmıştır.On beş kitabı 1874 de on altıncısı ise 1878 de tamamlandı. 19. yüzyılda Mecellenin kabul edilmesi ile İslam hukukunun uygulanması sağlanmıştır.Bu kanun Şahsın hukuku ,Eşhas hukuku Eşya hukuku ,borçlar hukuku ve muhakeme usüllerini
kapsar . Aile hukuku ve Medeni kanunla ilgili kanunları içeren bir yasa olma özelliği yoktur. [247] Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde evlenme ve boşanma alanında yenliklere girişilmemiştir. Medeni kanunun kabulü ancak Cumhuriyet döneminde olmuştur.(26 şubat 1926)
 
 
3-Giyim ve Kuşam
 
a-Kadın ve Erkek Giyimi
 
Türklerin geleneksel giyim ve kuşamlarında kullandıkları giysiler Orta Asya'dan getirdikleri giyim kültürünü yansıtmaktadır. Türkler siyah esvap giymesi iyi gözle bakılmaz. Türkiye de hiç kimse siyah esvapla meydana çıkmaz zira siyah uğursuz sayılır. Para ziyanına uğramış yahut bazı ağır felaketlere uğramış kimseler siyah giyebilir. Yeşil renk kibarlık alameti olarak bilinir. Fakat harp zamanında ölüm işareti olarak bilinmiştir. Beyaz , sarı, mavi, mor kurşuni daha uğurlu sayılır. [248] Türk kadınlarının kıyafeti evde ne kadar mübalağa edilecek tarzda açık ise sokaktaki kıyafeti de o kadar kapalıdır. Beyaz bir peçe saçlara ve kaşlara kadar alnı kapatır. İkinci bir peçe de çene ağız burnu örter. Kadınların hayatındaki en büyük reform padişahın kadınlarındaki gibi burun uçlarının ve yanlardan bir tutam saçın görünmesi olmuştur. Vücudun geri kalan kısmı siyah veya açık mavi kahverengi hafif bir kumaştan geniş bir ferace örter. Kadınların mevsimlik mest ve terliklerden olan ayakkabıları böyle çirkin bir görünümdedir. Bunlar Türk kadınlarında sarı, Ermenilere kırmızı ,Rumlarda siyah Yahudilerde mordur. Bu sarı deriden yapılma terlik üzerine Türk kadınları pabuç denen ökçesiz bir ayakkabı giyer. Kadınların ayakkabısı erkeklerden daha zarif olur. Böylece ağır ağır salına salına süzülüp giden kadınlar sokaklarda boy gösterir. [249]  Genel olarak giysiler Türklerde sarı ,Ermeni de kırmızı, Rumlarda mavi Musevi'de siyah renkteki pabuçlardır. [250] Sarık iki parçadan oluşur: Başlık ve bunun çevresine sarılan bez. Bu beze Türkler tülbent adı verirler. Başlık bir çeşit kırmızı yada yeşil takkedir. Kenarsızdır üst bölümü yuvarlak olmasına karşın oldukça düzdür ve çoğunlukla içine pamuk doldurulmuştur, kulakları örtmez Bu takkenin çevresine oldukça ince pamuklu bir bez farklı yönlerde olmak üzere birkaç tur sarılır. Tülbentlere güzel bir görünüm sağlamak bilgi işidir. Bu iş için Türkiye de tıpkı Avrupa'daki gibi şapkacılık mesleğine münhasırdır. Temizlik adına sarığın sık sık değiştirilmesi gerekir. Kısacası bu giysi pek kullanışlı değildir. [251] Ceketler İngiliz Fransız , yada Felemenk kumaşındandır. Lal renkli kahverengi yada zeytin yeşili olabilir; ve eski insanların elbiseleri gibi topuğa kadar iner. Türk erkekleri genel olarak yazında kürk giyer. Böylelikle yaz ve kış arasında sıcaklık uyumu sağlanır.Manto Türklerde giyilen bir elbiseyken bu mantonun altına ne kadar istenirse o kadar çok veya az şey giyilebilir. Atla yolculukta insanı güneşten de yağmurdan da korur. Türk erkeklerine sarık hem yakışıyor hem de maksadına uygun olarak onu güneşten ve yağmurdan koruyor.Fes de giyen Türk erkeği giydiği sarık yardımıyla terlemeyi önler ve kulakları örtmeyen yapısı kan dolaşımına hız veriyor. Pantolon çoğu defa belde toplanan ve alttaki köşelerinde delik bulunan dokuz arşın genişliğinde bir torbadır. Bu deliklerden alaca işlemeli çoraplar içindeki ayaklar çıkıyor. İki üç hatta sekiz kat üst üste hafif kumaştan çoğu defa zengin işlemeli mintan vücudu ihtiyaca göre koruyor. Bele sarılan kuşak veya şalın içine para kemeri tütün kesesi , hançer, bıçak , tabanca ,divit yerleştiriliyor. Bu kürklü ceket ve onun üzerine uzun bir kürk giysiyi tamamlıyor. Keçi kılından veya dövme keçeden bir manto kötü havalardan koruyor. Geceleyinse yatak ve yorgan vazifesi görüyor. Türkleri çoğu zengin olsun fakir olsun demir çivili (kabaralı) nalçalı ayakkabılar giyerler. [252] Türklerin yattığı mekan ve giydiği eşya hakkında çok az bilgi vardır. İlk verilen kaynaklardan biri Busbecq 'in Nişte bulunan bir handa kalırken verdiği kayırlardır. Yere basitçe bir seccade seren Türkler üzerine bir örtü seriyorlar; ve buda bir yastık görevini görüyor. Kendilerini geceleyin topuklarına kadar inen ve içine kürk kaplanan bir uzun esvaba sararlar.Gündüz de bunu giyerler Gece yatmak için özel bir giysi bulunmaz. Türkler üzerine yorgan çeker. [253] Yaşmak iri başın etrafına sarılarak alnı kaşlara kadar örten arkada saçların üstünde ensede düğümlenen ve sırttan bele kadar iki parça halinde düşen ; öteki yüzün alt kısmını tamamı ile kapatan ve birinciyle tek parça teşkil edecek biçimde birleşen iki büyük beyaz örtüdür. İnce ipekten olması sadece gözler ve yanakların üstünü açıkta bırakacak biçimde örtülmesi gereken bu iki örtü çok seyrek bir türbandır. Pek sıkılmadan bağlandığı için ,yalnız yüz değil kulaklar boyun saç örgüleri ve ıslahatçı hanımların giydikleri Avrupa maksadına uygun tüylerle süslenmiş bir şekilde görülür. [254] Ferace, bir pelerinle süslenmiş ve uzun kollu zarafeti olmayan ve omuzlardan ayaklara kadar büyük bir manto gibi inen bir çeşit cüppedir. Kışın çuhadan yazın ise ipekten yapılır .Hemen daima çok canlı olan bu cüppe tek renktedir.Kah kırmazı kah turuncu yeşil onlardan biri gözde olabilir.Fakat biçim hep aynıdır. Feracenin içinde çuvala kapatılmış gibi kapalı da olsalar Türk kadınları yaşmağı öyle bir sanatla bağlarlar ki güzeller pek alımlı çirkinler ise pek sevimli görünür. Türban ,başörtüsü ,yazma   kullanımı   Türk   kadınları   arasında   yaygındır.   Kadınların mendillerini leylak rengine boyamaları da adettir. [255]Ev içinde kadının göğüste kavuşarak kapanan hafif kumaştan yapılmış olan elbiselerine entari denir. Bele bağlanan ipek ve kaşmir kumaş endamın inceliğini ve zarafetini ortaya koymaktadır. Zenginler kışın iki üç kürk giyerler her mevsim kürklerini değiştirirler. Yaz mevsiminde içi petit gri kaplı Ankara yününden yapılmış sert bir manto giyerler. Taşra zenginleri yabancı malı ince kürk bulamazlarsa paltonun ve hırkanın altında artık ne bulabilirlerse onu giyerler. Çakal ,tavşan ,kuzu,veya koyun derisi ile kaplatırlar. Onlar için kendilerinin soğuktan koruyan şehirdeki zenginlere benzeten onları taklit etmeye yarayan ne varsa makbuldür. Kadınların her mevsim kürkleri vardır. Kışın siyah, tilki ,samur veya zıbline giyerler. Sonbaharda ve ilkbaharda petit gri yaz mevsimimde ise hermin giyilir. Kadınların çoğunun dolabında on ila daha fazla kürk bulunur. [256] Her ne kadar Türkler Frenk ayakkabılarını çok ağır bulurlarsa da onlarınkinden daha kullanışlıdır. Türklerin terlikleri yaz aylarında iyi olurlarsa da kışın bir damla suya dahi dayanmaları mümkün olmaz. Bitki toplamayı sevenlerin bu terlikleri, kullanmamaları kumaş kadın çorapları gibi hafif tıpkı terlikleri gibi topuk bölümü dar olan potinleri giymeyi tercih etmeleri gerekir. [257]  Erkekler kimi zaman iki hançeri kuşağının arasında taşırlar hançerler kınlıdır sapları altın yada gümüşle ve değerli taşlarla bezelidir. Cepleri olmadığı için kuşaklar mendili taşıma olanağı da verir. Tütün kesesi evrak kesesi gibi her şeyi göğüslerine koyan Türkler bu nedenle olduklarından şişman görünürler.Hava sıcak olduğunda kaftan yeleği örter. Hava sıcak olduğunda kaftanı yeleği hırka gibi taşırlar. Ne var ki seçkin kimselerin karşısına böyle çıkmak densizlik sayılır. [258]
 
19. yüzyılda İstanbullular ve Avrupa yakasında oturanların sarığı muslindendir. Araplar Mısırlılar, Suriyeliler, ve Asya'nın bazı mıntıkalarında oturanlar alacaklı yahut tek renkli bezler kullanırlar. Tatarlar ise mutlaka astragan bordörlü yeşil çuhadan yapılma başlık giyer. Nihayet İmparatorluğun bazı yerlerinde Türkler muslinsiz pamuklu kumaştan başlık kullanır. Müslüman olmayan tabaya gelince onlar ve Türkler arasında bilhassa başlık bakımından farklılık vardır. Bunların hepsi siyah koyun kürkünden kalpak denen bir başlık veya koyu renkli bir kumaştan yapılmış bir başlık giymek zaruri yetindedirler. [259] Hiçbir Türk kendi milletine has olmayan başka bir kıyafet giyemez. Aksini yapmak utanç verici bir şey olduğu gibi bu şekilde davranmamak dininde     cevaz verdiği bir araçtır. Müslümanlarca kullanılması adet olmadığı bir elbise hele bir başlık irtidat işareti sayılır.[260] Türkler arasında hele Avrupalılarla teması olmayan eyaletlerde şapka alışılmış bir şey değildir ve hoş karşılanmaz .Bir Türk kılığı ne olursa olsun giydiği başlık onu diğerlerinden ayırmaya yeter. Müslümanlar hiçbir zaman ne sarayda ne Padişahın huzurunda nede camide başlarını açmazlar. Onlar için başını açmamakla bir terbiye edeplilik nişanesidir. Öyle ki Avrupalıların da aynı şekilde hareket etmesi gerekir. Bu bakımdan hiçbir Avrupalı Türk'ün karşısında başlığını çıkarmaz. Her türlü merasimde olduğu gibi veziriazam    padişahın karşısında bile sefirler ve beraberinde eşhas başlarını açmadan dururlar. [261] Umumiyetle bütün Türkler başlarının tıraş eder, sonra da fes denen bir takke koyar ve sonra da sarık sararlar.Türklerin saçlarını uzatması onun kendini maskaraya çevirmesi demektir. Bunun bir sebebi vardır. Müslümanlar uzun saçın kadına has bir özellik olduğunu kabul ederler. Erkeklerin onları taklit ederek saç uzatmasını ayıp sayarlar. Çocukta bile uzun saç makbul görülmez. Daha beşikte iken tıraşlarlar. Ulemadan ve bazı dindar kimseler sayılmazsa varlıklı bütün aileler ipekli elbiseler ve pahalı kumaşlar kullanır. En çok aranan kumaşın başında ise Hint Kumaşı gelir. Bunların hem kalite hem de fiyat bakımından sonsuz çeşidi vardır. Çiçekli olanları , çizgili olanları veya renk renk olanları ayrıca ipek veya gümüş işlemeleri olanları vardır. Bu son iki çeşit kumaşı kadınlar kullanır. Erkekler asla altınlı, gümüşlü elbise giymez. [262] Hint kumaşları arasında şal ilk sırayı alır. Şallar son derece ince yünden yapılır ve çok pahalıdır. Bunlar uzun kare biçiminde ve çepeçevre yine aynı cinsten fakat değişik renkteki yünle işlenmiş olur. Bu şalların en zengin olanları on iki ayak uzunluğunda dört ayak genişliğindedir. Şallar yılın her mevsiminde olduğu gibi erkeklere de kemer vazifesi görür. Kışın ise erkekler ister yaya olsunlar ister atlı olsunlar kötü hallerde başlarına örterler. Şemsiye taşıma adeti yoktur. Kadınlar da kışın soğuğundan korunmak amacıyla şalı başına ve omuzlarına örterler.Ayrıca bundan kışlık elbise de yapılır. Bazı kadınlar bu şalları en değerli muslinlere en zengin işlemeli kumaşlara tercih ederler. Halk ise memlekette dokunmuş olan sıradan şalları kullanır. İlkbaharda samur kürkünden Sincana birkaç gün sonra da ermine geçirilir Kürklerin belirli zamanlarda giyilip çıkarılması bir moda meselesi değil bir görgü işidir. Bunların giyilip çıkarılacağı günler padişaha göre ayarlanırdı. Bu kürklerden en değerlisi olan siyah tilki kürküdür ki münhasıran giyilmesi Padişaha aittir. Tıpkı erkeklerin kürklü paltoları gibi kadınların bütün kışlık elbiseler de ön taraftan çift bordürlüdür. Aynı şekilde bu kışlık elbiselerin eteği ve ceplerin çevresi de kürklü olur. Samur seçkin kürklerin en pahalısıdır. Kürk görünümü bir yana aynı zamanda ısınmaya da fayda sağlar. [263] Müslümanlar sadece gümüş saat kullanır. Altın saatler ancak ileri gelenlerce kullanılır. Diğerleri ise pintschbek saat kullanır. Yüzüğe gelince ancak genç bazı ağaların parmağında pahalı taşlı yüzükler görülür.Vatandaşların geri kalanı aynı zamanda mühür vazifesi gören gümüş yüzük takarlar. Yüzüğün aynı metalden yahut kırmızı akikten olan taş yerinde isim kazılıdır. Türklerde arma fikri yoktur; mühürler aynı zamanda ailenin arması işini görür. Bir kimseye başka bir şey yazacakları zaman hem imza hem aile arması olarak faydalanırlar. Türkler sadece gümüş sedef bir kısmı da altın tabaka kullanır. Birçoğununki karton umumiyetle yassıdır. Bazıları kıymetli taşlarla işlenmiştir içine sarısabır yahut enfiye koyarlar. Diğer taraftan millet olarak kemerlerinde taşıdıkları hançer yahut bıçaklarını kıymetli taşlarla süslemeyi daha çok tercih ederler. Sıradan insanınkiler basittir ama; biraz hali, vakti iyi olanlar gümüş saplı hançer kullanırlar. Varlıklı kimselerin bilhassa sarayda görev yapan memurlarınki ise altından yapılmıştır ve elmas taşlarla süslüdür. Bu silahlar bir bakıma Avrupalıların kılıçlarına benzetilebilir. Mühim kimseler bıçağını yada hançerini daima kemerlerinin sağ tarafında taşır. Küçük rütbeli memurlar ve sırdan vatandaşlar ise sağ veya sol tarafa takar. Askerler ,bahriyeliler ve avam tabakası büyük palalar taşır. Ayrıca bunların bir kısmını kemerlerini bir çiftte tabanca süsler. Ancak bunu silah taşımanın yasak olduğu İstanbul'da değil de İmparatorluğun bazı vilayetlerinde ve bilhassa sahil şehirlerinde yaparlar. Kabzası gümüş işlemeli tabancalar kadar yaygın olan diğer bir şey de kılıçtır. Halleri vakitleri ne olursa olsun altın veya gümüşten küpe takı bilezik kemer ve gerdanlık takımdan kadına hemen hemen hiç rastlanmaz. Daha yüksek mevkide olanlarda ise bu süs eşyası en halis inciden ve her çeşit değerli taşlardan olur.Kadınlar çoğu beş altı yüzüğü bir arada takar Kadınların bütün parmakları dahil baş parmaklara dahi yüzük taktığı olur.Kadınların başlıkları yüksektir.Daima düz işlemeli renkli muslinden yapılır ve çiçekler elmaslar yakutlar zümrütlerle süslenir. Kadınlar arasında saat kullanma pek yaygın değildir. Altın yahut elmaslı saati olanlar bunu göğüslerinin sol tarafında barındırırlar ; dışarıdan bakıldığı zaman görülür. [264] Orta derecede hali vakti yerinde olan kadınlar boyunlarından göbeklerine kadar inen altın zincirler asarlar. Bu zincirlere küçük altın paralar asarlar .Bu paraların sayısı da altmış ila seksen arasındadır. Yahut muhtelif boy ve şekillerde madalyonlar asarlar. Bu madalyonların bazısının üzerinde ayetler vardır ki bunlara ayet altın denir. Diğer madalyonlar umumiyetle altın biçimindedir. Bu nedenle armudi diye anılır.Onlarda da Maşallah yazılıdır.Ayrıca seçkin kadınların uzun bir tespih taşıması da adettir. Bu tespihlerin taneleri çok büyük bir ustalıkla işlenmiş akik ,akamber yada mercandan olur. Hatta aralarında ustalıkla elmaslar serpiştirilmiş olanlar yahut altın tellerle yapılmış meşe palamudu biçimi süsler bulunur. Erkekler olsun kadınlar olsun bunu oyalanma vasıtası olarak kullanır. Bu aksesuvarlar, Avrupalı kadınların yelpazeleri gibidir. [265] Müslüman kadınları yazın ve evde olmak şartına bağlı olaraktan yelpaze kullanırlar.Nadiren kadınların dışarıda da yelpaze kullandıkları olur. Türk yelpazeleri yuvarlak biçimdedir. Umumiyetle tavus tüyünden yahut parşömen dediğimiz deriden yapılır. Altın çiçeklerle süslenir. Tutulacak yeri fildişi veya abanoz olur. Erkeklerin ise genellikle sade olur. Erkekler ne şehir içinde ne de dışında baston kırbaç kamçı taşımazlar. Bunları ancak seyahatte oldukları zaman şehir dışında kullanırlar. Muayyen bir mevkide yada ileri yaşlarda şahısların elinde yelpaze varsa güneşin zararlı ışıklarından korunmak içindir. Çünkü Türkler şemsiye bilmezler.Ancak sıcak havalarda kendilerini yelpazeletirler.Erkekleri uşaklar kadınları da cariyeler yelpazeler. Bu da ancak dinlendikleri ve yemek yedikleri zamana mahsustur. [266] Türkler kendilerini sineklerden korunmak için sineklik de kullanırlar. Sineklik ince saz filizlerinden yapılır. Uzunca bir sapı vardır ve önlerinde durmadan sağa sola sallarlar. Bunu bilhassa mühim mevkide olanlar yazı yazdıklarında ve birlikte yemek yedikleri zaman kullanırlar. Türk kadını Avrupalı kadınların aklında bulunan moda gibi bir şey bilmez. Türkiye 'de hemen daima aynı çeşit başlık aynı kumaşlardan yapılma aynı biçimli elbiseler kullanır. Milletin adet ve anneannelerine bu derece bağlı olduğu şaşılmaz. Çünkü İstanbul'da İmparatorluğun başka şehirlerinde yaptıkları icatların şahitliğiyle zihinlerde kararsızlığı durmadan tahrik eden moda tüccarları gibi bir durum söz konusu değildir.Fakat 19. yüzyılda bu tutum değişmiş ve İstanbul kadınları mecmualardan ve moda dergilerinden giysi beğenir ve diktirir olmuşlardır. [267] Müslüman kadınları ne ruj bilir ne far... Kadınların saçlarını doğal olarak muhafaza etmesi yanında başlıklarını teşkil eden muslin sargının etrafına da saç örgüleri dolanır. Elli altmış seksen örgüsü olan kadınlara rastlanır. Örgüler genellikle çiçeklerle ve her çeşit mücevheratla süslenir. Başın ön tarafındaki saçlar kısmen alnın ortasına dökülür. Kısmen de yanakların yanlarını örter.Saç tuvaletinin en çık beğenilen şekli de saçların bütün alnı kapatarak kaşların üzerinde çift hilal meydana getirmesi ve iki hilalin birleştiği yerin burnun başladığı noktaya kadar uzamasıdır.Zaten onların başlıkları yanlarına doğru hacimli olması yüksekliği en tepede ipek yahut sırmalı veya nadide incili bir püskülle son bulması bakımından daha değerlidir. Orta halli kadınların başlıkları fazla yüksek olmaz. Alınları daha açıktır cariyelerde aynı tuvaleti giyer. Diğer taraftan cariyeler hizmet ederken , yahut efendilerinin yanında huzuruna çıkarken asla kürklü elbiseler giymez. Çuhadar ve bütün konakların bütün hizmetçileri için de durum aynıdır. Umumiyetle kadınlar da erkekler gibi başlıklarının altında kırmızı çuhadan yapılma bir takke giyerler. Bazılarınınki beyaz çuhadandır. Bu çuhalar Kuzey Afrika'da dokunur, uzun müddetten beri Fransa'da Orleans'ta dokunmaktadır. Bütün kadınlar bilhassa yazın üstlerine bürümcek bürümlük denilen ince bezden yapılma topuklarına kadar inen uzun kollu gömlek giyerler. İstisnasız hepsi erkeklerinki kadar uzun olan şalvar giyer bunlar topuk üstünden bir uçkurla sıkılır. Erkeklerinki sadece deve tüyü ve kırmızı çuhadandır. Askerler denizciler bazı dervişler ve aşağı tabakadan halkın giyimi son derece boldur. Mavi ve beyaz çuha yahut alaleade kumaştan yapılır. Kadınlar ise her çeşit kumaşı kullanırlar. Çoraplar kadınların elbiselerinden zar zor görünür. Bacak kısmı görünmez. Çoraplar ince pamuk ipliğinden yapılmıştır. Ve uzunlukları bacağın yarısına kadar gelir. [268] Varlıklı ailelerdeki kadınlar ve padişahın ayakkabıları altın gümüş hatta değerli incilerle süslü olur. Çoğu evlerde bahçede dolaşırken tahta altlı galoşlar yahut altın işlemeli inci kalkmalı yüksek altlı sandal takunya giyilir. İskarpin toka ve ökçe gibi şeyleri Türkler bilmez. Müslüman olamayan kadınların Müslüman kadın gibi giyimine kimse karışamaz yeşil hariç tüm renklerde elbise giymektedirler. Türk kadınlarının en çok beğendikleri renk yeşil ve beyazdır. Kadın olsun erkek olsun dileyen yeşil renk elbise giyebilir. Diğer renklerde ferace yasak edilmesine rağmen sarı ve kırmızı elbise de giyilebilir. Umumiyetle İmparatorlukta yaşayan kadınlar, hangi milletten olursa olsun gerek davranış gerekse giyim bakımından sokakta azami derecede edebe uygun hareket etmeye mecburdur. Yasakları delmeye çalışan kadınlar alenen hakarete uğrar. İstanbul sokaklarında sık sık zaptiye nazırlarının kadınlar sert ikazlarda bulunduğu hatta gerekenden uzun yahut değişik biçimindeki geniş yakaları görül düğü zaman ikaz ettikleri bilinir. [269]  Türklerin başlıklarını taktıkları kavukları koymaya yarayan kavukluk denen yüklük daha sonra Fortmonteau adını alarak Türklerin hayatlarında kullanım alanı bulmuştur. [270]  19. yüzyılda kadınların giyim ve kuşamlarındaki aşırı ifrat Kadınların giyim ve kuşamlarındaki aşırılıklara kaçması Atlas ferace giymeleri, gayet ince yaşmaklar kullanmak gibi hal ve hareketlere varmakta iken ,çuhadan giyim kuşama dönülmesi ve masraflı şeylerle giysilerin tezyin edilmemesi yönünde şart koşulan bir ilanname dahi yayınlanmasına dahi sebebiyet vermiştir. [271] 19. yüzyıl memur zihniyetinin doğduğu ve bürokrasinin oturmaya başladığı bir dönemdir.1860 yıllında yazılan tezkere gene; "memurların katip ve zabitlerin, müsteşarların renkli ve yakası devrik setreler ve sakolar giymeye başlamalarının irade-i seniyye mücebince mecalis ve aklamda okunmak    üzere canib-i tesriffatan müzekkere " yazıldığını Cevdet Paşa bize bildirir. [272] Giyim ve kuşamda ki Batılılaşma sadece belli bir üst kesimdeki kadınların yaşamlarında değişikliğe sebebiyet vermemişti; zamanla halk arasına da yayılmıştır. Batı tarzında modern giyim ancak Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün öncülüğünde yapılan yeniliklerle ortaya çıkmıştır. .

4-Mimari (Ev Kültürü)
 
a-Türk Evi ve Unsurları
 
Türklerin geleneksel gündelik hayatlarında ,ev yaşantılarının biçimlenmesinde Orta Asya'dan getirmiş oldukları kültürlerinin bir tesiri olduğu kadar İslami düzen de bu kültürün oluşmasında büyük ölçüde etkisini göstermektedir. Türk hayatında yazın yaylaklarda kışın ise kışlaklarda olan bir yaşamın bulunması söz konusudur. İstanbul'daki duruma bunu uyguladığımızda ise halkın yazı sayfiyeliklerde boğazın kıyısındaki Beşiktaş'taki yalılarda , kışın ise bulunulan sürekli ikametgahta kalmaları söz konusu olmakta olduğu görülür. [273] Vüzera ve ekabir yazın Boğaziçi'nde sahilhanelere taşınır .Anadolu tarafındaki sahilhaneler Beylerbeyi ,Kandilli, Anadolu hisarı Kanlıca ,Rumeli tarafında Beşiktaş Ortaköy, Bebek , Emirgan, Boyacı köy, fazla rağbet gören semtler arasında almaktaydı. [274] Köy ve kent yaşamının yanı sıra saray erkanında yaygın olan yazlık kışlık yaşamı sürdürdükleri görülür. Sefaret erkanı yaz için Boğaz 'a taşınmadan önce güzel havalarda ekseriya Büyükadaya gitmektedir.Tabiiki Galata köprüsü ile Adalar arasında işleyen vapur seferlerinin bu hususta katkısı da büyüktür. İstanbul sokaklarında Türk kadınları arasında ahlak dışı hareketlere pek rastlanmaz. [275] Yalıların en ufağı yirmi odalı olarak bulunur. Yazı oturulan temel mekanlardır. Bir yalının iki kayığı ,bir iki sandalı , iki üç bahçıvanı ayvazı, seyisi, sayısız uşakları halayıkları bulunur. Boğaziçi'ndeki bu yalılarda hangi yalıda toplanılacaksa oradaki büyük odada lambalar ve iri şamdanlı mumlar yakılır çubuklar hazırlan odanın üç yanını dolduran beyaz örtülü minderlerin üzerine beyaz entarili paşalar efendiler ve beyler dizilerek sohbet ederlerdi. [276]  Türklerde seyretmek büyük önem taşır. Ağaçlara büyük önem verirler. Ağaçları kesmemek adına evlerinin yerlerini dahi değiştirirler. [277] Bir Türk evi genelde kapıdan girildiğinde geniş bir sofanın her iki tarafından meydana gelir. Bir evin her odasında mutlaka bir sofa bulunur. Hem iskemle kanepe hem de koltuk yerini tutan sofa oturma yeridir. İstanbul'da dahil olmak üzere Anadolu'daki evlerde dahi nadiren iskemleye rastlanması mümkündür. Bunlar odayı çepeçevre kuşatır. Türk evlerinde bulunan oturma düzeni bağdaş kurarak oturmadır.Bu oturuş biçimi insanı günlük hayatın meşakkatlerinden uzaklaştıran bir oturma sitilidir. Bilhassa kadınların dairelerinde bulunan sofalar çuha yollu kadife ve aynı şekilde değerli başka kumaşla kaplanır.Odada tahta somyalar yatak olarak genelde pamuk doldurulmuş şilteler bulunur. [278] Türk imparatoru tarafından cami inşa ettirmek ve vakıf tesislerinin kurulması için paraca yardımda bulunmak geleneği o kadar yayınlaşmıştır ki İstanbul'da açık bir alan bulmak son derece zordur. 18.yy da vakıfların servet korunması amacıyla yapılan binalar olması büyük önem taşınmaktadır. [279] Evlerin damları umumiyetle kiremit renginde, bahçelerde geniş parlak yeşil yapraklı çınar ağaçları ve bütün ormanların üstünde lekesiz bir gökyüzü bulunur. Pencerelerinde kafes bulunan evler Türklerin evleridir. Bazen oturulan odalarda dışarıdan adamların bulunduğu selamlık denen kısım görülmekte iken haremlik denen ve kadınların bulunduğu taraf ise hiç görülmesi mümkün olmayan bir kısımdır. 19. yüzyılda dahi bu kafes sistemi ve haremlik selamlık usulünün devamı olduğunu İngiliz yazar Müller bize vurgular. [280] Türk evlerinde soba yoktur. Ev halkının ısınması için mangal adı verilen yanan közlerin bulunduğu düzenekten yararlanılır. En itibarlı Türk ailelerinde dahi sadece birkaç ayna bulunur. Bu aynalarda altın yaldızlı portatif aynalardır. Çoğu Venedik'ten gelir. Avrupalılardaki kağıt kaplama yerine Türkler duvarlarını parlak yağlı boya ile boyamaktadırlar. Ekseriya duvarlar beyazdır.Duvarların renkli camlar yahut alçıdan çeşitli desenlerle süslendiği olur. Duvarların bir kısmının üstüne gelen taraflarında manzara,ağaç köşk ,çiçek, meyve, fıskiye freskleri görülür. Mitolojideki resimlere benzeyen figürler ise asla bulunmaz. Dükkanlarda mağazalarda kahvehanelerde olduğu gibi evlerde görülen tablolar hüküm süren padişahın imzası mahiyetini taşıyan tuğrasıdır. Tavanlar tahta ile kaplı olup, mavi kırmızı ve beyaza boyanır. [281] Türklerin evlerini kiraya verme usulleri de yoktur. Fakir ailelerin bir arada oturabilecekleri kulübeler yapıyorlar.Diğer yandan Moltke, kiralamanın mümkün olduğundan hatta kiraların yangınlar sebebi ile fazla yüksek olmasından bahseder. [282] Evler bir yada iki katlı nadiren üç katlı olarak inşa edilmektedir. Birçok konaklarda birinci katı temsil eden alt kat hizmetlilere ayrılmış olan kısımdır. Buralarda koğuş denen iki yada üç büyük oda bulunur. Bütün hizmetliler müştereken bunlardan yaralanırlar. Evde merdiven divanhane denen bir çeşit salona çıkar. Burası büyük konaklarda son derece büyük olur. Divanhanelerin hemen hemen o katı meydana getiren tüm odalarla ilgisi vardır. Odaların büyüklüğü inşaatın hafiflik ve rahatlığı bir odadan diğer odaya geçme kolaylığı ferahlık duygusu verir. Bir evin bütün katlarında hatta en alt katlarında bile zemin ahşaptır. Döşeme olarak bir ayak eninde biçilerek oluşturulmuş tahtalar kullanılır. İleri gelenlerin evlerinde bu tahtalar cevizden yapılmaktadır. Avrupalıların anlamış olduğu manada parke yoktur. Mermer yahut taş döşemeler ise banyolarda mutfaklarda bazı binaların merdivenlerinde ve umumi binaların büyük salonlarında kullanılır. Evlere verilen zararlar yangınların etkisiyle olduğu kadar deprem kaynaklı da olmaktadır. İstanbul'da, Bursa'da 1856'da meydana gelen depremlerde İstanbul'da pek bir hasar meydana gelmese de Bursa'da tarihi yerlerinin yıkılmasının yanı sıra ,yangında çıkmış olduğundan etkinin büyük olmasının tesirinden Cevdet Paşa eserinde bahseder. Yazar ,bu depremin zelzelelerin peyderpey devam ettiğini ve Rusya harbi nedeniyle Bursa'nın ihmal edildiğinden de yakınır. [283] 1856 yılında İstanbul'da Samatya civarında başlayan yangın Yedikule'ye doğru ilerleyerek pek çok Hıristiyan mahallesinin yanmasına neden olmuştur. Bu yangın için iane akçası toplanamamışsa da padişah tarafından yardım da yapılmıştı. [284] Büyük evlerin pek azı bahçe içindedir. Bu evlerin pek çoğu yol üzerinde yapılır. Bunlar renk , biçim yükseklik ve mimari tarzı bakımından diğer evlerle uyuşmadıkları için sokalar çok değişik bir görünüm sergilenen ev mimarisi oluşur. Hiçbir vatandaş kendi keyfine göre bina yapamaz. Komşusunun arsasının evinin bulunduğu tarafa pencere açamaz .Bu kaideye titizlikle riayet edilir. Aynı zamanda inşa edeceği binayı istediği yükseklikte yapamaz. Bu kaidelerin bir nedeni yangın tehlikesini azaltmak ve çıkan yangınları söndürmeyi amaçlamaktadır. Ayrıca umumiyetle çok dar olan sokaklarda hava cereyanı sağlamak ,umumi açık binaları ve bilhassa yapılış metotları bakımından şehrin diğer bütün binalara hakim durumda olması gereken camilerini meydana çıkarmak da amaçlanmaktadır. [285] Umumiyetle süslemeler binaların iç kısımlarında olur. Dış kısımlarda yapmak mümkün olmaz.Ahşap evlerde oturmak daima rutubetli olan ve hiçbir zaman bunlar kadar güneşli aydınlık ve ferah olmayan kargir evlerde oturmaktan çok daha rahattır. Burada güzel bir evin baş şartı dört veya üç pencereden ibaret olmasıdır ki buda ancak; ahşap bir evde mümkündür. Mümkün olduğu kadar odanın her üç tarafında pencere bulunması için ev birçok girinti çıkıntı meydana getirecek tarzda yapılır. Şehir karanlıksa sebep evlerin üst katının alt katından dışarıya çıkmasıdır. Pencere araları dar bir tahtadan ibarettir. Pencerelerin altında boylu boyuna geniş ve alçak sedirler uzanır; dördüncü duvarda ise bir girinti vardır. Bunun ortasında kapı iki yanında büyük yerli dolaplar bulunur. İçlerinde gündüzleri şilte ve yorganlar saklanır. Geceleyin yerdeki zarif hasırların üzerine yatak serilerek yatak yapılır Zengin şahısların evlerinde bu yatak düzenini halayıklar yapar. [286] Akşamleyin ya doğrudan doğruya sofaya ya da yerden bir ayak yükseklikteki peykenin üzerine yatak yapılır. Döşek denen bu peykeler her odada vardır. Şilteler daima yün veya pamuktandır. Kıl veya kuştüyü asla kullanılmaz. Çarşaflar daima pamuklu kumaştandır. Yorganlar ucuz ve pahalı kumaştan yapılmakta olup daima pamuk doldurulmuş olur. Bu bakımdan yorganlar gene ayrı bir çarşafla kaplanmaktadır. Yatakların gündüz vakti görülmesi mümkün değildir. Fakat bu durum hastalık halinin olduğu zamanlar için geçerli olmaz ve o zaman hasta sofaya serili olan yatak yanında yatılır. [287] eçkin ailelerde hanım hamile olduğu zaman doğumdan birkaç hafta önce bilhassa ilk olacak olan doğumlarda oda Şam halısı saten veya başka değerli kumaşlarla döşenmektedir. Ve aynı kumaştan yatak hazırlanır. Doğum burada yapılır yakın akrabalar dostların tebrikleri hep burada kabul edilir. Doğumdan kırk gün sonra bütün bunlar kaldırılır. Ve yeni bir doğuma kadar kullanılmaz.[288] 19. yüzyılda pencerenin alt kısımları kamıştan kalın kafeslerle örtülüdür. Odada ne masa ne avize ne lamba vardır. Geceleri iri üç dört mum yere konur. [289] Müslüman evini geniş cephesi boğaza doğru yapar .Kırmızı mavi veya sarı renge fakat bilhassa kırmızıya boyar. Halbuki Rumlar ,Ermeniler evlerinin dar tarafını baş şehrin ana caddesi olan boğaza çevirirler. Ve bilhassa kurşuni renkte siyah veya siyaha çalan renklerde badana eder. Bu evlerin çoğu geniş olduğu için sokağın üstünden asar ve ta arkadaki tepelere setlere kadar tırmanır. Eğer ev geniş bir yapıdaysa bunu sanki iki ayrı mülkmüş gibi görünsün diye kurşuninin iki ayrı boyaya boyarlar. Galata'daki bankalar bölgesinin imarında büyük banka sahiplerinin sözü büyük önem taşımaktaydı. Mısır kilimleri,İzmir,İran halıları yaz aylarında yerini hasırlara terk eder.İran halıları desenlerinin güzelliği ve incelikleri bakımından daha fazla rağbet görür. Doğu ülkelerinde terliği dışarıda bırakma adeti nedeniyle evler temizdir.Hasırlar parlatılmış cilalıdır. [290] Kaldırılarak açılan pencereler, İngiliz,Hint pamuklusundan yapılma perdeler aynı kumaştan sofa örtüleri ve kapı perdeleri sayesinde evlerin içi çok güleçtir. [291] Türkler çamaşırlarını çalılara sererler. Pencerelerin kenarlarına serme alışkanlığı da vardır. Kışın yaygın olan ve yangın çıkmasına sebebiyet veren diğer bir çamaşır kurutma yöntemi ise çıtalardan oluşan yaklaşık bir metre yüksekliğindeki ve arı kovanı biçimindeki çerçeve, köz dolu olan bir mangalın üzerine yaklaştırılıyor çamaşırlar birbiri üzerine bu çerçeveye sarılıp burada yavaş yavaş kurumaya bırakılıyor. Ama kişi en alttaki çamaşır kurur kurumaz almayı ihmal ederse hepsi birden yanan çamaşırlar alev topuna dönerek yangın çıkışına sebebiyet veriyor. [292] Türk evlerinin üst kısmı tahtadan yapılır ve çatı kaplaması nadiren yapılır. Türk evlerinin döşeme ve iç mimari açısından sadeliği pahalılığı önlemektedir. Zira Türk evinin içinde mobilya ayna,resimler, koltuklar, tapetan, pahalı bulunmaz. [293] Kusursuz bir temizlik Doğudaki evlerin başata gelen özelliği her yöne bir sürü odanın açıldığı geniş odaları örten Hint hasırlarının üstünde tek bir ayak izi hatta bir tek toz tanesi dahi görülmez.İçilen bardaklar kirlenme olasılığına karşı temizlik ve titizlik içinde yapılmıştır. [294] Umumiyetle zemin katta bir çeşit konuşma odası vardır. Burada cariyelerin en yaşlısı evin kahyasına hanımın isteklerini bildirir. Bu konuşma dolap denen bir yer vasıtasıyla yapılmaktadır. İstenilen şeylerde yine burası vasıtasıyla hanımlara iletilmektedir. Cariyelerin misafirlerin yanında bulunması adettir. Cariyeler genellikle salonun kapısının yakınlarında elleri göğüsleri üzerine kavuşturulmuş oldukları hizmete hazır bir şekilde hürmetle beklerler. Erkekler kısmındaki köle ve uşakların da aynı kadınların cariyelerine benzer bir biçimde bekleme durumu vardır. [295] Gümüş yahut yaldızlı gümüş şamdanlara ancak zenginlerin evinde rastlanır. Milletin geri kalan kısmı kalaylı bakır yahut pirinç şamdan kullanır. Bunlar geceleyin odanın ortasındaki küçük yuvarlak bir masaya konur. Diğer yandan zenginler ve devletin ileri gelenlerinden biri bu tip şeyleri kullanmak isterse daima bunları bazı gözlerin hışmından sakınmak zorunda kalır. Yabancı adetlerine benziyorsa tamamen sakınılır. Evlerin pek çoğunda mermerden yapılma bir veya iki oda bulunur. Bunlar kargır derler. Bu sağlam kargır denen kısımların kapı ve pencere kısımlarının demirden yapılaması durumu söz konusudur. Evin en değerli eşyası burada muhafaza altına alınmış olur. Bir yangın çıkması durumunda ise evin içinde bulunan eşyaların buraya nakledilmesi sağlanır.
Türkler evlerinde koyun beslemektedir. Bu durum konaklar ve yalılar için imkansız gibi görünürken Türklerden   küçük semtlerdeki oturan kişilerden bazılarının hayvan besledikleri de bilinir. Büyük konaklarda ve sarayda sadece ulaşım amaçlı olarak kullanılan atlar değil sarayda sarayın ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kesimlik hayvan beslenmektedir. [296] Evlerin pek çoğunda hatta dış görünüşü pek sade olanlarda dahi mutlaka bir araba kapısı bulunmaktadır. Mutfak ve kilerler daima zemin katta olur. Hiçbir yerde yer altı mahzenleri depoları ahırları yoktur. Birçok Türk yeraltında bulunan bu gibi dar yerlerden yararlanma durumlarını düşünmediği gibi olmasını isteyenlerin dahi rutubetlenmeden çekindikleri için yapmaya yanaşmadıkları bilinir. Hemen her evde özellikle ileri gelenlerin konaklarında bol su vardır. Her evde sarnıç bulunması adettir. Bu sarnıçlar çok derin olur ve çok sanatkarane bir süslemeye sahiptir. Yağmur suları çatıda yapılan çeşitli akıntı yollarıyla buraya akıtılır. Türkler hafifliği bakımından bu suyu diğer bütün sulara tercih ederler. Ayrıca evlerde kuyusu olamayan ev yok gibidir. Bir kısım ev sakinleri de mahallelerindeki çeşmelerden büyük ölçüde yararlanırlar.Bir bardak su içen Türk verilen o suyun nereden geldiğini anlar Çır çır, kanlı kavak , yakacık ...
 
19.yüzyılda büyük konakların su ihtiyaçları umumi çeşmelerden veya sakalar arcılığıyla karşılamaları imkansızdır. Kendi su kaynaklarına sahip olmaları kaçınılmazdı. İstanbul'un büyük evleri sularını doğrudan su kemerlerinden alırlardı.Ev sahibi en yakın su deposundan bir su kölesi almayı ihmal etmezdi. [297] Masura İstanbul'da su içme birimi olarak kullanılırdı. Hak sahibi arasında suyun denetimi şu şekilde olurdu. Tek bir boru ,suyu saat denilen küçük bir su deposuna getirir. Bu saatin hak sahiplerinden her birinin satın almış olduğu masura miktarına göre çapları değişen delikleri vardır. Masuralar ne kadar çoksa deliklerin genişliği de o kadar fazladır. Bu boruların deliklerinden su akardı. [298] Sokaktaki dükkanların tabelaları yoktur. Ana caddeler , meydanlar konaklar saray bahçeleri ramazan ayında aydınlatılır. Bu aydınlanma bir tuhaf olmakla beraber; yer yer uzun metal sırıkların üzerine metal kaplar konur. Bunların içine çıra veya mesela denilen katrandan bezler asılır. [299] Şehrin dışında geniş arazi alan bir ağa veya herhangi bir şahıs orda çiftlik denen büyük binalar yaptırır. Bu binalar kendinin kullanımından çok orada yaşayanların kullanması için yaptırılmış olan yerlerdir. Bu alanların çoğu İstanbul civarında değildir. Asya yakasında Üsküdar'ın ötesinde Avrupa yakasında da Edirne yolu üzerinde Büyük çekmece ve Küçük çekmece civarındadır.Bu çiftlikler hükümet merkezinde yaşayan devlet görevlilerinin elindedir. [300]
 
b-İstanbul ve Yangınlar
 
İstanbul'da yangınlar çoktur ve bu artık halka doğal gelen bir vakadan ibaret olsa gerektir.Birçok aile evlerinin yanışını mangal karşısında oturur gibi serinkanlılıkla seyreder hale gelmiştir. İstanbul'da soba ve ocakların yerine tandır bulunur. Bu tahtadan yapılı iki ayaklı bir çeşit sandık içine sıcak bir kül koyuluyor üzerine bir halı veya işlemeli bir kumaş örtüp ısınmak için ayaklarını bunun altına uzatıyor ve böylece çalışıyorlar. Baba içeri girince oğulları ayağa kalkar aynı şey kadın içinde söz konusudur. Uyuyup kalındığı zaman tandırın sıcak külleri evi ateşe veriyor. Ev sahipleri de böyle durumlara alışmış olup durumlarından müteessir değillerdir.Çıkan yangında Türk çabucak eşyalarını kıyıya yükleyip büyük bir umarsızlıkla seyreder. Tulumbalar yangınları söndürmek amacıyla oluşturulmuş olan teşkilatlardır.Tulumbalar az değildir ve Türkler bunlardan harikulade birer makinelermiş diye gurur duyarlar. Bu makinelerin su tutma kapasiteleri azdır. Yangınlar esnasında hırsızlığın görülmesi tabiidir ve adaletin gerçekleşmesi adına hırsızların ceza görmesi de hiçbir zaman gerçekleşmez. [301]
Yangın eğer zengin bir kişinin evinde çıkmış ise ev sahibi ile tulumbacı arasında müthiş bir bahşiş üzerine müzakere başlar. Yangın büyük ölçüde yayılmış ve eşyaların büyük bir kısmı yanmış ve yangın daha fazla yayılmışsa da istene paranın iki isli ödenir. Padişahtatulumbacılara para dağıtır. İstanbul'da hırsızların yangın sırasında iş yaptıkları bilinir.Yangın çıkarırken yakalanan kişiler derhal orada ateşe
atılırlardı. [302]
 
c-19. yüzyılda Mimaride Değişim
 
İstanbul'da 19 .yüzyılda artık şehremaneti Nezaretinin kurulması ile beraber ve Beledi teşkilatın işlemeye başlamasıyla şehrin mimari siluetinde değişmeler gözlenmeye başladığı görülür. 1848 'de İstanbul'da çıkarılan Ebniye Nizamnamesi ile ,sokakların intizam ve düzene girmesi için caddelerin genişlikleri hesaplanmış ve belirli ölçüler getirilmiş , çıkmaz sokakların önlenmesi için tedbirler alınmıştır. Sürekli çıkan yangınların önünü olabilmek adına evlerin ara kısımlarına kargir duvar inşasına karar verilmiştir. Evlerin mutfak ve hanların ocaklarının bacaları demir hatıllı tuğladan kargir yüzlü olarak halis harç ile kiremitten birazda yüksekçe yapılacağı belirtilir. Evlere Cunba yaptırmak isteyenler bunu belli ölçüler dahilinde sokağın intizamını bozmadan yapacaklardı. Değirmen ve fırınların yapımlarının yangın çıkarmayacak biçimde tasarımlarının kargir duvar tezyinatıyla yapılmasına ve özellikle İskele meydanlarında ve camii şerif avlularında sair meydanlarda bina inşasına izin verilmemesi sağlanmıştır. [303] 19. yüzyılda 1863 yılında yayınlanan Turuk ve Ebniye Nizamnamesi ile sokak ve binaların inşasına bir nizam getirilmesi de gündeme gelmiştir. Boğaziçi'nde sahil hanelerde yıkılan binaların yeniden inşasına kargir duvar inşası ve belli ölçülerin esas alınması dahilinde izin verilmiştir. Sokakların intizamlı ve düzenli olması amacıyla sokaklara tabela sistemi getirilmiş, meydan ve üç ve dört yol ağzı olarak bulunan yerlerdeki yol ağızlarının haritalarının çıkarılmasının ardından ,bina yapımına izin verilmesine karar verilmiştir. Sokak açılması gündeme gelirse bu sokakların haritalarının yapılmasına ve eğer bina açılacak yerde arazi ve bostan kullanımda ise Ticaret Nezaretine başvurmasına karar verilmiştir. Camii şerif ,türbe mektep ve çeşme inşasına kalkışıldığı takdirde binaların önlerinin açıklığı ve avlularınınsınırları belli mesafelerde olacaktır. [304] İstanbul'un eski semtlerinin daracık çıkmaz sokakları çoğu zaman tulumbacıların zamanında yangın yerine ulaşmasını imkansız hale getirmektedir. Bu nedenden Osmanlı İmparatorluğunun seçkinleri yangına karşı önlem olarak çıkmaz sokakların ortadan kaldırılmasını ve caddelerin düzeltişini amaç edindiler. Aynı sebepten ahşap evlerin yapımı yasaklandı. Yangınların yayılmasını sadece kargir binalar gerçek anlamda engelliyordu. Öte yandan maddi imkanı olmayan kargir inşaat için gerekli malzemeleri alamıyorlardı. Bu yüzden Osmanlı yönetimi kargir bina yapımını sadece değerli caddelerle zorunlu tutmakla yetindi. Diğer sokaklarda ise evlerin aralarına yangın duvarları yaptırdı. Ayrıca 19. yüzyılda .iken yangınlar caddelerin genişletilmesini sağladı. Bir bölgede ondan fazla ev yandıysa da 1882 'de çıkartılan bir yasaya göre bu bölge yeniden parselleniyordu. Yine mal sahipleri ise caddenin genişletilmesi için arsanın bir bölümünden feragat etmek zorunda bırakılırlar. [305] 19. yüzyılda aile yapısında değişmenin başladığı görülür.Yüksek kesimdeki devlet görevlisi dışında karısının Avrupai temayüllerini destekleyen genç ve peşin hükmü olmayan Türk erkeğinin haremi ile ahlaken sert veya ana baba hususunda katı bir Müslüman ve yenilik düşmanı olan ve evi kendi bildiği gibi idare eden yaşlı bir ananın tesiri altında Türk erkeğinin haremi. olarak iki tür harem vardır. Birincisi Avrupalı hanımın evine benzer .Evde bir piyano bulunur ve Hıristiyan bir kadın evin koca hanımına piyano çalmayı öğretir; dikiş kutuları küçük hasır iskemleler ,bir şezlong bir yazıhane hanede vardır. Evin hanımının suluboya resim yapmak için her şeyi vardır; ve bu şevkle çiçek ve meyve resimleri yapar. Günün belli saatinde Fransızca hoca eve gelerek hanımla Fransızca konuşur.Bazen Alman kadın fotoğrafçı resmini çekmek için gelir. Hastalandığı zaman Avrupalı hekim muayene eder. Ayda bir Fransız terzi kadın gelip son moda mecmuasına göre biçilmiş olan bir elbisenin provasını yapar. Neticede hanım dini İslam olan Avrupalı bir hanımdır. Öteki hareme gelirsek orada her şey hanımın elbisesinden en küçük adet ve edevata kadar her şey
Türk'tür.Eve kurandan başka hiçbir kitap girmez. Bu evlere İstanbul gazetesinden başka bir şey uğramaz. Hanım hasta olunca hekim çağrılmaz.Bunun yerine bütün dertlere karşı kendilerine mahsus tabiatüstü tabii bir kuvvetleri olan üfürükçü kadın çağırılır. Eğer gelinin anasına ve babasına Avrupalılaşma adeti bulaşmamışsa kızlarını ancak haftada bir gün görmelerine izin verilir. Evin bütün açıklık yerlerine parmaklık ve takılmıştır. Türk evinin içinde bulunan sedir minder ve diğer geleneksel eşyanın yanında kanepe sandalye ve masa bulunması Avrupalılaşmanın delilidir. [306] 1874 'de Türkiye'ye gelen İtalyan Edebiyatçı Amicis her sene Türk elbisesi olan kaftanın yerinin ortadan kaybolmakta olduğunu tespihin yerini gazetenin aldığını şarabın iyi suyun yerini aldığının Sigara kullanımının çubuğun kullanımına son vermekte olduğunun , yerli arabanın yerini modern arabalara döndüğünün davulun piyano kullanımına terk edildiğinin Fransız gramerin ,Osmanlıcanın yerine etkinleşmeye başladığının kargır evin de ahşap evin yerine yaygınlaştığından esefle bahsederken artık Türkün öldüğünün Tanzimatçı zihniyetin başladığını bildirir. [307] Batılılaşma önce üst kesimlerde başlar II.Mahmut'un yasak olan insan sureti yapılmasını ihlali edip portresini yaptırması ve yerli alaturka müziğin terk edilerek donanmada dahi klasik müziğin çalınmaya başlaması Batılılaşmanın uygulamaya konmasının en büyük etkisi olmuştur. 19. yüzyılda inşa edilmiş olan Yıldız Sarayı ,Dolmabahçe Sarayı ,Çırağan Sarayı gerek görünüşü gerekse iç tezyinatı açısından Avrupa usulünde yapılmıştır. [308] Cevdet Paşa Kırım harbi sonrası 1856 İstanbul'daki alışverişin ve harcamaların esnafı zengin etmesi yanında Mısır'dan gelen bir kısım yasaların bu harcamaları körüklediğinden de bahseder.Özellikle Osmanlı devleti içinde İstanbul'da da rağbet gören alafranga yaşama merakı böylelikle daha da körüklenir. Bu dönemde Boğaz içindeki yalılar ve sefa alemleri vazgeçilmez unsurlardandır. [309] 19.yy üst kesim bürokrasisinde Avrupalılaşmanın yanlış anlaşılması söz konusudur. Avrupalılaşma sırf o dili kullanma (Fransızca),içki içme kumar oynama ve kadınlarla dansetme olarak anlaşılır ;bu özelliklere sahip olan Türk'ün artık Avrupalılaşmıştır. [310] Ev yapısı ve ev iç yaygı malzemeleri Batılılaşmaya maruz kalan Türk evinde zamanla değişmiştir. Osmanlı devletinin son dönemlerinde hızla batılılaşmaya maruz kalan mimari yapı Cumhuriyet döneminde diğer unsurlarında katkısıyla günümüze kadar gelen bir gelişim izler.

(III. BÖLÜM)
DEĞİŞEN KÜLTÜR
 
1-Eğlence Kültürü
 
a-Devletin Tertiplediği Törenler
 
Osmanlı Devletinde eğlenceler devleti için olduğu kadar halk içinde vazgeçilmez eğlence vasıtası olmuştur. Devletin tertip etmiş olduğu törenler daha çok resmi nitelik taşımaktadır. Halkın kutladığı dini bayramları devlette kutladığından aslında bayramları birbirinden ayırmakta imkansızdır. Padişahın başa geçerken yaptığı ilk iş kılıç alayıdır. Kılıç kuşanmak Türk imparatorunun taç giymesi ,iktidara sahip olması demektir. Bu törenler için vezirler ,yüksek rütbeli subaylar ulema sınıfı ve genellikle yetkileri bakımından hükümete bağlı olan tüm memurlar padişaha refakat etmek üzere sabahın erken saatlerinde saraya gelir ve padişahın kılıç kuşanma merasimin eşlik ederlerdi. Padişahın kılıç alayını kutlanması sırasında cambazların ip üzerindeki gösterileri , Yahudi komedyenlerden meydana getirilmiş bir topluluk gösterileri yaygın olarak yapılır. Davullarla çalınan tokmaklar , nekkareler ,klarnetler ve trampetler musiki olarak kullanılan araç ve gereçlerdir. [311] Her yıl Haremeyn'i Muhtarrameyne gönderilmesi gereken Surre-i Hümayun Topkapı sarayından çıkar;Mekke'ye doğru yola koyulurdu. Bunun yanında Ramazan Bayramının kutlanması Kurban Bayramı, Mevlitte her yıl belirli bir nizam ve intizam halinde kutlanır; sarayda kutlamalar yapılırdı.Surre önceleri Dersaadetten Şaban 'ın 15. günü alay ile Üsküdar 'a geçer. Ve geri kalan ihtiyaçlar tamamlandıktan sonra yola çıkardı. Sure eminine yolda akam denilen kimseler hizmet eder, çadırları kurup kaldırır, deve ve hayvanlara bakardı. Devletin belli sayıdaki akkamların bir de akkambaşıları vardı. Surre emininin maiyeti ve emrinde bulunacak olan makamların lisan bilmeleri ve geçilecek olan yolları iyi tanımaları için Suriye Halep Beyrut ve civar ahalisinden seçimleri yapılırdı. [312] 19.yüzyılda Sarayda davetlerin diğer dönemlerden farklı olarak yabancılara da verilmiş olduğu görülür. Osmanlı sofrası elçiler dışında yabancı veliahtlara açılır. 1275 (1860) yılında Rus kralı kardeşi Konstantin Kudüs'e uğramasının ardından Dersaadete gelir. Padişahla yemek yemeleri Osmanlı devletinin ilklerden biri olmuştur. Divan-ı Hümayun tercüman Arifi Bey ayak üzere tercüme yapmıştır. Cevdet Paşa, II. Mahmut döneminde Avusturya İmparatorunun kardeşi Arşidük İstanbul'a geldiğinde kendisine Saray-ı Hümayunda kendisine sofra hazırlandığını ve II. Mahmut'un "Ben Avrupa ile olan münasebatı sarayda bir ziyafet vermek derecesine kadar getirdim. Andan ilerisini ahlafıma bıraktım" demiş olduğunu nakleder. Abdülmecit Han saraydaki ziyafette hep vukela bulunduğundan sofraya oturmamış ise de Prens zevcesini alıp Harem-i Hümayunda bazı kadınlar ile beraber sofraya oturarak ikrama katılmış ve daha sonra eskiden olduğu gibi Küçüksu'da yemek yenilmiştir . [313] 1275 (1863) yılında İngiltere Veliahtı Prince de Galle Dersaadete gelmiştir. Göksu köşkünde padişahça ziyafet verilmiş, sadrazam Fuat Paşa ve Ali Paşa ve Kaptan-ı Derya Serasker Paşa Kamil Paşa İngiliz elçisi ve bir general ile sofrada yemek yemiş ve o zamana kadar gelenek olmadığı halde -padişahlar vekil ile yemek yemezdi. Padişah ve devlet erkanı yanı sofrada hazır bulunmuşlardır. [314] Kırım Muharebesinin kazanılmasının ardından gerek halk gerekse hükümet erkanı huzur ve sükuna kavuştu. Batı mimarisi örnek alınarak yalılar köşkler konaklar yapıldı. Ve bu binaların içi de batı stiline uygun döşendi. Alafranga sofralara sazlı sözlü pek parlak ziyafetlere heves edildi.Vaktiyle yapılan Helva sohbetlerine karşın( İstanbul'un kış eğlencelerinden ) Galata ve Beyoğlunda alafranga eğlenceler tertip edilmeye başlandı. 1856-1857 yıllarında Nişantaşı'nda iki defa padişah çocuklarının zifaf ve sünnet düğünleri tertip edildi ki her ikisi de son derece şatafatlıydı. Bu durumu gören halk da şatafata özenmekten kalmadı. [315] Doğum eğlencelerinin de eğlence dünyası içinde payı büyüktür. Şehzadelerin doğumu ile yedi gün karada, üç gün denizde eğlenceler olurdu. Dükkanların önünde ve sokakların iki yanında kaldırımlara dikilmiş üç dört adım mesafeli direkler hem kendi aralarında hem evlere bağlanmışlardır. Defne dalları ile karışık çeşitli, renklerde kıvrık dallarla süslü ve çatıları ince bakır yapraklar asılmış beşik görevi görerek rüzgarla sallanırlar. Zenginlerin evleri ev sahibinin isteği doğrultusunda süslenir. Bu evlerin önlerinde sokakların üzerinde atla geçecek olanları rahatsız etmeyecek yükseklikte lambalarla ve kağıtlarla süslü başlıklar asıldığı da bilinir. [316]Loğusa olan kadının son günü altıncı gündür evvelce hatır sormaya gelmiş olanlar özellikle davet edilirlerken bu toplantılarda çoğunlukla bir koca hanıma mevlit okuturlar.Akşama kına gecesidir. Bütün davetliler beklenir sabaha kadar çengiler oynar.Gece yarısı Beşik çıkma merasimi yapılır.Ebe hanım çengilerle beraber aşağı kata iner .Beşiği muhafaza edildiği odadan çıkarırlar. Önünden ve arkasından ikişer kadın tutmuş soygun denilen ve düğünlerde hizmetçilik eden hamam ustaları beşiğin dört yanında kırmızı yeşilli fitilli mumları ellerine almış ve ebe hanım renk renk askılarla süslenen beşiğin önüne düşmüş bir halde çalgıcılar çalarak ve çengilerde oynayarak yavaş yavaş yukarı   kata çıkarırlar. Alay misafir odasını geçerek loğusanın odasına girer. Beşik odanın ortasına konur. Ebe hanım baş tarafa oturarak ince sesli ninni söylemeğe başlar. Buna çalgı da katılır. Bu esnada aile fertleri tarafından çengilerin her birine çeşitli kumaşlardan askılar asılır,   misafirler tarafından altınlar yapıştırılır. Sıracıların defleri altın paralarla dolar. [317] Gece yemiş çıkarılması kına gecesi adetlerindendir. Büyük madeni tepsilere yemiş tabakları konur, tepsinin etrafı allı yeşilli mumlarla donatılır. Ve yemişler mevcut misafirlere yetecek miktardan kat kat fazla hazırlanır. Beşik çıkma merasiminin sonunda çengiler tekrar aşağı kata inerler. Hazır olan yemiş tepsilerini ikişer kadın taşımakta ve önde çengiler oynamakta oldukları halde yukarı kata çıkarırlar. Hanımlar darısı evinize sözü üzerine çalgıcıların sözüyle herkes yemişe saldırırdı. Loğusanın yedinci günü yatak kalkar. Ebe hanın ayrıca çocuğu yıkar kundaklar ve sonra evine gider. Kırkıncı günü loğusayı ve çocuğu hamama götürürler. Hısım akraba konu komşu kırk hamamına davetlidir. Hamamın dışarısında loğusayı ve ebe hanımın kucağındaki çocuğu çengiler ve çalgıcılar çalıp oynayarak üç defa dolaştırır. Bundan sonra içeriye götürürler. Artık hamamın dışında çengi ve çalgı akşama devam eder. [318]  Doğuda kişinin bir oğlunun olmasından ve Müslüman olmaktan daha çok gıpta edilecek mutluluk saygınlığından daha yüksek paye yoktur. Haydarpaşa'da 1847 yılında sultanın toplu sünnet için sekiz bin oğlanın toplanması olayı da büyük bir eğlence tertiplenmesine neden olmuştur. Her oğlana sünnet ücretinin yanı sıra ve günlük geçiminin yanı sıra sünnet hediyesi olarak iki yüz kumaş ve yeni hediyeler verilmiştir. 19. yüzyılda İstanbulluların alışmış oldukları bir törende Cuma Selamlığı Cuma Namazı sırasında yapılan merasimdir. Halk padişahı daha sarayın kapısında karşılar alkış tutar Alkış Padişahım çok yaşa demektir; yoksa elle alkış adet değildir. Yıldız sarayında ise Müslümanlar olduğu kadar Hıristiyanlarda bu merasime ilgi gösterirlerdi. Yıldız Camii'nde şehzadelere hatta saray kadınlarına yer ayrılmışsa da bu merasime iştirak etmek o kadar kolay değildir. Cuma namazına gelenler dahi tedbir amacı ile girerken kontrolden geçirilmek zorundadırlar.  [319]
 
b-Halk Eğlenceleri
 
Ramazan eğlenceleri hem başkentin yönetimi hem de halk arasında yapılan eğlencelerdir.Ramazan ayı her yıl on bir gün ileri gider.Bu günlerde güneşin doğumundan güneşin batışına kadar Müslümanlar yemek yemez.Ayın hareketlerinin tespit ettiği Ramazan bayramında daha uzun ve daha sıcak günlere sahip yaz mevsimine rastlaması sonucu oruç zor tutulur. Ramazanın asıl zahmeti çalışanlaradır.İftarda yenen yemek uzun süre (Teravi) ve gün doğmadan ve yemek yeme, yiyecek ve içecekten Müslümanların tamamen uzak durması çok zor olmaktadır. Minarelerin şerefine çıkan müezzinler güneşin kayboluşunu izler ve ilik işaret Ayasofya'dan geldikten sonra camilerin tüm müezzinleri ezanı tekrarederler. Ezanın okunmasının ardından en sofu olan Müslümanlar abdest tazeler. Diğerleri artık büyük bir ihtiyaç haline gelmiş tütüne sarılır. [320]
Oruç tutmaya mani bir hastalığa tutulununsa Türkler oruçlarını bozabilirler. Yalnız iyileştikleri zaman hastalık sebebiyle kaçırdıkları oruç günlerine karşılık oruç tutarlardı.Düşman elinde bulundukları ve bir muharebe olduğu zaman oruçlarını erteleyebilirlerdi. Şarap içmemek Ramazan ayında daha bir önem kazanır. Ramazan bayramında geceleri davul çalan bir adam herkesi uyandırır.Kadınlar yemek hazırlar gün ağarıncaya kadar yemek serbesttir. [321]Ramazan gecelerinde Müslüman genç kızlar ve erkekler İstanbul sokaklarını dolaşır. Camileri ziyaret eder kahvehaneler ve öteki eğlence yerlerine giderler. Ramazan bayramının sürdüğü zamanlarda gün boyu sokakta çalan mehterler akrobat toplulukları köçek, hokkabazlar,açık havada gösteri yapan cambazlara rastlandığı gibi geceleri yakılan maytaplar her tarafı da aydınlatırlar. [322] Kadir gecesi ramazanın bitiminden iki gün öncedir. Ve o gece minareler kurandan alınmış ayetleri yansıtan ışıklı yazılarla süslenir. Kadir gecesinde sulatan meşaleler altında ve kendisine eşlik eden askerle büyük bir ihtişamla camiye gider. Önünde baş çalgıcıları bulunur. Türk kadınları bu fırsattan yaralanarak dışarı da bulunmuş ve eğlenmiş olurlar. [323] Ramazan bayramının birinci günü sabahında her koca karısını öper , çocukları ana ve babalarının ellerini öper. Eş dost ve akrabalar sokakta sarılıp öpüşürler. Birebirlerine iyi bayramlar dilerler. En yoksulundan en zenginine kadar her Müslüman olanakları ölçüsünde en güzel giysilerini giyer. Kadınlar kendilerinden daha yüksek düzeydeki öteki kadınların bayramını kutlar. Yüksek düzeydeki kimseler ziyaretlerini bayram bittikten sekiz gün sonra yapar. Ramazan bayramı süresince insanları sahura kaldırmak için vurulan davul bayram şenliklerinde kutlama yapmak için vurulur..Ramazan boyunca zenginler kapılarını herkese açarlar. Gelen her yoksul doyurulduktan sonra kendisine mendil içinde verilen belli miktar parayla gönderilirler.Davulcu sokaklarda kızlı erkekli çocuklar olduğu haldedolaşır. Kadınlar bu manzarayı panjurların arkasından izlerler. Kadınlar ipek mendiller içinde para atar. Yoksullarda evleri dolaşarak limon portakal şeker dağıtır; Karşılığında para ve giysi alır.Erkeklerde ziyarete giderler aşağı sınıftan olanlar yüksek sınıftan olanlara şeker ve meyve götürür. [324] Halk bayramı gürültülü patırtılı eğlencelerle kutlar.Halk hep birlikte gezici çalgıların , meydan çığlıklarının ,kılıçlarla büyülü fenerle gösteri yapan şeker kurabiye ,pasta ve meyve satıcılarının bulunduğu ,kentin belli başlı mekanlarında toplanılır. [325] Bayramlarda büyük caddelerin kenarlarına yüksek direklerden oluşan bir yada iki iskemle kurulur ve bunlara yerden bir adamın boyu yüksekliğinde ulaşabileceği kadar ipler bağlanır.Halk buralara gelir ve insanlar buralara tutunarak keyfince sallanırlar. Yükseklere uçarlar. Bu salıncakların başında duran görevliler tutukları kuşak biçiminde bezle sallananlara hız kazandırırlar ve beş defa savurma karşılığında para alırlar. İskelenin üzerine tente biçiminde bir halı serilir. Çevresine de süs olarak narenciye meyveleri, mendiller, şeker külahları ve yapraklı ağaç dalları asılır. Yüksek konumdaki kişilerin de bu türden kendi evlerinde eğlenceler düze de olur. [326] Ramazan boyunca erkekler bir buçuk saat süren Teravi Namazı kılarlar. Ramazan bayramında bu bayramın gecelerinde büyük bir fener alayı düzenlenir. Padişah saltanat kayığı ile gelir. Gemiler ışıl ışıldır. Kıyıda kırmızı ve mavi parıldar. [327] Ramazanda Göksu vadisinde sultan ağacı denen bir ağacın gölgesinde sulatan serilen bir halıya oturarak keyif yapar. [328] 19. yüzyılda ramazan bayramının devam ettiği süre içinde büyük bir dikkatle çanak terslerine zeytinyağı ve fitiller konur , kiremit parçalarından muşamba ve mumlar dikilir , yaya kaldırımları üzerine dizilir. Maytaplar yanmaya fişekler patlamaya başlar; artık gelip geçenlerden yağ ve meyve mum parası toplamak için eski adet üzere hak kazanılmış olurdu. Alay alay sokaklarda yağ ve mum parası sesleri uğuldamaya başlar . Fenerlileriürkütmek ve onlara mum parası verdirmek için ( Bakkalda üzüm Fenerde gözüm) tekerlemeleri hızlı hızlı söylenir. Böylece gelip geçenlerden yağ ve mum parası toplarlar . [339] Ramazan bayramında minarelerin etrafında asılı kandiller sabaha kadar yanar. Oruç ayında herkes gücünün yettiği ölçüde iyi yemek yer. Bayramın ne ve niçin yapıldığı sorulduğunda kimse cevap veremez. Hocalar nasıl öğretiyorsa böyle hareket etmek zorunlu görünmektedir. Bunu Türkler adet haline getirmişlerdir. Hiç kimse hocaların sözü dışında bir şey yapmaz. Hocalara karşı koyulamaz. Ramazan bayramına büyük bayram, öteki Kurban bayramına da küçük bayram denir.[330] Ramazan bayramının ardından gelen Kurban bayramı da top atışları ile halka duyurulur. Padişah devlet büyükleri ve hali vakti yerinde olan herkes bir veya birkaç koyunu kurban eder. Bu amaçla koyunların yünleri taranır; boynuzları süslenir. Ve ilk kurbanın Mekke'de yapılacak kurban merasimine denk getirilmesine dikkat edilir. Bayram günlerinde büyük ölçüde tüketim yapılır. Her Müslüman yeni elbiseler edinir, verir veya alır.Halka bu zaman zarfında her türlü eğlence müsaittir. [331] Kurban bayramında herkes kudretine göre bir iki kurban kesmek zorundadır. Bu koyunların sabah erken saatlerde bayram namazından dönen evin erkeği tarafından bizzat kesilmesi icap eder. Kesilen etlerin büyük bir kısmı etrafa ve fakirlere dağıtılır; bir kısmı da evde yemek için ayrılır. Yine Padişah kendi sarayında bayram düzenler. [332] Kurban bayramında zenginler kurban kesme işini kendileri adına yapan kasaplardan yararlanırlardı. Bu iş için imkan dahilinde on yada on beş koyun kesebilirlerdi. Bu bayramın üç günü de yoksulların yararlandığı eğlencelerle geçer. Yoksullar bayramda kendilerine getirilen etlerden, hem o dönemde yaralanırlar hem de bir kısmını daha sonra yemek üzere ayırırlar. Bayram süresinde kölelerin ve hizmetçilerin mutfakta çok ağır işleri olur. En önemli işleri et salamurası hazırlamaktır. Kullandıkları yöntem eti kızarmakve tuzlamaktır. Bu işler bitirildikten sonra et büyük küplere konur ve küpün hava almaması içine yağ konur. [333] 19. yüzyılda kahvehaneler kadınların uğradıkları bir mekandır. Sandalyelerin bulunduğu çalgıcılarında bulunduğu bu tip mekanlarda müzik dinlenir,eğlenilirdi.Türk kadınları müzik dinlemeye eğlenmeye geldiklerinde kafes arkasında otururlardı. Kafesli bir kapıdan girilen bu tip mekanlarda kafesli alanın bulunduğu mevkiden dışarısı rahat bir biçimde görülürken içerisini dışarıdan görülmesi mümkün olmamaktadır. [334] 19 yüzyılda Türklerin dini akidelerinden biri sünnet olmadır. Sünnet çeşitli yörelerde ve çeşitli biçimlerde farklı türlerde kutlanır; fakat genellikle akşamdan giyinmiş bir çocuğu bir atın üzerine koyarlar okul arkadaşları arkasından gelerek ilahi okur. Sünnet yapıldıktan sonra çocuk iyileştirilmek üzere tedavi altına   alınırken davetlilere bir yemek verilir.Orada çok eğlenilir ve oyunlar oynanır. Şarkı söylenir ve ertesi gün davetlilerin her biri ve daveti yapan kimsenin durumuna göre çocuğa hediye verir. Devlet neşrettiği kanunla 1861 yılında mesire yerlerinde dolaşma ve gezme işini de kanun hükmüne bağlamıştır. [335] Eski konak sofalarının bahçeye yada sokağa bakan pencereli taraflarının çoğu çıkmalı olduğundan hane sahibinin çocuğunun yatağı bu tarafa yapılır, beraber sünnet olacak diğer çocuklar varsa , onların yatakları da sağlı sollu hazırlanır. O zamanlar karyola bulunmadığı için yatak altlarına en iyi halılar serilirdi. Çocukların sünnet entarilerinin hepsi aynı biçimde önü açık ve mavi renkli lahuraki veya şelaki denilen kumaştan yapılır aynı kumaştan tepeleri büzmeli takkeler dikilir bellerine de beyaz ipek kumaş hazırlanır. Sünnet töreninde akşama kalan kişiler takım takım yemek yer kahve ve çubuklarını içerler çocukların yanında hokkabazla başlayan oyunun ardından kukla oyunu oynanır. Çocuklarla hanımların yanına yakın sofanın uygun bir yerine perde kurulur. Biri yere kadar iner diğer parede yukarı asılır. Kuklalar elbise giydirilmiş ufak boylu tasvirlerdir. Hokkabazınkalpaklısı denilen ve palyaço yerine geçen adamın başında acayip şekilli kalpak vardır. Perdenin önüne oturur ve bu bebeklerle acayip şekilli konuşmalar yapar; çok değişik biçimde çıkan bebeklerle kah kavga eder, döver kah dayak yer. Bu şekilde bir fasıl oyun oynanır. Bu oyun bitince artık sıra hayal oyununa gelir. Hayalci perdesini yine uygun bir ortama kurar ve oyununu oynar.[336] Sünnet törenlerinle kuzu eti düğün çorbası kestane şekeri tereyağı, sütlaç yoğurt sebze pilav ve zerde baklava gibi yiyecekler temin edilirken ; şekerden üç boyutlu tasvirlerde hazırlanmaktadır.Bunlar çeşitli boylarda yapılsa da çoğunlukla baş üzerine konulup taşınabilecek büyüklükte olmaktadırlar. En sevilenler kuş ve balık tasvirleri idi. Ama aslan yada pars gibi vahşi hayvanlara su perisi gibi mitolojik figürlere de rastlanırdı. Şeker bahçeleri gibi bu tasvirler de rengarenk boyanır. Ama şenlik alayının sona ermesinden sonra şekerden yapılmış kuşların balıkların deniz kızları halka ve askerlere ikram edilir. [337] Sünnet düğünü şenliklerinde olduğu gibi ordu sefere çıkarken de esnaf loncaları alaylar düzenlerlerdi. Başkentteki çeşitli loncaların üyeleri ,alay köşkünde yer alan padişahın önünden geçerler, ona değerli armağanlar sunarlardı. Bazı alaylara esnaf ve sanatkarların yanında başka devletin çeşitli katlarından ulema da katılırdı. Bu durumda alay yüksek devlet görevlileri tarafından yönlendirilen Osmanlı toplumunun bütününün canlandırıldığı bir gösteri haline dönüşmüş olur. [338] İleri yaşlarda Müslümanlar sünnet edileceği zaman yine at üzerine bindirilirler. Ellerine ucu kalplerine dönük bir mızrak verilerek şehirde dolaştırılır. Böylece yeni dine girene inançlarını terk ettiği takdirde mızrağın kalplerinde girmeğe hazır olduğu anda çekecekleri ıstırabın aynısını çekecekleri anlatmak isterler. Sünnet Müslümanlar arasında tıpkı Yahudiler gibi Hıristiyanlardaki vaftiz gibi dine tam olarak dahil olmayı ifade eder. Üç günlük ziyafetten sonra çocuk büyük bir tantana ile banyoya sokulur. Sonra çocuk tekrar eve getirildiğinde misafirlerin huzuruna çıkar. Misafirler ona hediye verirler. [339] Rönesans dönemi, Avrupa şenliklerinde yapıldığı gibi Osmanlıların kutlamalarında da tahtadan çadır bezine , değerli kumaşlardan kandillere kadar türlü malzemeler kullanılarak her gün yaşanılan mekanlardan şenliğe özgü fantastik mekanlar yaratılırdı. Bunlardan en çok beğenileni ise şenlik çadırları idi. Birçok alanda bina maketlerine de yer verilmekte idi. Şenlik alayları için cami ve hamamdan başka kale maketlerinin hazırlanması da adetti. Müslümanların savaşta başarılı olanların haberlerini aldıkları zaman fişek atmak davul çalmak gibi hallerde sevinçlerini belli ederler. [340]  19. yüzyıl Eyüp, kebap ve kaymağı gibi oyuncakçıları ile de meşhur olmuş olan bir semttir. Vapur iskelesinden büyük camii caddesine sapınca türbe bahçesine kadar sıra sıra dükkanların hepsi oyuncakçıdır. Bu dükkanlarda satılan oyuncaklar şunlardır.Kırmızı tüylü koyun kuzu ağaç parçalarının içi oyulmak suretiyle vücuda getirilmiş ve üzerlerine al ve yeşil boyaları sürülmüş sandallar padişah kayıkları boyalı aynalar beşikler fırıldaklar iki üç şerefeli camisiz minareler tahta kılıçlar kamış tüfekler davullar tefler düdüklü fırıldaklar çekirgeler ,hacı yatmazlar toprak testiler bardaklar vardır. [341]
 
c-İstanbul ve Mesire Yerleri
 
Mesire yerleri halkın gezme vedolaşma mekanları olarak İstanbul'un en önemli yerlerini teşkil etmiştir. Boğaziçi kayıkları Türk kadınlarının adeta iltica yeridir. Göksu'ya yapılan gezintilerde başkadır. Rumelihisarı'nın tam kasrın altında denize doğru meyletmiş olan kullanılmayan mezarlık Türk kadınlarının en sevdikleri mesire yeridir. Anadoluhisarı yakınında bulunan Küçüsu mesire alanı da önemli bir gezinti mekanı oluştururken Göksu'dan ise hanımların cuma günleri halılar üzerinde oturarak sigara içip dans ettikleri yer diye bahsedilir. Haliç'in Kağıthanesi de mesire yerlerinden en önemlisidir. [342] Cevdet paşa ise 19. yy Saray halkının mesirelere olan rağbeti ile ilgili olarak "Hanım sultanların gezip tozması ve Kağıthane seyirleri derağbet görmeyle Beyazıt meydanındaki muaşaka usulüne   rağbet   1856 yılında yapılan fazla mesarif ve dış borç ile durumun endişe verici durumda oluşu da açıktır." diye bahseder.  [343]
 
İstanbul'daki Başlıca Mesireler
 
- Adalar Tarafı
Büyükada'da Çamlıklar ve Tepesi Hey beli'de Çam Limanı
- Üsküdar ve Kadıköy Tarafları
Kadıköyünde Kuşdili Çayırı ,Yoğurtçu Çayırı, Fener Bahçesi, Kalami Haydar paşa Çayırı, Erenköyde Çifteler ,Emirgan; Kayışdağında Su Menbai; Alemdağında Orman Çamlıca'da Büyük çamlıca tepesi ,Küçük çamlıca tepesi Libade; Üsküdar tarafında Şemsipaşa Köşk yeri,İbrahim Ağa Çayırı; Susuzbağı Alaykökü yeri Duvardibi, - İstanbul ve Civarı
Kağıthanede Kağıthane Mesiresi Silahtar Ağa Çeşmesi; Kasımpaşada Aynalıkavak Kökü yeri, Kasımpaşa Üstünde Ok Meydanı; Eyüp'te Fulya Bahçesi Türbe Bahçesi Bahariye Kökü Yeri; Bakırköy(Makriköy) tarafı Söğütlü çeşme Sakızağa ,Sivavuş paşa Çiftliği Veli Efendi çayırı ,Bayram Paşa Çayırı; Ayastefanos: Filorya
- Boğaziçi'nin Anadolu Tarafı
Beylerbeyinde Havuz başı; Vaniköyünde Topmahalli; Anadolu Hisarında Göksu,Küçüksu çayırları; Anadolu hisarı Tepesinde Kavacık; Anadoluhisarının arkasında Hekimbaşı Çiftliği ; Kanlıca civarında: Paşabahçesi, Sultani Çayırı Çubuklu Çayırı;Kanlıca tepesindeki, Mihribad,Kanlıca arkasındaki Göztepe su menbai; Beykoz'da Meşhur çayır, Karakulak suyu menbai, Beykoz tepesindeki Yuşa tepesi, Beykoz civarındaki Tokat Kasrı çayırı; Anadolu Feneri -Boğaziçi'nin Rumeli Tarafı
Sarıyerde Fırıldak Bahçesi, Hünkar , Çırçır, Fındık, Kestane , Otuzbir suları mevkileri; Tarabya civarında Kalender Tarabyada Çayır; Emirganda Koru, Boyacıköyünde Fıstıklı,Rumeli hisarında Baltalimanı Çayırı; Rumelihisarı Tepesinde Şehitlik tepesi, Bebekte Köşk yeri ; Beşiktaşta Ihlamur; Beşiktaş arkasında Zincirlikuyu Dolmabahçe Mesiresi'dir [344]
Mesire yerlerine gidecek olan kişiler her seyir yeri için öteden beri geçerli olan adetlere uymaya kendilerini mecbur görürlerdi. Fenerbahçe'yegidecek olanlar evvela Merdiven Köşküne uğrar ,çayırda yemeklerini yedikten sonra Fenerbahçe'ye giderlerdi. Dönüşte Haydarpaşa civarında dolaşıp akşama Selimiye'deki Duvardibi mesiresine gelirlerdi. O zamanlar Fenerbahçe'nin gezi günleri Pazartesi ve Perşembe idi. 1834 tarihinde Boğazlara fenerler konmuş , bu alan uzak mesafeden dahi görülebilecek konuma gelmiştir. Anadolu tiren yollarının inşasından evvel Haydarpaşa çayırı geniş bir mesire yeri idi. Büyük Çamlıca da çok eskiden beri seyir yeri olarak kabul edilmiştir. Ziyaret Pazar günü yapılırdı. Seyirciler evvela Çamlıca'ya giderler bundan sonra Bağlarbaşı bölgesine arabalarla inerlerdi. 1867 tarihinde Bağlarbaşı bölgesine bile belediye bahçesi açılır. [345] Kayışdağı Alemdağı Taşdelen İstanbul şehrinin başlıca mesire yerleri idi. Üsküdar halkının hali vakti yerinde olanları bu semtlere aile ve ahbaplarını yanlarına alarak arabalar ve atlarla giderlerdi. Ekseriya hanende ve sazendeleri de beraber götürürler , geceleri oralarda geç vakitlere kadar eğlenceler tertiplenilirdi.
 
d-Sokak Oyunları
 
19. yüzyılda sokaktaki oyun oynayan çocukların en fazla oynadıkları oyun kaydırak'tır. Ayrıca büyükler arasında gözlerin kapanarak kişilerin bulunmaya çalışıldığı körebe oyunu da vardır. İstanbul'da alay alay mahalle çocuklarının oyunlarını oynadıkları mekan cami avluları ,yangın yerleri mezarlık tarlaları ve de mahalle aralarıdır. Körebe hama kızdı ,adım atlamaca ,kapamazsın oyunu , paça pişti, ebeme pilav pişirdim içine sıçan düşürdüm, orospu bohçası ,birdirbir ,köşe kapmaca yarış ,kolan vurmak ,esir almaca, topaç çevirme ,pilav pişti, çıplak yavrum kapamazsın ,uzun eşek, adım atlama, uçurtma uçurma, hamamda deli var ,çukura ceviz atmak, seke seke ben geldim, çıngırağım hoş geldin kabaramazsın kel Fatma anan güzel sen çirkin topaç çevirmek ,kartopu aşık atma, tahtıravalli ,seke seke ben geldim , saklambaç, çeviz açma isimleri ile anılan oyunlardır. Kış aylarında kızak kayma birlerine kar topu atma ,ilkbaharda yumurta tokuşturma tulumba sandığı kaldırıp yangın taklidi yapmak da yaygındır. [346] Kuş geçim mevsiminde ökse ve kapanca denilen tuzaklarla kuş tutmak çocukların oyunlarından iken mahalleler arasındaki çocuklarla yapılan taşa tutma ise biraz tehlikeli olmaktadır.Ev içinde oynanan oyunlarda arasında el ele üstünde kimin eli var, kovuklardan balık kaçtı, köşe kapmaca , artada kerede , turanın ucu nerede tura oyunu, yüzük oyunu değnek çekişmek yumruk açtı körebe uçtu uçtu, giriş çıkıştır. Büyük ve küçük her cinsten insanın ortada çarkı çevirerek kişileri salladığı "kader çarkı" diye nitelendirdiği bir oyuncakları vardır. [347]
 
e-Geleneksel Türk Halk Eğlenceleri
 
Çengiler çalgıcılardan daha fazla kazanır. Aldıkları ücretten maada seyirciden de parsa toplarlar. Her oyundan sonra ellerinde tefleri olduğu halde bir daire çizerek salonu dolaşırlar. Seyirciler gönüllerinden ne koparsa verir. Altın verenler bile bulunur. Altınları oyuncuların alınlarına yapıştırmak adettir. Ama bütün bu kazançlar çengilerin meyhanelerde kazandıkları yanında hiç kalır. Her gün bilhassa bayram ve tatil günlerinde meyhaneler her çeşit kötü insanla dolup taşar. Köçek dansı genellikle genç erkekler tarafından bazen de Ermeni yada Yahudi genç kızlarla birlikte oynanır. Bu oyunun kendine özgü değişik adımları vardır. Oyuncular zarif hareketlerle kollarını yukarı aşağı oynatırken parmaklarının ucundaki ufak zilleri çalarak salonun çevresinde dönerler. Bazen oyuncu bacaklarını büküp dizinin üzerinde durarak gövdesini arkaya yada yana doğru iner. Batılıların göbek dansı dedikleri oyunda ilginçtir, bu oyunun izlenmesine doyum olmaz. [348] Türkler çengileri zaman zaman çağırır ve eğlenirler. Çengiler Rum'dur. Başlarında kırmızı fes omuzlarında parfümlü saçaları, kaşlar ve kirpikler rastıklı olduğu halde şehvet uyandırıcı figürlerle dans eder. Galata 'da Rum tavernalarında fazlaca bulunurlar. İstedikleri gibi giyindikleri olur. Tek veya iki kişi dans ederler. Müstehcen danslar yaptıkları olur. Altılı veya sekizli gruplar halinde dolaşan çalgıcılar ve şarkıcılar Müslüman Hıristiyan ve Yahudi olabilir. İstanbul ahalisinin başlıca eğlenceleri hayal ,ortaoyunu, meddah , canbaz hokkabaz, köçek, ince saz takımları idi. Bunların pazaryerleri İstanbul'da Kadıköyünde olduğundan ihtiyacı olanlar oraya müracaat ederlerdi. Adı geçen han 1861 yılında yandığından Baltacı hanı bunlar içinpazar yeri haline getirilir. [349] Meddahlar Türk'tür. Mesleklerini tercihen Kahvehanelerde yaparlar. Seanslar genellikle güneş in batmasından bir saat sonra başlar. Giriş bileti diye bir şey yoktur. İlk gelenler kahvehaneyi doldurur. Son gelenler dışarıda sandalyenin üzerinde dururlar. Hoca sehpanın gerisinde yüksekçe bir yerde oturur. Bu yer bütün dinleyicilerin duyabilmesi için sokağa en yakın köşeye kurulur. Meddah elindeki sopayı yere vurarak seyansı açar. Bunlar daha çok zeki ,açık fikirli, gür sesli ve zarif tavırlı güzel kimselerdir. Meddah söze padişahın kısa bir ulumda ve hayırla bir temenni ile başlar. Bundan sonra hikayesini anlatır.Komedide olan şaşkınlıklar kıyafet değiştirmeler saklanmalar genellikle aşk hikayesinin anlatıldığı bu oyunlarda seanslar geç vakte kadar sürer. Aralarda meddahın hizmetkarı veya çömezi elinde bir tasla seyircilerin arasında dolaşıp parsa toplar.19. yüzyılda Meddahların yerini artık sinemalar almışken ,Karagöz oyununun ise Ermeni sanatkarlar tarafından yapılan Wadeville oyunları oynanmaya başlaması ile eski şanını kaybettiği bilinir. [350]  Karagöz sadece meydanlarda ve kahvehanelerde değil zenginlerin konaklarında hatta sultanın sarayında bile sergilenir. Burada yapılan temsilleri kadınlar kafes arkasından seyreder. Öteki seyirciler ise evin efendisi, çocuklar akrabalar, ve misafirlerdir. Türkler karagöz seyrinde açıkça kulağa batan ve tırmalayan şeyleri hoş görürler. Ramazanla Karagöz oyunun çok anılması bu oyunun bayramda çok oynanmasından olsa gerektir. Hz. Muhammedi'n doğum günü şerefine saraydan top atılır ve padişahta bugünün bayram gibi kutlanılmasını emreder. [351] Genel olarak haberleri ilk öğrenenler ve yayanlar kadınlar olur. Erkeklerde kendi aralarında ziyarette bulunurlar ama; temkinli olurlar. Karılarının karşısında ise o kadar ağırbaşlı ve ölçülü değillerdir. Ve onları eğlendirmek için duydukları yaptıkları düşündükleri şeyleri anlatırlar. Yüksek düzeydeki memurların karıları öteki yüksek düzey memurların eşleri ile yakın ilişki içinde olurlar. Ve onlar da kocalarının anlattıklarını buhanımefendilere anlatırlar; böylelikle haberler görülmemiş duyulmamış bir biçimde süratle yayılır. [352] 19. yüzyılda Yılbaşını kutlayan Türkler sabaha kadar eğlenir. Her genelevin kapısı açılır. Her gazino, her kahvehane, ,her koltuk ( Küçük meyhane) her kumarhane faaliyettedir. Her sokakta çengi, çalgı, köçek bulunur. Her evin odasında bir ziyafet sofrası olur. Üstünde rakılar, biralar , yemişler,hindiler etrafında ise türlü türlü erkekler bulunur. Kah bir kasap havası oynayan sarhoşlar topluluğu kah kapıları dolaşan karı kümeleri yol keserler ,tepsiler içinde susuz mezesiz rakılar dağıtırlar. Bir ev birden bire dolarken birden bire boşaldığı da olur. [353] İstanbul'da kopuk ,kıyak adı verilen kabadayılar önceden tasarlayarak yaptıkları vukuatlarında çektikleri gibi vurulardı. Hacamatçılar kıyaklar kadar ihtiyatlı olmayıp bir usturayı ucundan bir parmak kalıncaya kadar sicim veya başka bir bağlarlar ,çoğu zaman köşe başı dönemeç sapa , tenha yerlerde durup vuracakları kimseyi orada beklerler. Fırsat elveriri elvermez silahı birkaç defa kaçarlar. [354] Kadınların doğumları da adeta bir eğlence şeklinde olmaktadır. Kapının tam karşısında hanımın yatağı durur. Odanın perdeleri çekilmiştir ve kavisli kordonlar haline getirilen altın ve gümüş işlemeli hamam tülbentleriyle tutturulan kaşmir şallar geçici bir sayvan oluşturacak biçimde yatağın kenarına asılmıştır. Hanımın elliden fazla şalı olduğu için böyle dar bir alana sığmayan döşemelik kumaşların kalan bölümü dairenin öteki uçundaki yere gerilmiş , ipek bir kordona asılarak sergilenmiştir. Şallara ipekli türden altın ve gümüş çizgili hotozlar tutturulmuş aralara portakallar, limonlar, meyve şekerleri serpiştirilmişti. Kapitone pembe satenden iki yorgan yatağın ayak ucuna katlanmıştı. Kenarına kalın sırma saçak geçirilmiş çizgili bürümcükten bir çarşaf yere kadar iner. [355] Bebek beyaz satenden renkli ipliklerle süslenmiş ve annesinin çarşafı gibi saçaklı bir minderin üstüne yatırılmıştır. Bebeğin kendisi de altınbrokar ve elmaslarla adeta örülür. Kadınların varlıklı olanlarının hotozlarına elmaslar serpiştirilirken hotozlarını örten bölümüne de bir sıra altın saçak para takılır. Odada bir grup kadın şarkı söyler bir kısmı tef çalar , oynar .Bu eğlence sabahlara kadar sürer. [356] Aşağı tabakadan olanlar kahvehanelerde dama ve mangala oynarlar. Mangala oyunu yetmiş iki deniz kabuğunun on iki haneye dağılmasıyla oynanır. Askerler ve bahriyeliler güreşmeye ve ağır taşlar fırlatmaya bayılırlar. Bütün bu oynanan oyunlarda paranın adına bile rastlanılmaz. Aynı şekilde bu oyunlarda bahse tutuşmak diye bir şeyde yoktur. Hem şeriat herde töreler bu tipten bir kazancı kesin olarak reddetmiştir. Senenin hiçbir mevsiminde ne maskeli balolar ne maskeli eğlenceler   ne umumi danslar ne karnaval eğlenceleri ne de gürültülü patırtılı bayramlar görülür. [357] 19. yüzyılda halk , Kurban ve Ramazan bayramı dışında nadiren gezmeye çıkar. Devletin ileri gelenleri de idman ederek faal bir gün geçirmekten hoşlanmazlar. İyi havalarda etrafa kayıkla gezmeye giderlerse biraz temiz hava almak veya bir kök veyahut bir ağacın altında çubuğunu ve kahvesini içmek ve yudumlamak amaçlıdır. [358] Türkler yaratılışlarında olan ağırbaşlılığı donanma dedikleri şenliklerde bozarlar. Donanma şenliklere yeni bir hükümdarın ilk üç çocuğunun doğumu vesilesi ile veya şehzadelerin sünnet töreni vesilesiyle bir meydan savaşının kazanılması ,bir kalenin fethi gibi milli bir zaferden sonra yapılır. Umumiyetle üç beş veya yedi gün süren bu şenliklerden sırasında şahane şenlikler düzenlenir ve de ziyafetler verilir. [359] Bu törenlerde çok defa ilgi çekici bir düzen vardır.Muhteşem bir geçit resmi yapılır. Her sınıf kesimden esnaf bu geçide kayrılır ve hepsi zengin kitleler halinde geçer. Her esnaf takımı özel olarak süslü bir arabanın başında takım takım geçer. Bu arada her sanayinin özelliğini taşıyan alet eşya ve sembollerle esnaf donatılır. Böyle günlerde en aşağı tabakadan bir Hıristiyan bile hürriyet içinde olur. Donanmanın son günü herkes delice eğlenir. Sokaklar caddeler meydanlar insanlarla dolup taşar. Her yerde çeşitli oyunların dansların her çeşit maskaralıkların yapıldığı görülür. [360] Maskeli truplar yüksek derecedeki memurların taklidini yaparlar. Bunların başında polis görevini yapan Muhtesip şehir naibi bulunur.Bu truplar gece olunca konaklar ve ileri gelenlerin evlerine giderler gösterilerini orada da tamamlarlar. Herkesin delice eğlendiği bu günlere kadınların da dahil olmamasını beklemek yanlışlık olur. Onlarda tüm olup bitenleri evlerinde olan oyunlarda dahilinde kafes arkasından izlerler. İçlerinden en mesutları şehirde dolaşma iznini alabilen kadınlardır.Böylece olup bitenleri kendilerini göstermeden seyretmiş olurlar.Kadınların haremde kendi aralarında da eğlentiler tertip ettikleri bilinir.Hatta işi erkek kılığına girmek kadar ileri boyutlara götürdükleri de olur. Bir kısmı Avrupalı kılığına girme haddine kadar işi vardırır. Türkler arasında en fazla yaygın olan çalgı aletleri keman , viol , kitara flüt, ney, tanbur'dur. Şehir dışında yaşayan Müslümanlar henüz klavsen ,org gibi karmaşık olan enstrümanları çalmayı bilmemektedir. Türkler umumiyetle musiki   nazariyeti   ve prensiplerinde   az ilerlemişlerdir. Ancak alışkanlıkları sebebiyle mükemmel icracıdırlar. Öte yandan usta İranlılar tarafından meydana getirilmiş olan eski doğu musikisi eserleri de ellerinde mevcuttur. Bu eserlerde kompozisyon kaideleri hatta yazma tekniği de yer alır. Bu işi harfler bazıları da rakamla yapar. Bu yazma tekniğine bazı Türkler eklerde yapmışlardır. Müzisyenler arasında kaidelere bağlı olanlarda pek azdır. Yaptıkları besteleri ağızdan başkalarına da öğretirler. Öğrenenler bunu çalgıyla çalar onlarda aynı şeyi başkalarına yapar.Böylece besteler yayılmış olur. [361] Türk musikisinin tamamen kendine has bir özelliği vardır. Ölçü kelimelerin dağılışı tiz ve pes sesler arasındaki münasebetler bir kelime ile nağmenin tüm incelileri bu şekilde bir müzisyenden diğerine nakledilir. Öte yandan armoni kontrupan ve birçok musiki aletinin aynı anda çalması tekniğine aynı derecede vakıf değildirler. Çok hareketli ve canlı Frikya havalarını tercih etmezler. Daha çok Lidya havalarını benimsemişlerdir. Çünkü bu havadaki ses yumuşaklığı onların yaradılışına daha uygundur. Öte yandan bu nağmeleri çok dokunaklı ve potetiktir. İnsan ruhuna işler insanda en tatlı en has en derin heyecan uyandırır. Genellikle aynı şahıslar hem çalar hem söyler. Tek veya iki üçlü olarak söylerler. Şarkılar daima musiki refakatinde söylenir. Şiire bağlı olan musiki ağır ağır sözü takip eder ve ritmi ölçüsüyle ifade ettiği duygulara eşlik eder. Şarkı söyleyenler bir senfonide olduğu gibi kaidelerine bağlı değildir. Şarkıların çoğunda son derece ahenkli mısralar vardır. Bunlar aşk duygusunun doğulu zevkini bunun akıl ve ruhta yaptığı etkileri son derece ince teşbihlerle dile getirirler. Müslüman olsun Hıristiyan Yahudi olsun bu müzisyenler sekiz on kişilik gruplar meydana getirir ve kendilerini dinlemek isteyenler herkesin evine gidip çalarlar.Genellikle Müslümanlar evlerinde çalgı çalınmasını istemezler. Çalgı çaldıranlar musiki dinlerken evin en tenha en sakin köşesine çekilir arada bir kahve yudumlayarak çubuklarını tüttürerek büyük bir zevkle kendilerinin musikisinin etkisine bırakırlar. [362] Hatta içlerinden bazıları bu müzisyenlerden birkaçını şehrin en güzel manzaralı yerlerine götürür müziklerini onlara orada icra ettirir. Orada çayırlara oturarak çubuklarını içer ve çalınan eserleri dinlerler. Türklerin musiki aşkı kuşların ötüşüne olan aşırı düşkünlükleriyle de kendini gösterir. Birçok Türk evlerinde bülbül ve bazı ötücü kuşlar da besler. Dine olan hürmetlerini kendilerinin bu işi bizzat yaptıklarına ve emirlerinde ücretli müzisyen bulundurmalarına izin vermez dense de bulunduran da vardır. [363] Müslüman ülkesinde hiçbir zaman camide musiki sesi duyulmaz. Oyuncu kızlara gelince bu kızların çoğu esir yada Müslüman çalgıcıların karılarıdır. Bunlar asla umumi yerlerde görülmezler .Sadece davet edildikleri evlere giderler. Dansları oldukça hareketlidir. Başlarında hafif bir örtü bulunur. Oyunda erkeklerden daha cüretli hareket ederler. Sarayda olduğu gibi devlet ileri gelenlerinin evlerinde de daima dans etmesini bilen cariyeler bulunur. Müslümanlar sadece dansı kendi meclislerinde yasak etmekle kalmaz Hıristiyanlarında bu çeşit toplantılara katılmalarına olumlu bakmazlar. Hele katılmak istedikleri dini Yortu ise iş çok değişiklik göstermektedir. [364]
 
f-Avrupai Tarz Eğlenceler
19.yüzyılın ikinci yarısında İstanbul yaşamının Galata da ve özellikle Beyoğlu 'nda kurulmuş olan merkezler aracılığıyla Avrupa'nınetkisi altına girdiği görülmektedir. İngiltere ile 1838 ile 1861 yıllarında yapılan ticari anlaşmalar 1853 yılındaki Kırım savaşı ve Paris anlaşması ve 1856 yılında yayınlanan Islahat Fermanı Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki etkisinin artmasına yol açmış ve gayri Müslim orta sınıfın toplumsal ve ekonomik bakımdan yükselişini dolaylı olarak kolaylaştırmıştı. [365] Temaşalar ,balolar, konserler ve benzeri türdeki eğlenceler Türklere çok yabancıdır. Pera'daki İtalyan Operası istisna olmak kaidesiyle ancak oraya Avrupalılar ,Rumlar ev öteki reaya gider. Birkaç Türk'e rastlansa da Sultan yılda iki defa gider. Osmanlı liman şehirlerinde sevilen tek müzik Donizetti ve Verdi'nin operalarıdır. İstanbul'da Ortadoğu'da Fransızca'dan tercüme edilen tüm eserler Scribe'dendir.Beyoğlu Belediye Dairesi müdürü Bolak Bey Tepebaşı kışlık tiyatrosunu yaptırır. Osmanlıda Tiyatrolar saat on bir buçuk veya gece yarısından önce açılmaz.Osmanlılar o saatte   uyumuş olurlar. Evlerine olan bağlılıkları onların nazarında çok doğaldır.Öyle ki geç saatte çıkıp sahnede dönen bir entrikanın seyrini izlemeye gitmez. [366] Tanzimat ile yoğunlaşan Batılılaşma süreci içinde Batı Tiyatrosuna önemli bir yer ayrılmıştı. Bu çeşitli aşamalarda olmuştur. Batılılaşmanın gereğine oldukça inanmış olan üç yenilikçi Sultan III. Selim,II. Mahmut ve Abdülmecit - ve saray çevresi Batı Tiyatrosuna büyük ilgi duymuşlardı. Bu gelişmeyi kolaylaştıran ve uygun ortamı hazırlayan en olumlu etmendi.Çünkü padişah hem hükümdar hem halife olarak tiyatroya karşı gerici tutucu çevrelerin göstereceği tepkiye bir güvence oluşturmuştu. Öyle ki , gelişmekte olan tiyatroyu ve dramatik yazarlığı , başlattığı istibdat yönetimi ve uyguladığı ve uyguladığı sıkıyönetim ile yok eden II. Abdülhamit bile tiyatroya düşkündür. Padişah sarayında düzenli gösterim verildiği aylıklı yabancı ve yerli sanatçılardan oluşan iki tiyatro topluluğu bulunuyordu. Batı   tiyatrosu ile tanışmamızı sağlayan diğer bir etmen de Tanzimat insanı geleneksel tiyatro ile batı tiyatrosu arasımdaki en büyük ayrımı çerçeveli sahneli tiyatro ile yazılı metin olarak görüyordu. İstanbul'da Gülhane Hattı Hümayunu okunması zamanında da dört adet tiyatro binası yapılmıştı. Gedikpaşa Tiyatrosu bu dönemde sirk gösterilerinin yapılmış olan bir Canbazhane idi. Gerçek anlamda ilk tiyatro oyunu İbrahim Şinasi Efendi'nin 1859 Dolmabahçe Saray Tiyatrosu için yazmış olduğu Şair Evlenmesi'dir. Tiyatronun gelişiminin diğer bir etmeni ise Türk devlet adamlarının ve aydınlarının tiyatroya olan ilgisidir. Yabancı ülkelerdeki Türk elçileri sefaretnamelerinde raporlarında Batı Tiyatrosu üzerine Tükiye'yi aydınlattıkları gibi, yurda döndüklerinde tiyatro çalışmalarının Türkiye'de 'de uygulanması için çevrelerini uyarıyorlardı. Viyana elçiliğinde sadrazamlık ve elçilik yapmış olan Arifi Paşa , ilk başta tiyatroların denetimi ile görevliydi. Bu devlet adamı Alman klasiklerini Türkçe'ye çevirtmek ve bunları oynatmak yolundaki tasarıları ile çağın oldukça ilerisinde bulunan bir görüşe sahip idi. Sarayda Saffet Bey , daha sonra 1847 'de Moliere 'i Türkçe'ye çevirterek sarayda Mızıka-ı Hümayun üyelerine üyeleriyle gösterimler düzenliyordu.Bunlara Bursa Valisi Ahmet Vefik Paşa , Adana valisi Ziya Paşanın ,Trabzon valisi Ali Bey'in çalışmalarını da katabiliriz. Bu çalışmalar içinde en göze çarpanı ise Tanzimat 'ın başta gelen düzenlemecisi sadrazam Ali Paşa'nın ulusak bir tiyatro kurma yolunda vermiş olduğu mücadelelerdir. Tiyatro yolundaki katkılara bir diğer pay ise, Türkiye'deki azınlıkların yabancı elçilerin ve Türkiye'ye sık sık gösteri vermek için gelen yabancı tiyatro ve opera topluluklarının faydasıdır.Bu etmen özellikle Türkiye'deki tiyatro adamlarına ne oynayacakları nasıl oynayacakları konularında eğitici yetiştirici oluyor; bir çeşit okul yerine geliyordu. Galata sarayı karşısında bulunan Hristaki çarşısının bulunduğu mahal vaktiyle Naum'un tiyatrosunun olduğu yerdi. Tiyatronun cephesi caddeye nazır olup 1847 tarihinde inşa olunmuştu. 1856 yılında Dolmabağçe gazhane dairesinin aydınlatıldığı sırada burası da aydınlatıldı. Naum tiyatrosundan başka Beyoğlunda Şark tiyatrosu namıyla Karabet Papazyan tarafından açılmış olan tiyatroda komedi ve pandomina kumpanyaları sanatlarını icra ederdi. Gedikpaşa Tiyatrosu da sonraları sirk halinden tiyatro haline çevrilerek Papazyan ve Fasulyaciyan efendilerin ve daha sonra Güllü Agop efendilerin kumpanyaları tarafından sanatlarının icrası için kullanılmaya ve bazı ediplerin eserleri de   bu tiyatroda     oynanmayabaşlanmıştır.[367] Gerek ortamın elverişliliği gerek çeşitli yardım ve işbirliğinin Osmanlı tiyatrosunun gelişimine katkısı olmakla beraber bunların uyumlu bir biçimde bir araya getirilmesine , denetim ve yönetiminde en büyük katkı sahibi Güllü Agop'tur. Osmanlı tiyatrosunun yöneticisi Güllü Agop ermeni asıllıydı; tiyatronun sanatçı kadrosunun çoğunluğu teknik ve sahne görevlilerinin hemen hemen hepsi Ermenidir. [368] 1869 'da Osmanlı Tiyatrosu artık her bakımdan yerine oturmuş örgütlenmesini tamamlamıştır. Oyun dağarı belirlenmeye , rengini alamaya ,sanatçı kadrosu ufak tefek değişiklikler ile saptanmaya, tiyatro kamuoyunda tanınmaya seyircinin ayağı tiyatroya alışmaya başlamıştır. Osmanlı tiyatrosunun tarihindeki en büyük olay onun gelişmesini kolaylaştıran aşama hükümetin Güllü Agop'a İstanbul'da Türkçe gösterim için tanıdığı 10 yıllık tekel imtiyazıdır. Bunun sağlanmasında aydın ,tiyatro sever Sadrazam Ali Paşa'nın büyük katkısı vardır. I.Meşrutiyetin ilanı ve sürgünden dönen yazarlarla düzelmeye yüz tutan ortam, birden Türk Rus Savaşı ile bozulur. Osmanlı Tiyatrosu 1876-77 den itibaren gerilemeye başlar. Bu savaş özellikle Ermeni meselesi nedeni ile ortalığı karıştırır. Hükümette Güllü Agop 'a eski desteğini vermez olmuştur. Güllü Agop'un oyuncuları ise Edirne'ye gittiğinden İstanbul'daki sahne çalışmaları Edirne'ye kaymıştır. Gedikpaşa Tiyatrosunun sona erişi 1884 'te olmuştur. Ahmet Vefik Paşanın Çerkes Özdenleri ve Çengi adlı oyunlarının saraya jurnal verilmesi ile ve tiyatro bir gecede yıktırılmıştır. İstanbul yakasında 1859 'dan başlayarak Gedikpaşa Tiyatrosunda verilen temsillere bu yakanın çoğunluğu Müslüman olan yerli halkı da katılmaktadır. Bu gösterimler Türkçe değildir. Bu gösterimler düzenli ve tam anlamıyla dramatik oyunlar da değildi. Ermeniler bu işe çok daha önceden başlamışlar , yazarları tiyatro toplulukları sanatçıları da yetişmiş olduğundan , seyirci de buna koşut olarak gelişmişti. Güllü Agop başlangıçta gösterimlerini Gedikpaşa Tiyatrosu ve Üsküdar'daki Aziziye Tiyatrosunda veriyordu. Her iki semtin çoğunlukla halkını Müslüman oluşturmakla beraber bu iki semtin halkı içinde Ermeniler çoğunlukta idi. 1870 'te verilen Tiyatro imtiyazının maddelerinden biri Güllü Agop'un belirli süreler içinde İstanbul'un diğer semtlerinde tiyatrolar açması ve bu yerlerde Türkçe gösterimler vermesiydi. Nitekim Güllü Agop bunun büyük ölçüde gerçekleştirdi. Ermeni seyirciler Ermenice gösterimlere katıldıkları gibi Türkçe gösterimlere de katılabilmekteydiler. Güllü Agop Ramazan dışında her iki dilde de gösterimlerini sürdürdü. Her şeyden evvel halkın tiyatroya çekilmesi gerekiyordu. Güllü Agop başlangıçta basınla anlaşıyor, duyurular yayınlatıyor, bu duyurular için ödedikleri paraya karşılık bir ödün olarak , onun gösterilerini öven yazılar çıkıyordu. Ayrıca duvar yaftaları ,el ilanları tiyatroyu bir tiyatro dönemi tanıtan göstermelikler de yayınlanmaktaydı. Tiyatroların seyirci çekebilmek için başvurduğu yollardan biri de devlet adamlarının yabancı elçilerin ve yabancı konukların hazır bulunduğu gösterimler vermek ve bunu basına duyurmaktı. Güllü Agop'ta tiyatrosunda buna önem veriyordu. Sık sık bakanlar tiyatroya geliyordu .Yabancı elçilerin koruyuculuğunda gösterim düzenleniyordu. Bu arada önemli yabancı konukların geldiği oluyordu. Halk önemli kişileri görmek , onlarla bir arada aynı çatı altında bulunmak için , ya da hayır maksadıyla kamu yararına verilen gösterimlere katkıda bulunmayı bir ödev bildiği için tiyatroya geliyordu.[369] 19. yüzyılda Türkler balo ve resital gibi Avrupa eğlenceleri düzenlemezler ve yabancı elçiliklerde düzenlenen davetlere de katılmazlardı. Abdülmecit'in İngiliz elçisi Canning'in balosuna davetli olarak katılması da bu dönemin ilklerinden biridir. Öteden beri Sadrazamların elçi ziyafetlerine ye balolarına gitmesi adet değilken sadrazamlar 1856'dan sonra bu davetlere iştirak etmeye başlamışlardır. Bu baloya patrikler ve haham başları da davet olunmuştur. Şeyhülislam da davet olunmuşken itiraz etmiştir. Fransızların tesiri suretiyle Reşit Paşanın düşmesine İngiliz elçisi Canning gücenmiş olduğundan padişahın bu baloya gidişi ile bozulmuş olan ilişkileri yeniden yumuşatmak amaçlanmıştır.[370] Türklerin geleneksel bayramlarına olan ilgileri devam etmiş buna ek olaraktanbatı ile beraberce kutlanılmaya başlayan bayramlar ve kutlamalarda gündelik hayattaki yerini almaya başlamıştır.
 
2-Yeme ve İçme Kültürü
 
a-Keyif Verici Maddeler
 
Geleneksel Türk hayatında mutfak kültürünün ayrı bir yeri vardır. Osmanlının geleneksel yemek kültürü diğer milletlerin kültüründen farklıdır. Türklerin keyif verici maddelerinin başında kahve, nargile, çubuk. Sigara gibi ürünler gelmektedir. Bu tür keyif verici maddelerin içimi hem yemekten sonra hem de gündelik hayat içinde yaygın bir yere sahip bulunmaktadır. [371] Tütün, bazı kimseleri istisna sayarsak bütün herkes arasında yaygındır.Çocukluğundan beri tütüne alışan Müslümanlar arasında günde on veya yirmi çubuk içmeyen Müslüman yok gibidir.Tütün çubuklarının sapı umumiyetle yasemin gül, fındık ve kirazdandır. Hepside baştan başa altın ve gümüşle süslenmiştir.Çubukların ucu daima beyaz ve sarı amber ve yahut mercanla son bulur. Bunlarda son derece sanatkarane bir biçimde süslenmiştir. Hali vakti yerinde olan kadınların çubukları taşlarla süslenmiştir. İleri gelenlerin çubukları ise İran usulündedir. Avam tabakasında ancak bunların en basitleri bulunur. Avrupa milletlerinin çoğunda bahriyeliler arasında da beyaz topraktan yapılma çubuklara rastlanmaz. Çubukların lüle denen ve tütünün koyulupta yakıldığı kısım usta bir sanatla hazırlanır; ve çok ince beyaz topraktan yapılır. Bunların yaldızlı olanları da vardır. Misafirlere çubuk ikram etmek adet olduğu veçhile ileri gelenlerin evlerinin salonlarında sırf bu iş için hususi yerlerde yirmi otuz hatta kırk çubuk görmek mümkündür. Salonu çevreleyen divana yerleşen her misafire çubuk ikram edilir. Çubukların bir ucu döşemeyi kaplayan halının üzerinde bulunan küçük bir bakır tabak üzerinde bulunur. Çubuğun külü bu bakır tabağa boşaltılır. Küçük salonlarda odalarda çok daha fazla misafir olduğu zaman bu çubukları idare etmek güçleşir. Bu gibi durumlarda çubukların birbirine çarpan tesirinden dişleri korumak için dikkat etmek lazım gelir. Hele kışın bir oda içinde iki erkek çubuk içtiği zaman içerisi bir duman bulutu ile kaplanır. Tütün kokusu elbiselere kürklere mobilyalara bir kelime ile evde bulunan tüm eşyalara siner. [372] Tütünün yaygınlığının bir abartısı olarak tütün ve çubukların yanlarına almadan çıkmamak gibi durumlarda vardır. Bu gibiler tütünlerinin atlas yahut ipek kumaştan yapılmış bir torbaya koyarlar. Çubukları gümüşten yapılma vidalı yerlerden iki yahut ,üçe ayırır sonra elbiselerin asılı bulunan hususi mahfazalarına yerleştirilir. Hele yazın tabii bir ihtiyaç maddesi olan çubuğu almadan dışarı çıkan kimseye rastlanılmaması doğaldır. [373]İleri gelenlerin çubuklarını kırda olsun şehirde olsun umumi yerlerde olsun uşaklarına taşıttıkları ve gezmeye giden bir Müslüman'ın bir ağacın dibine yahut çayıra yerleşip bir fincan kahvesi alıp çubuğunu yakması hürmetle Allahın adını anması kaçınılmaz olur. 19.yüzyılda Türklerin çubuğa karşı olan müptela durumları onların yazı yazarken dahi bunu ellerinden bırakmamasına sebebiyet vermiştir. Yazarken bir divana otururlar vücutları daima dik durur. Hatta sırtlarını yastığa dayarlar kağıtları da sol elinde tuttukları kartonun üzerine koyarlar. Memleketin en ileri gelen kişisi de en sonuncu gelen kişisi de aynı şekilde hareket etmektedir. Devlet memurlarını üste kesiminde olanlar tütün içmekte ise de diğer alt kademeden memurlar tütün içseler de hürmetten içmezler. Bir amir hiçbir zaman amirinin bir zabit hiçbir zaman daha yüksek kademede bulunan bir zabitin karşısında tütün içmez. Çocuklarda amcalarına babalarına dedelerine karşı aynı hürmet kaidelerine riayet ederler. Bunlar da ancak kendi evlerinde yahut müsavi oldukları arkadaşlarının bulunduğu topluluklarda içerler. Bunun yanında Mora'da ,Yenice'de Asya'da yetişen tütünler en beğenilen tütünler arasındadır. Türkler tütün çiğnemez. Tütün içenlerde tükürme huyu yoktur. Bazıları tütünü içine çeker burnundan ve ağzından çıkarır. Türkiye de kimse tükürtmediği gibi sokaklarda da tükürene rastlanılmaz. Bu iş için mendil kullanılır. Evlerde dahi bu iş için sehpaya yahut koridorda bir köşeye konan fayans veya porselen hokkalar bu işi görür. [374] Tütün kırıntılarına da Türklerin itibar ettikleri görülür. Bu tütün ham olarak alınır ve ekseriya içilen tütünün aynıdır. Hemen hemen tüm devlet adamları bunu uygulamakta diğer kesim halkta bunu taklit etmektedir. Türklerin itibar ettikleri tek yabancı tütün Korfu tütünüdür. [375] 19. yüzyılda Tütün sigara olarak sarılmaya ve içilmeye başlar. [376] Kahvenin pişirilmesi çiğ kahvenin ocakta kavrulması ardından havanda toz haline gelinceye kadar dövülmesi ardından pişirilmesiyle olur. Cezve tabir edilen kaba kahve ve şeker konur. Soğuk su ilavesinin ardından cezve ateşe sürülür ve karıştırılır. Köpüklenen ve kaynayan kahve misafire ve kişilere ikram edilir. [377] Devletin tüm kademelerinde erkekler ve kadınlar ve de çocuklar sadece kahvaltıda değil öğle yemeğinden sonra akşam yemeğinden sonra değil günün her saatinde hiç tereddütsüz kahve içerler. İster bir şehirli,ister bir Müslüman ister bir Hıristiyan olsun ; ister evde ister dükkanda ister mağazada bulunsun; ister köyde ister şehirde bir ziyafete gittiğiniz zaman ev sahibi size mutlaka kahve ikram eder. Eğer ziyafet uzun ise bir müddet sonra biraz sonra bir kahve daha hatta biraz sonra bir üçüncü kahve daha gelir. Türkiye'nin kahve fincanları küçüktür. Türklerin üç dört fincanı Avrupalıların birfincanına eşittir. Kahve fincanı el yakmasın diye daima bir bardak içinde sunulur; buna zarf denir.Zarflar umumiyetle bakırdan yahut gümüşten yapılır. İleri gelenlerinki altındandır; çoğu kez kıymetli taşlarla süslenmiştir. Kahve uyku kaçırır;hazmı kolaylaştırır ve mide yanmalarını önler. Zayıf olan kişilere göre şişmanlara daha fazla fayda sağlar. Memleketin her yerinde Moka kahvesi tercih edilir ve hazırlanması kolaydır. Kavrulmuş ve dövülmüş kahveler deriden mamul torbalarda saklanır. Bunların ağzı da kahvenin kokusunun kaçmasını önlemek için kapatılır. Kahve ne kadar taze ise o kadar lezzetli olur ki büyük evlerde her zaman taze kahve kavrulmaktadır. [378] Türkler kahvelerine ne süt ne de krema hatta ne de şeker katarlar. Bu gibi şeylerle içeceğin tadını bozmayı istemezler. Diğer taraftan misafirliğe gidildiği zaman önce sulu yada katı içeceklerin ikram edilmesi adettir. Ancak yemekten sonra şekerleme verilmez. Sıhhati rahatsız olanlar sabahları bir kaşık reçel yedikten sonra üzerine su içer. Daha sonra kahvelerini alırlar. Daha esaslı kahvaltı edenler kahvaltının hemen ardından bir fincan kahve içer. [379] Keyif yapmak terimi Türklerle özdeşleşmiş bir kavram demek doğrudur. Bir Türkün evden çıkmasının ardından yapacağı ilk iş gidip bir kahveci dükkan oturmaktır.[380] Altı saat boyunca divanın üzerinde bağdaş kurmuş oturan ve çubuk tüttüren yada nargile içen Türk küçük bir fincan kahvenin birini bitiren ötekini içen ve rahat huzur içinde caddeye bakan Müslüman keyif yapmaktadır. Türkler öğle yemeğinden uyku vaktine kadar odasındaki divanın üzerine oturur. Tavana ve duvarlara gözünü dikip bakar; kendi ellerinin parmakları ile oynar. [381] Keyif verici olarak kullanımının yaygın olduğu zararlı maddelerin başında Afyon gelir. Aşırı Afyon alışkanlığına tutulan Türklerde bir nevi kemik hastalığı görülür. Devamlı sarhoşluk halinde yaşamaktan başka bir şey düşünmeyen bu insanları bilhassa Türkiye'de İstanbul'un Tiryakiler çarşısı denen yerde bulmak mümkün olmaktadır. Bu çarşıya gelen Tiryakilerin afyonları zeytin büyüklüğündedir.Bir tane yutanlar bulunduğugibi bunlardan dört tane alan insanlarda vardır. Diğer taraftan da macun müptelaları son derece şiddetli tenkitlere uğramaktan da kurtulamamaktadırlar.Esrar kahveleri Tahtakale Tophane, Sivrikapı, Mevlevihane kapı yakınındaki ve bir de İshakpaşa'ya inen yokuşta bulunmakta idi.[382] Meczup diye anılan takım uyuşturucu müptelası olup, Cuma günleri ve kandil geceleri Eyüp'te toplanırdı. Toplantı yerleri Ak Gömlek Mehmet efendi mezarı ve Beşir Ağa türbesinin yanlarıdır. Bunlar dilenci kıyafetinde perişan kimselerdir. Kimileri güpegündüz elinde koca bir fener olduğu halde dolaşır kimi de çubuk içerek gezer ; bir başkası yalınayak başı açık durmadan koşardı. O bir elinde bir asa ayağında yüksek nalınlar olduğu halde ağır ağır gidip gelir bazısı hiç söz söylemez suskundur. Bir diğeri ise bir şeyler söyler bağırır durur.Öteki mütemadiyen başını sallar dervişlik eder.Hepsinin üstleri başları pis ve kirlidir. Şunun bunun kolundan çekerek para istedikleri de olur .[383] İstanbul'da bir takımda sebilciler vardır. Bunlar ak takke üzerine yeşil beyaz sarık sarar meşin şalvar üzerine yakasız düğmesiz iliksiz kolları bolca kısa bir ceket giyerlerdi.Meşinden yapılma musluklu su kabını omuzlarına asarlar ellerinde de sarı pirinçten su tası bulunurdu. Kandil akşamlarında cami avlularında sair günlerde de sokakta ve mesire yerlerinde dolaşırlardı. Kadınların birçoğu ölmüş ruhlarına sebil edinmek üzere bunlara para verirler parayı aldıkça sebilullah şehidan -ı deşti kerbela ervahı için sebil diye söylenerek dua ederlerdi. [384] Afyon maddelerinin içimi de Türkler arasında 19, yüzyılda yagın ölçüdedir. Tensuh ,bu afyon maddelerinden diğer bir çeşididir. Bu maddenin oluşturulmasında ise afyon kullanılmaz. Misk, gri amber, sarısabır, gülsuyu ,gül yağı, inci tozu gibi maddelerle hazırlanır ve kalıplarla çeşitli biçimlerle hazırlanırlar. Ama daima yassıdır ve üzerinde Maşallah yazılıdır. Bilhassa kadınlar tensuh 'u üzerinde taşırlar ve bu madde çok güzel koku vermektedir. Hatta bazıları kahve içerken bundan küçük birparça dahi yutarlar. [385] Sarhoşluğun Türkleri suça itmesine şarap içilmesinin yasak olmasına rağmen İstanbul'daki meyhaneler Avrupa'da bulunan kabaralar kadar yaygındırlar. Hükümetler bu grupları hem korur hem de haraç alır. Meyhanelere giden Osmanlılar daima sarhoş olurlar. Şarap tüketimi devlet hazinesine vergi kazandırdığından vergi toplama işi de şarap eminine aittir. Halkın içip de düzensizlik yaratmasını önlemek maksadıyla büyük bayram günlerinde meyhaneler kapatılır. İnzibatlar her meyhanenin kapısını mühürler; ancak inzibatın gömemezlikten geldiği küçük bir kapıdan giriş daima serbesttir. Yasadan kaçmak için biraz eğlenmek keyfince sarhoş olmak mümkündür. [386] 19. yüzyılda İstanbul'daki meyhanelere genelde şerbet hane denir pencerelerine kafes konur. Meyhaneler Kumkapı civarı ,Çarşıkapı Civarı Samatya, Unkapanı Cibali kapısı, Ayakapı , Fener kapısı, Balat civarı,Hasköy Orta köy, Arnavut Köy ,Yeniköy, Üsküdar, Kadıköy, Galata semtlerinde daha fazla bulunmaktadır. İçlerinde gedikli meyhane denilen , üç dört yüz senelik bir mazisi olan meyhanelerde vardır. Ekserisi ve bilhassa gedikli olanlar sağlam ve kargir binalardan oluşuyordu. Çoğunlukla arkalarında bahçeleri de vardır. Gedikli meyhanelerden en meşhurları Gümüş halkalı , Müselli, Taşhan ,İskilip Hanı, İskender Boğazı, Sahrınçlı , Tomruk Arkası ,Kalyoncu, Nerdubanlı Filburnu, Sırmakeş Hanı,Langa Kaledibi namındakilerdi. Buraya devam eden kişiler arasında meşhur olmuş zürefadan ve ediplerden de bir çok sarhoş bulunmakta idi. Bu kişiler kendi aralarında meyhanelere Ferah-ı Feza , Dilruba Savruk, Tekke-i İrfan , Meşreb adını takmışlardır. Galata Balat Hasköy Kuzguncukta bulunan Yahudi meyhaneleri biraz değişiktir. Saz ve raks gibi şeyler bulunmadığından buraya devam edenler sınırlı sayıda kişilerdir. [387] Genellikle sokaklarda sarhoş görüldüğü zaman bu Türk değil Frenk'tir. Yüksek tabakadan bazıları , serbest şampanya ve hatta sert içkileriçmektedir fakat alt tabakada içki içen azdır. Türklerin içkiye düşkün olmaması dinden kaynaklanmaktadır. [388] Osmanlı imparatorluğunda çok revaçta olan diğer bir içecekte bozadır. Arpa ve darıdan yapılan boza genellikle tatar olan tayfalar tarafından revaçta olan bir içecektir. Bozanın yaygınlığı boza hanelerin kurulmasına sebebiyet vermiştir. En yaygın olan bozahane işletmeleri Vefa semtinde bulunur. [389] Bodur bir bitki olan salep Suriye de yetişmektedir. Bu bitkinin değeri tıpkı patateste olduğu gibi yapraklarda değil köktedir. Hıristiyan dünyasında zaman zaman hastalar arasında Müslümanlar arasında ise bol bol olmasından dolayı sağlıklı kimseler tarafından içilmektedir. Doğuda özelikle güneş doğmadan önce ve henüz ferahlatıcı sabah uykusunda yeni uyanmışken içilince etkisinin kalıcı olduğuna inanılır. Sokaktaki satıcılarında şubat ayında salep salep ! diye bağırarak gezdikleri bilinir.[390]
 
b-Yeme- İçme Kültürü
 
Türk insanının yemek kültürü her millette olduğu gibi kendine özgü bir biçimde bulunur. 18 . yüzyılda yemekte yere küçük alçak aralıksız bir iskemle konur. Üzerine büyük yuvarlak bir tahta tepsi yerleştirilir. Zenginlerde daima temiz parlatılmış bir nevi pirinç kalkan ile yemeklerini yer ve ;bunun üzerine bütün yemekler birden konur. Önce leğen ibrik ve zarif işlemeli peşkirler gezdirildikten sonra herkes eli ile yemeğe girişir; bıçak ve tabak lüzumsuzdur buna karşılık tahta veya boynuzdan çoğu zaman mercan saplı fakat asla gümüş olmayan kaplarda bulunur ve yemek bu şekilde yenir. [391] Türklerin tabakları kalaylı bakır fayans ,porselen ve topraktır. Ancak ender olarak bazı asilzadeler yaldızlı bakır kullanır. Üst kesim mutfağında ibrikler tepsiler vazolar küçük şişeler buhurdanlıklar ve hatta reçel ikram ederken kullanılan eşyalardan altın ve gümüşe rastlamak olasıdır. Türkler genel olarak yemek esnasında içmezler ; fakat kafi derecede yedikleri zaman kalkarlar aynı kaptan su içmeye giderler. Suyuiçmelerinin ardından Elhamdülillah derler. [392] Türkler çok kanaatkardır fazla yemek seçmez. En çok yedikleri etler koyun ve iğdiş edilmiş teke etidir. Asla inek eti yemezler eğer dişi ise sütünü erkekse etini kaybetmemek için büyümesine izin vermek gerektiğini düşündükleri dana, etini de yemezler. Aslında taze öküz etini haşlamazlar ; bunu tuzlamış ocakta haşlanmış olarak yemeyi tercih ederler. Bu et uzun süre saklanabilir gerek seferde gerek seyahatte de onların en önemli erzakıdır. Et kurutarak öyle öğütürler ki toz haline getirip baharat soğan ve sarımsakla çeşnilendirip deri keselerle taşırlar. Ne zaman canları çekerse bu tozu sulandırıp kısa sürede oldukça kötü bir kıyma haline getirirler. Türkler boğazlanıp kanı akıtılmamış hayvanın etini yememesi gibi durumları da vardır. Av hayvanı boldur haram olan domuzu yememek dışında her türlü av hayvanının etini yerler. Güvercini de yerler ama ; bunun yenimi de azdır. [393] Türkler soğan ve sarımsağı çok severler özellikle yedikleri yemeklerde fazlaca kullanırlar. Bu ürünleri çok yedikleri için çok su içmeleri söz konusudur.[394] Türklerin salçaları da çok keskindir. Sebzeleri Avrupa mutfağı kadar çeşitlidir. Türklerin yeme içme kültürü hakkında en eski bilgi Busbecq 'in verdiği bilgilerdir. "Türkler gayet az yemek yerler yemek kültürüne o kadar az düşkündürler ki biraz tuz ,ekmek ,soğan yoğurt yerlerse artık başka bir şey aramazlar .Yoğurt su ile sulandırılır. İçine ekmek doğranır çok susuzluk ve hararet hissettiklerinde bu usulü yapmaktadırlar. Türklerin mükellef ziyafetleri hamur tatlısı börek ve benzeri şeylerdir. Birçok pirinç yemeği vardır. İçtikleri suyun içine biraz bol şeker kaymak Türklerin ziyafetleridir. " bahseder. [395] Türklerin içtikleri içecek Arap şerbeti adını verdikleri içecektir. Üzümün alınıp sıkılıp bir fıçı içine bir miktar sıcak su ile karıştırılması itina ile örtülüp beklemesi ile elde edilen içkidir. Şerbet Türkiye'de caiz görülen tek içkidir. Yalnız Türkiye'de değil bütün doğu illerinde çok sevilir. Su ve balla yapılır bunun içinde çeşitli rahneler portakal limon menekşe gül veıhlamur koyarlar. Şerbet gün içinde bilhassa yazın çok içilir.ama; yemek zamanlarında ve hamur işlerinden sonra ise daha fazla içilir. Büyük şahsiyetlerin evinde hususi şerbetleri hazırlamak için görevlendirilen hizmetlileri vardır. [396] Türklerin bir adeti ise yenilen yemekten   mükellef bir ziyafetten sonra kendileri için eve bazı şeyler yiyecekler götürmektedir. [397] Günde iki defa yemek yeme usulü vardır. Bunlar yazın havanın sıcak olduğu 9 veya 10; ikincisi gün batarken olur.19. yüzyılda üst kesimdeki bürokratik yapı gelen konuklara ve davetlilere öğle yemeklerini de vermeden bırakmasının da söz konusu olmadığı bilinir.[398] Osmanlı İmparatorluğunda yemek elle yenir yemekte çatal kullanılmaz bıçağın genellikle harp kamaları gibi bellerinde taşıyan Türklerde genellikle yemek bağdaş kurularak oturulan yer sofrasında yenilir. Tabak ve bardak da olmaktadır. Türk sofrasında , az ve çabuk yemeğini yer ortaya koyulan bir tabaktan önce evin sahibi sol eliyle yemeğe uzanırken daha sonra ise yemeğe katılan kişiler yemek yerler. Sağ eller avuç açık olarak mide hizasında tutarak böylelikle çene ve sakaldan akan yağların dökülmesini de önlerler. Yemeğin genel düzeni Lokantalarda da aynı sırayı izleyerek gider: Pirinç çorbası ,et, ve kebap yoğurt Dizlerin üzerine peşkir serilir ve bu örtü yemekte kullanılır. En nefis yemeklerinden biri asma yapraklarına sarılı olan Dolma'dır. Ve ana yemekleri teşkil eder. Yemek sonrası sofraya üzüm incir ve nar getirilir. Yemeğin hemen ardından hizmetkarlar sofrayı kaldırırlar. [399] İstanbul'da Kavun ,karpuz, incir üzüm özellikle Kadıköy'ün inciri ve üzümü meşhurdur. En iyi incirler ve Kavunlar İzmir'den gelir. Çerez olarak kavrulmuş kabak çekirdeği , leblebi, haşlanmış mısır ve marul yerler.Su yemek esnasında içilir. Ve sular aynı bardaktan içilir.Avrupalı usul olan alafranga yemek çatal ve bıçağın kullanılarak, iskemlede oturularak yenilen yemekler 18.yy da balolarda ve üst kesim bürokrasilerde yaygınlaşmıştır. [400] Tatlılardan tavukgöğsü tatlısı sütten yapılır ve üzerine gülsuyu dökülür. Hacı Bekir'in Lokum İmalathanesi de Köprü 'de bulunur. Sakız gül vanilya, tat verici maddeler iki saat boyunca odun ateşinde kaynatılır ve şeker tozuna bulanarak ikrama sunulur. Rengarenk şekerler de bu dükkanlarda yapılır. Tereyağı ve şeker şerbetinden yapılan bir çeşit yufka içi olan baklava da önemli tatlıdır. [401] Türk dükkanlarından helva ve kadayıfta bulunur ve tatlı olarak satılır;kutlamalarda ve şenliklerde bolca tüketilirdi. Bunun yanında dondurmaya da Avrupa'da rastlanılmaktadır. Tatlılardan özelikle Mısır ve Arabistan'dan Hindistan'dan demirhindi, hümas vs. gibi tatlılarda gönderilir. Bunlar bütün bir yıl imparatorluğun bütün yerlerinde ve özellikle İstanbul'da çok fazla satılırdı. [402] Hıristiyanlarda olduğu gibi Müslümanlar arasında da şerbet kahve ve şekerlemeler aile fertleri tarafından içildiği gibi misafirlere de ikram edilirdi. Alelade macun afyon, haşhaş sarısabır ve çeşitli baharatların karıştırılması ile yapılıyordu. Varlıklı kimseler bunlara ayrıca gri amber ,misk kırmızı ve başka kokulu maddeler ve değerli esanslar da katarlardı. Padişahın ve devletin ileri gelenlerinin üst kesimlerin kullanacağı macunlar daha da büyük bir titizlikle hazırlanır Bunların içine pudra halinde inci, mercan , yakut, zümrüt katılırdı .Bu macuna Cevahir macunu denirdi.Bu macunların en küçük bir kutusu üç dört yüz kuruşa satılırdı. İmparatorlukta kullanılan macunların miktarı fazladır. Bu macunların kullanımının genellikle ya sağlık nedeni ile yada ya da dini yasaklar nedeni ile şarap içemeyen kişilerin nefislerini köreltmesi amacına yönelik olduğu bilinir. [403] Karadeniz ve Marmara'da balık bol ve çeşitlidir fakat Türkler çok az balık yerler.Balıkları ekseriya Hıristiyan ve Yahudiler satın alır. [404] Ramazan ayında oruç tutulduğundan yeme içme kesilmektedir. Akşam yemeğine kadar Türkler bir yudum su ve tütün içmediklerindeniştahlarını bastırmak için kendilerine özgü çare bulur, afyon haplarını bir ,iki, veya üç kat yaldızı yapraklara sarıyor ve yemek yemenin serbest olduğu bir zamanda yutuyorlar. Bu hapların belirli bir zamanda etki göstermesi bekleniyor ve bunu belirleyende maddenin etki göstermesi için erimesi gereken yaldızlı yaprakların sayısıdır. [405] Reçelde kahve gibi konuklara sunulan ikramlar arasındadır. Türk sofralarının en büyük özelliği her an size istediğiniz zamanda muntazam bir biçimde kurulmasıdır. Üzüm taneleri turşu olarak kurulunca uzun süre taze olarak muhafaza edilebilmektedir. Üzümden elde edilen sirke hem şaraptan ucuz olarak her yerde bulunabiliyor. Sirkenin içine koruk konduğu için hem keskin oluyor hem de ekşi oluyor. Türkler yaş üzümleri kaynatıp pekmez de [406] yapar. Koyun eti önce küçük küçük doğranır ve daha sonra soğan koyarlar ve kuru olarak ateşte pişirirler. Koyun eti kızartılmak istendiğinde soğanla beraber şişe dizerler. Pilavı önce suda haşlarlar sonra yağda kızartırlar .Pilavın yanında makarnadan bahsetmek çok enderdir o da olsa olsa saray mutfağında olmaktadır. [407] Yemek sırasında    tabaklar silme doldurulur üzerine yağda kızarmış badem serpiştirilir. Koyun etinden yapılan çorbanın içine bulgur koyarlar; bu çorbaya Bulgur çorbası denir. Tavuk etini de piştikten sonra parçalayıp pirinç çorbasının içine koyarlar sofraya getirirken üzerine maydanoz serperler ve tarçın saçarlar. Türkler tavukları kızartmak istediklerinde içine soğan doldururlar. Taze kabakların patlıcanların içi oyulur ve ince kıyılmış koyun eti ile doldurulur. Sarımsak baharat tuz ilave edilir. Sade suda pişirirler; bu tür yemeklerin üzerine yoğurt dökerler. Kıymayı asma yaprağının içine koyup sarıyorlar sarılan yaprakların altına ekşi koyup pişiriyorlar. Pirinç süt ve un birbiri ile karıştırılıyor Buna şeker ve tereyağı katılıyor Üzerine gülsuyu ve misk katılıyor Buna Muhallebi denir. Buğday unu yumurta akı ile iyice çalkalanır. Bu hamurdan bir kaşık dolusu veya bir kısım kızgın tavaya dökülüyor. Ne kadar istenirse o kadar sayıda pişiriliyor.Üzerine bir parmak kalınlığında şeker içerisinde ince dövülmüş badem ve ceviz dökülüyor.Gülsuyu ve misk ilave edilerek yapılan bu börekler birbiri üzerine katlanarak sofraya konur. Kaygana ,katmer buna denir. Türkler çok fazla meyve yerler hatta meyvelerin ham iken dahi yendiği olur. Peynir de tüketilir. Türkler ekmekleri daima taze yemek isterler. Ekmekler bir gün geçip de bayatladı mı kimse yüzüne bakmaz. Bu yüzden ekmekçiler taze iken bir akçe iki ekmek verdikleri halde bayat iken üç tanesini bir akçeye rahatlıkla verirler. Helva adı verilen şeker ve bal ile yapılan tatlıları vardır. Tatlı badem bal ve yumurtanın beyazı ile yapılır. Bu maddelerin hepsi ateşte pişirilir. Tutkal gibi olur soğuğunca kesilip yenildiğinde ağızda dağılır Edirne'de helvanın misk ile tatlandırıldığı sanılıyor. Miskle karıştırılış şeker İstanbul'da satılır ve sadece böyle bir tatlının helvanın yapımında kullanılırdı.İstanbul'da narh defterinde bir de Ak helva adı geçer yine Frenk helvası , sabuni helva adlarında helvalar da yapılmaktadır Fasulye ve Mercimeği çok fazla yiyen Türkler patlıcanı da ekerler. Patlıcan sirke ile de yenir ayrıca turşusu olur.Türkiye'de elma ,kiraz, turunç, nar, incir(İstanbul'da yetişir)badem, hoşaflık kuru üzüm yetiştirirler. Sultani küçük üzüm yoktur. İtalya'dan fıçılar dolusu limon suyu gelir. Limonun suyu koyun eti için kullanılır. Zeytinyağı deniz yolu ile Galata'ya geliyor. Türkler aynı zamanda susam yağı da kullanırlar. [408] Türkler kavunu çok severler. Pek çok cinsi bulunan kavunun kışlık türü de vardır. Kışlık olan kavunu tavana asarlar ve bunlar bozulmadan ilkbahar mevsimine kadar dayanır.Türkler karpuzu da çok yemektedirler üzerlerine su içmesine rağmen mideleri de bozulmamaktadır. Mısır kabağı denen kış boyunca pişirilip yenen bir sebze de vardır.[409]Hurma İskenderiye vapurları vasıtasıyla İstanbul'a getiriliyor kimse pek yüzüne bakmasa da ; tartılıyor ve satılıyor. Oldukça bol olan bir meyvedir. Şeftali ve sarı vişneler de talep gören meyvelerdir.Vişneler kurutuluyor bunun yanında Türkler vişnenin suyundan yararlanıyorlar. Deniz kıyısında kayalık yerlerde yetişen vişneye benzeyen kocayemiş meyvesi de vardır. Lahana bolca bulunur ve Türkler bunu turşu yapmakta kullanır Türkiye'de sarı havuç , maydanoz vardır ama   turp yoktur.Bunu da Edirne'den getiriyorlar. Kırmızı pancarı salata olarak yiyorlar. Hardal da kullanılır bu macun koyun etinin üzerine dökülür. Beyaz haşhaşı ekmek , çörek vs. üzerine saçmakta kullanıyorlar. Ekmeklerin üzerine dörtgen işareti basıyorlar ve siyah bir toz saçıyorlar. [410] Bazı ekmeklerin üzerine susam tohumu saçıyorlar. Aynı tohumun yağını bazen ekmeğe sürüyorlar. Poğaça yapmak için un temiz bir su ile yoğrularak hamur hazırlanır.Bu hamura tuz atılmaz   ve poğaça yapılmak istenen büyüklüğe göre şekillendirilir. Türkiye de yapılan bir diğer ekmek çeşidi ise bir toprak kapta veya ince açılmış hamuru kızgın saç üzerinde pişirmekle olur. Türkler kestikleri tavuğun baş ve el ayak kısımlarını atarlar. Tavuklar kesilir kesilmez hemen tüylerinden arındırılır.Tavuklar pişirilerek yada tüylerinden arındırılmış bir biçimde satılır. Türkler tavuğu kaynar suda haşlayarak tüylerinden temizliyorlar. Tavukların eti harikadır ve koparılıp yenmesi açısından da rahattır. Türkler domuz etinin asla yemezler. Köylerde domuz yetiştirmezler. Domuz yetiştirmeyi iyi saymazlar. Domuz etini Galata'daki veya İstanbul'daki Rumlar yetiştirirler. [411] İstanbul'da iyi sığır etleri ve nefis tavşanlar yenir. Kasaplarda satılan etler iyi değildir genellikle manda etidir ve sert olur. İstanbul'daki koyunlar çok yağlı olup iç yağı kokarlar. Özellikle kuyrukları bir iç yağ topağından teşkil olur.Asya topraklarında çil keklikler olup keklikler nefistir. Müslümanlar av etini az yerler. Bu onların av etini sevmemesi nedeniyle değil usulüne göre avlanmamış haram eti yemek endişesinden kaynaklanır.Memleketin her tarafında her çeşit av hayvanı kaynaştığı halde ancak halktan bazı kimseler ava gidiyor. Onların da bazısı zevk için bazısı da geçimini temin etmek içindir.Çünkü ticaret yapıyorlar ve bu işten ekmek yiyorlar. İmparatorluğun başlangıcında kurulan av zabitleri hala görev yapmaktadır. [412] Türkler midye ıstakozu , karidesi asla sofralarına koymazlar. Kıymalı sebze yemeklerini Türkler çok sever. [413] Börek,Türklerin çok sevdiği bir yemektir. Sebzeli etli , meyveli, ve reçelli olarak muazzam büyüklükte yaparlar. Bu yemek güzellik ve büyüklüğü bakımından Avrupa'da kat kat   yapraklarla pastalara benzer. Müslümanların acılı salçalar , hardal vs. sofralarında nadiren bulundururken baharata da fazla düşkün değillerdir. [414] Doğunun her yerinde olağanüstü buğdayla kötü ekmek yapılır. Hamurlarını ne yoğururlar ne de mayasını taşırırlar. Ama bütün bunlar çoğunlukla iyi hamur işleri ve has yufkalar yapmalarına engel teşkil etmez. Çocuklar yaşları ne olursa olsun nadiren babaları ile sofraya otururlar. Bu babaya karşı duyulan saygının bir ifadesidir. Hatta birçok evlere sofrada dede baba ve amcaya hizmet ederler. En sık rastlanan misafirler ebeveyn pek yakın dostlar ve fazlaca iş yapılan müşterilerdir. Haremde birden fazla kadın varsa hepsinin ayrı bir masası olur. Esasen her zevcenin ev masrafı ötekilerden ayrıdır. Anne kız kardeşler teyzeler yeğenler aynı ikametgahta birleşmişlerse yemeklerini yine ayrı yerler. Velev ki birbirlerine çok candan ve bağlı olmayalar. Haremde yaşayan cariyeler ise hep birlikte yemek yer. Eğer sayıları kalabalık ise onlar için sofra kurulur. Münasip havalarda evlerinin ferah yerlerinde hatta bahçelerinde köşklerinde yemek yerler.Yemek vakti gelince uşaklar kafalarında taşıdıkları tepsilerle sıralanmış yemekleri getirir ve o gün yemek odası vazifesi görecek odanın kapısına koyarlar. Bunlarda sekiz on ,on iki kap yemek bulunur. Eğer davetliler çoksa o zaman ayrı bir veya iki sofra daha kurulur. Hatta gerekli görüldüğü takdirde yine aynı yerde olmak üzere üçüncü bir sofra da kurulabilir. [415] 19 .yüzyılda artık yemek düzeni değişir Kırım harbi zamanında İstanbul'a gelen Fontmagne üst düzeydeki bir evde yediği yemeği şu şekilde anlatır: İki yada üç çeşit olmak üzere ekmek dilimleri bu masaya yerleştirilmiştir. Ayrıca basit bir tuzluk ağaç ve bakır kaşıklar ve beş altı tane küçük tabak vardır. Bunlarda salata zeytin ve reçel turşu denen sirke içinde dinlendirilmiş hıyar , kereviz veya diğer sebzelerdir. Diğer yemekler ise sofraya teker teker getirilir ve sofranın ortasına konur. O sırda sofraya hizmet eden , evin efendisine ve misafirlere iki ucu işlemeli birer peçete verir. Sofrada oturanlar bunun bir ucunu omuzlanır alır; bir ucunu da göğüs ve dizlerine koyarlar. Herkese bir de alelade peçete verilir bu da parmakları kurulamak içindir. Zengin konaklarda yirmi, yirmi beş çeşit yemek bulunur. Sofradakiler ancak iki lokma yiyebilirler. Servisin süratli olması neticesidir ki yemekler büyük bir bollukla birbirini takip etmektedir. [416]
 
Bütün yemeklerin sonunda gelen hoşaf sulu tatlı bir yiyecektir. Elma armut , erik kiraz , kayısı, kuru üzüm ,çam fıstığı ve daha başka meyveleri bol şekerli su içinde pişirmekle yapılır. Varlıklı evlerde hoşafın içine gül suyu portakal çiçeği suyu ve gül esansı da katılır. Hoşaf geldiği zaman sırf hoşaf için kullanılan fildişi kaşıklar kullanılır. Herkes aynı kaseden birkaç kaşık hoşaf içer. Su içen sofrada az olsa da su cam sürahi içine verilir ve bu sürahinin içine yazın buz atarlar. İster sofrada olsun ister olmasın içenin yanındakiler sağ ellerini göğüslerine başlarına götürerek içen afiyet olsun veya ab-ı hayat olsun derler. Bu adet tüm millete ve bilhassa zenginler arasında yaygındır. Sonradan kalkan Müslümanlar sakal ve bıyıklarını sabun köpüğü ile yıkarlar.Müslümanlar temizlik bakımından olduğu kadar şeriat bakımından da buna uyarlar. Bunun için yemeklerden önce ve sonra hizmetliler misafirlerin ellerini yıkamasına yardım eder. Biri peşkir verir, elini yıkayacak olan dizlerine serer. Bir başkası gümüş yada bakırdan kalaylı bir leğen getirir. Ve sağ eliyle bakırdan yapılma ibrikten su döker.Bir başka hizmetkar her yeri işlemeli bir havlu taşır. Bütün misafirlere aynı şekilde hizmet edilir. Misafirler uzun bir koridor boyunca dizilerek kendilerine de sıranın gelmesini beklerler. El yıkamaya önce gençlerin başlaması sofrada yaşlıları bekletmenin önlenmesi içindir. Büyük evlerde öğlen kaç çeşit yemek varsa akşamda bir o kadar çeşit yemek olur. Halkın çoğu güneşin doğacağı saatlerde bir fasıl yemek yerler. Bu genellikle çorba ve peynir ekmekten olan bir çeşit yemektir. Müslümanlarda üç çeşit gıda vardır. Gündüzleri güneşin doğuşundan batışına kadar hangi saatte olursa olsun yenen yemek (Akl ü'l gıda) ; güneşin batışından gece yarısına kadar olan süre içinde yenen yemek (ek-ül isa)ve nihayet gece yarısından güneşin doğuşuna kadar yenen yemek (ek'l ül sahur) Bu ayırtmaların ramazan bayramında tutulan ve diğer zamanlarda tutulan oruçlarla da adlandırılışında etkisi vardır. [417] Yılın bütün geri kalan zamanlarında sarayda olsun ileri gelenlerde olsun özel evlerde olsun evlenme ve sünnet törenlerinde olsun toplu ziyafetlere rastlanmaz. Müslümanların çok az yemek yemesine rağmen bütün tanrının yaratmış olduğu nimetlere karşı sonsuz bir hürmette olduğu görüştür. İlahi nimetlerin en değerlisi olarak kabul ettikleri için ekmekten daima özel bir hürmetle bahsederler.En küçük bir ekmek parçasını evde veya sokakta gören Müslüman isterse en yüksek rütbede olsun mutlaka alıp öper ve sonra cebine koyar yahut ayaklar altına kalmayacak bir köşeye bırakır. Hatta birçok Müslüman yemeğe başlamadan önce ekmeği alır ve başına koyar. En fazla beğenilen ekmek yuvarlak ve yassı olan Pide yahut fadla derler. Diğer bir ekmek çeşidi somundur. Bu ekmek yassı değil siyahtır ve çok ağırdır. Pide evin efendisi içindir somunu ise hizmetçiler ve yoksullar yer. Ayrıca evlerde haftada iki yada üç defa ailenin ihtiyacını karşılayacak biçimde ekmek yapılır. Bu işi cariyeler yada evdeki hizmetçi kadınlar yapar. Çarşıda yapılan ekmekten son derece iyidir. [418] Ayrıca fırının ekmeğini yiyemeyen yurttaşlar simit , gevrek çörek halka börek gibi hamur işlerine başvurular ki bunlar daima daha iyi undan yapılır. Ayrıca peksimet yapımında da iyi un kullanıldığı bilinmektedir. Ancak normal ekmekten daha iyi olmasına rağmen yine de İstanbul'da ve Ortadoğu'nun başka yerlerinde Avrupalıların bulunduğu mahallerde oturan yerli tebaaya satılmaktadır. Yemeği yiyen kimselerden diş kirası adı ile yemek parası da alındığı olur. [419] Türklerin elle yemek yemesini gelenek olarak kabul eden görüş yanında Batılılaşma ile başlayan süreçte Türklerdeki düzen bozulmaya başlar ve Alla France adı verilen Fransız usulü çatal bıçak Türk kültür hayatına girer. Avrupalılaşma yemek dışında mimariye de yansımıştır. Avrupalı mimarinin döşemesi masa sandalye ve kanepesi kendini Türk evine 19.yy kabul ettirmektedir. [420] 19.yüzyılı anlatan Cevdet Paşa,    yine erkeklere olan ilgiden değişiklikle kadınlara olan ilgiye dönüldüğünden ve üst kesimin devlet adamlarının kadınlara olan düşkünlüklerinden de bahseder.Yazar halkın da alafranga yaşama tarzına alışmasıyla beraber kanepe ve sandalyelere geçişinin masraflara yol açtığından bahseder.Alafranga sofra takımlarının alınması ile Ramazanda eski sofra takımlarının terk edilmesiyle bir ikilik yaşanması da söz konusu olur.  [421] Geleneksel Osmanlı mutfağının gerek sarayda   olsun gerekse halk arasındaki düzende olsun 19.yüzyıla gelindiğinde artık eski düzenini yitirdiği görülür. Tanzimat ile başlayan Avrupalı kültürün etkisiyle beraber geleneksel Türk mutfağından uzaklaşılmış Fransız mutfağının menüleri ve yemek çeşitleri yaygın bir hal almaya başlamıştır. Yemek kültüründe değişme olduğu gibi tatlı çeşitlerinde de aynı durum görülmeğe başlamıştır.

3-Sağlık Kültürü
 
a-İstanbul'da 19. Yüzyılda Veba ve Hastalıklar
 
İslam kültüründe temizlik esas alınmıştır. Hamamlar bu kültürün temizliğiyle özdeşleşmiş olan en önemli unsuru teşkil eder. Veba , diğer yüzyıllarda olduğu gibi 18ve 19. yüzyılda da Osmanlı İmparatorluğunda yaygın bir hastalıktır. Bu hastalığın yayılmasından İstanbul 'un eskicileri ve vebadan ölmüş kimselerin kürklerini saklayanlar sorumlu tutulmuştur. Tanrının bu hastalığı alması için hükümetçe buyruk çıkarıldığı dahi olur. [422] Osmanlı insanı başlangıçta hastalığın önemini günlük ölenlerin sayısı belirli miktara erişinceye kadar ciddiye almaz. Günlük işler aksamadan yürür ve insanlar arasında temas devam ettiğinden salgın daha süratle yayılır.[423] Salgınlara karşı en büyük tedbirleri de sadece Avrupalılar alır. Uzun bir alışkanlık devresi sonunda tedbir almakta bazen ihmale kaçarlarsa da bu hiçbir zaman tehlikeli olamamaktadır. Devamlı şehir içinde kalmalarını gerektirecek önemli işleri olmayanlar veba salgını sırasında ilkbahardan kış başlangıcına kadar şehir dışına çıkarlar. Veba ile iç içe olan Türkler bu yıllarla hesap tutmaya dahi başlamışlardır. Büyük yılgından beş yıl önce ve beş yıl sonra diye hesap yaparlar ve yılların tayininde bunu kullanırlar. [424] Vebanın en büyük iksiri temizliktir. En ufak bir tedbirin bile ne kadar koruduğunun en büyük tesiri Türkler ve reayanın binlercesi vebadan ölürken Frenk ve diğer ahali arasında kurbanların sayısının pek az oluşudur. 1837 deki sekiz ila on Frenkde veba vardır. Bu hastalığa en çok tutulanlar hizmetçiler ile çocuklardı. Frenk vebaya tutulursa yüz Türk ten daha fazla gürültü patırtı eder. Bununla birlikte hastalığın bir defa kendini gösterdiği yerde ,en ciddi tedbirlere başvurulması bütün elbiseler halıların ve yatakları yakılması bütün kağıtların tütsülenmesi duvarların badana edilmesi ve döşeme tahtaların ovulması lazımdır. 19.yüzyılda tuhaf olan Frenklerden daha fazla Türkün vebaya tutulmasına karşılık hastalanan daha az Frengin kurtulabilmesidir. Bunun sebebi ancak ruhi olabilir.Türk vebaya tutulursa sabırla katlanır. Tutulmadığı müddetçe onu bilmezden gelir oysa Frenk önlem alır ve kendini sakınır. [425] Beyoğlu bu kötü manzaraya alışmamış olanlara gamlı bir tablo arz eder. Buraya girer girmez sağ ve soldaki tepelerde sefil tahta karakollar ve çadırlar paçavralar içinde insanlar kadidi çıkmış hasta yüzler ve bağrışan çocuklar görülür. Bunlar vebanın aile babasının onayı veya evin besleyicisinin ellerinden aldığı ve evleri temizlenirken buraya karantinaya girmiş ailelerdir. Aileler içinde her yerde büyük bir telaş hüküm sürer. En kötüsü de zavallı kadınların halidir. Bunlar hastalığa en az dayanıklı olanlardır. Korkulacak şey ne kadar az olursa tasası da o nispette artar. Eve kapanıp kalmak imkansızdır. Ve insan kuruntuya düşünceye her yerde sirayet imkanı görür. Bütün evler kaleler gibi kapalıdır. Ve yapılmış olan her ziyaret bütün aileyi korkuya düşürür. Seni önce bir tütsü sandığına kaparlar sonra dakanepesiz perdesiz sadece kamış iskemleler üstü kumaşlarla örtülü tahta masalarla veba tutmaz sanılan maddelerle döşeli bir salona alırlar.Belki de bir tavsiye mektubu getirmişsindir bunu elinden bir ocak masasıyla alırlar; İtina ile tütsülerler ürke ürke açarlar. Şimdi evin efendisine hoş geldin diye elini uzatacağını sanırsın fakat o sana dokunamaz bir konuşmaya girişirsin o lafı hemen vebaya getirir.Tiyatro, kulüp, okuma mahfeli, posta arabası vb. bir araya gelmenin her hangi bir şekli akla bile halk arasında getirilmez.[426] Vebanı ortadan kaldırılması için Karantina teşkilatı kurulmuşsa da çok az etkili olmuştur.Vebanı salgın bir biçimde ortaya çıktığı zaman hastalık korkunç bir süratle yayılır. Çoğu zaman fena halde bulaşır ve yakalanmaktan kurtulamaz. Bu gibi hallerde en iyi korunma çaresi eve kapanıp kimse ile konuşmamaktır. Vebanın en çok İstanbul 'da görülmesi bu şehrin Osmanlı İmparatorluğunun her kısmı ile temas halinde bulunmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Kürklerden sonra pamuk ve yün bu hastalığın en ziyade yayılışını kolaylaştıran maddeler olarak bilinir. Kağıt daha da tehlikelidir.Genel olarak pürüzlü girintili çıkıntılı olan maddeler ve eşyalar düz ve cilalı maddelere göre hastalık mikroplarını daha çık ve daha uzun zaman muhafaza ederler. Veba şüphesinin görüldüğü ilk andan itibaren Avrupalı tüccarlar müşterilerini hiçbir eşya ve kağıt mobilya bulunmayan çıplak odalarda kabul ederler. Eğer hastalık ilerlerse büsbütün dükkanlarını kaparlar. Veba salgını çıkınca İstanbul da Frenkler Avrupalılar evlerinden çıkmazlar sokakta görünmezler. Güvendikleri bir adam ihtiyaç maddelerini alır ve içi su dolu bir leğenin içine bırakır. Sadece ekmek suyun içine konmaz. Belki de ihtiyacın doğurduğu bir inanış olacak ekmeğin sıcak olmamak koşuluyla hastalığı barındırmadığına inanılır. Bazı hallerde kendi kaderlerine terk edilen hastaların çıkardıkları sivilce ve hıyarcıklardan bol miktarda cerahat toplaması sonucu hastalığı yendikleri ve iyileştikleri görülür. Hastalığın müzminleştiği ve ağır bir tempo izlediği bu gibi hallere de hastaya gerekli tıbbi yardımın yapılması ve aynı zamanda doktor hasta bakıcılarında gerekli koruma tedbirleri alabilmeleri daha kolay olmaktadır.[427] Vebaya yakalanan hastanın tedavi usulleri arasında hastanın bütün vücudunu zeytinyağı ile ovması sanki mutlak bir tedavi usulü olarak ortaya atılır. Hastalığın belirli bir döneme gelmesinden sonra bunun hiçbir fayda göstermediği zamanla anlaşılmıştır. Zeytinyağı vücuda giren mikroplara karşı etkili olamıyor ama diğer yağlar gibi tereyağı içyağı mükemmel bir koruyucu olabiliyor. Yağ ticareti ile uğraşanla elleri üst ve başları hemen hemen her zaman yağlı olduğu için vebaya yakalanmaz. Su taşıyıcıları da bu hastalığa karşı daha az maruz kalmaktadır. Ölen hastaların cesetlerini yıkayanlarında hastalığa yakalandıkları görülmez. Nebati yağ veba mikrobunun vücuda girmesine engel oluyor. Su ise mikrobu uzaklaştırıp götürmektedir.Birçok insan vebaya yakalanmamak adına vücudunu dağlamaktadır. Avrupalı doktorlarının hemen hemen hiçbirisi vebalı hastalara şifa vermeye yanaşmaz. Hem cinslerine acıma gibi insanlık duygusu ile hareket edip bu hastalara yaklaşanlar ise kendi iyiliklerinin kurbanı olurlar. Vebalı hastalara daha çok Yahudi hekimler bakar ; bunların daha çok batıl inançları vardır. Hastalığın kendilerine gelmeyeceğine inanırlar ama; hastaya en çok yaklaşmamak hiçbir eşyaya dokunmamak yazdıkları ilacı kendi tatbik etmemek gibi tedbirleri alamamaktan geri kalmazlar. Hastalık bir bitkinlik bir halsizlik ile başlar. Kusma çoğu zaman bir mide sancısı şiddetli bir baş ağrısı ile devam eder. Hasta dayanılamayacak kadar yüksek bir hararetten şikayet eder. Şuurunu kısa zamanda kaybeder ve sürekli sayıklamalar başlar.Gözleri ile hareketleri sürekli dehşet ve korku işaretleri belirir. Nabız yüksek iken zayıflar gayrı muntazam ve kesik inkıtalı hale gelir hasta genel olarak ihtilaçlar içinde ve herhangi bir çıban ve sivilcenin belirmesinden ve irin ifrazının başlamasından önce ölür. Hastalık bu derece şiddetli bir şekilde ortaya çıktığı zaman yapılacak bir şey yoktur. Hiçbir kurtuluş çaresi bulunmaz. Fakat bu gibi salgınların şiddetlerini kaybetmelerine doğru veya salgının daha az şiddetli olduğu hallerde hastalıkla mücadelede başarılı olmak ihtimalinden uzaklaşır. [428] 18.yüzyılda Türkiye'ye gelen Fransız Olivier ,Kırım savaşı sırasında meydana gelen tifo ve kolera salgının İstanbul'da meydana getireceği olumsuz etkilerden de bahseder. [429] Veba'da Hacamat katıyyen kullanılmamalıdır. Yerli halk Müslüman hastaya rakı verir. Vücudun zehrini ve çıbanın irinini atmaya yararlı derler. Bir de sağlıklı bir insanınidrarını alıp içine bir iki limon sıkarak hastaya verirler. Kaynatılmış maydanoz da içilir. Yahudi hekimlere kalırsa vebalı hastalara en iyi gelen budur. Bazı hekimler cardial, Misk, bilhassa panzehir taşından yapılmış macunlar veririler. Çıban belirince üzerine yumurta sarısı , çinko tozu bakır küfünden hazırlanmış merhem koyarlar.
Rumlar, Ermeniler, Yahudiler soğan sarımsak ve bilhassa rakının vebaya karşı son derece etkisi olduğuna inanırlar . birçokları avuçlarının içinde fesleğen otu bulundururlar. Elin harareti ile ezilen ve rahiyalarını bırakan bu nebatın kokusunu zaman zaman burun deliklerine götürerek kokarlar. Bazıları da aynı şekilde misk amber ve kafuru kokarlar .Şarkta kimse bir insanın birkaç kez vebaya yakalanacağından şüphe etmez. Veba geçiren ve atlatan bir kimse bir defa daha yakalanmayacak diye bir kaide yoktur.[430] Halkın vebaya karşı gösterdiği kader inancına nazaran daha aydın olan din adamları tecrübeleri ve akılları ile temiz havada kalmanın bu hastalıklardan korunmak olduğunu anlamışlardır. Salgın esnasında şehri terk ederek salgından sonra tekrar geri dönmüşlerdir. Türkler arasında en fazla rağbet gören inanç kader inanıcıdır. [431]
 
b-İstanbul'da Hamam Kültürü
 
Halk hamamları hem erkeklere hem de kadınlara açıktır. Kadınların hamam günlük hayatlarının ayrılmaz bir parçasıdır. Zarif ve itinalı olan Türk kadınları yakın arkadaşları ile gün ayırarak bu hamamlara giderler. Eğlencelerinin tamamlayıcısı olan yemeklerini yanlarına almayı ihmal etmezler. Daha büyük bir serbestlik yaşamak yani her gün birlikte rahat edebilmek cazibesi seçilen bu ortamın uygunsuzluğunu ortadan kaldırır. [432] Üstlerinde daima tahtası penceresi bulunan kubbelerle içi mermer döşeli tuğladan yapılmış yan yana iki odacık varolan bu odalarda ev arasında soyunmak için hazırlanmış olan oda bulunurdu. Şoseli keçe geçirilmiş çifte kapılar banyonun birinci ve ikinci kısımlarını kapatırlar. Dışa bir yer altı dehlizi ocak görevini yapar. Yer altı dehlizinin hemen tavanı üzerinde hamamın tam ortasına gelen kısmında odunla ısıtılan bir kömür kaynar; kazandan çıkan ve duvarın içine gömülü olarak kubbenin üzerinden havaya açılan borulardan devamlı olarak buhar geçer. Yine duvar içinde gizli borular su deposuna gelerek hamamın içine musluklar vasıtasıyla soğuk su verilir. Gayet güzel parlatılmış küçük peykeler yatarken kullanılmak amacıyla yapılmış olup mermere oyulmuş ince su yolları dökülen suyun akıp gitmesini sağlar. Zengin aileler hamamlarda da servetlerini ve zenginliklerini teşhir etmek fırsatını bulurlar. Hamama gidecekleri gün nefis yemekler kahveler ve servetler hazırlatırlar meyveler getirirler. Bütün hamam gülsuyu ve misk kokusuna boğulur. Bu çeşit hamam alemleri ekseriya çalgılar şarkılarla devam eder. Kukla ve karagöz oyunları ile de sona erer. Ancak böyle alemlerin yapıldığı günlerde hamam zenginler tarafından tamamen kiralanır. Ve diğer müşterilerle kapalı tutulur. Kadınlar ince işlenmiş gömleklerini temiz çamaşırlarını ve birkaç parça inci boncuk , kolye ve zinciri birbirine gösterebildi mi gururlarını da tatmin etmiş olurlar. Kadınların saçları daha sonra taranır ve örülür.[433] Her ne nedenden olursa olsun bir erkeğin kadınlar hamamına girmesi ölümle cezalandırılacak bir suçtur. Ayıp yerlerini göstermek ve de bakmak suçtur ve de ayıptır. Kullanılmadan yirmi dört saat önce ısıtılmaya başlayan bu hamamlar çok ısınırlar dış odada tamamen soyunduktan ve tabandan gelen ısının ayakları yakmaması için kalın nalınlar giyindikten sonra birinci odaya geçmeden evvel iki kapı aralığında ciğerleri genişletmek için iyice beklemek gerekir. Aynı tedbir kazanın bulunduğu ikinci tedbir içinde geçerlidir. Özel hamamları olmayanlar umumi hamamlara giderler halk hamamları daima hazır tutulur ve çoğu kişiyi alacak biçimde hazırlanır.[434] Tellah adı verilen hamamcı kadınlar ellerine geçirdikleri sayaktan kaselerle deriyi kurutuncaya kadar ovalarlar;gül yaprakları ile ovulmuş sonra güneşte kurutulmuş gayet ince bir kil taşı ovalamak üzere sabun yerine kullanılır. Bu arada bakır taslarla bol su dökülür. Bu şekilde temizlenilir ve kokulanılır. Hamamlar kadınların bir nevi kahvehaneleridir. Kadınlar böylece haftada bir gün eğleniyorlar birkaç saat kalıp sıcak halvetten soğuk halvete geçtikleri halde nezle olmuyorlar. Türklerin genelde kadınları hamama yollamak istemekleri fakat kadınları yollamanın kanuna göre uygulanma zorunluluğu olduğu bilinir. [435] Hamam girildikten sonra size peştamal verilir. Buna "futa" derler. Buradaki sıralara elbiseler konur. Bu salonun ortasında elbiseleri yıkamak için mermer havuzlu büyük bir çeşme vardır. Çamaşırlar yıkandıktan sonra salonun üst kısmında yer alan sırıklar üzerine asılır ve kurumaya bırakılır. Diğer bir peştamal vardır ki bu peştamal kişinin ön kısmını bağlamak içindir. Zira çıplak görünmek ayıptır. Bu peştamal sizi ön ve arkadan olmak üzere belinize kadar kavrar. Göleğinizi çıkartarak onu diğer elbiseleriniz ile birlikte oturmuş olduğunuz peşte malin üzerine koyarsınız. Eşyalara hamamda zarar gelmez; zarar olursa hamam sahibi öder.Burada yıkanma kısımları yer almaktadır. Her kısımda bir oturma yeri ve kurna bunun üzerinde sıcak ve soğuk su akıtan musluk bulunur. Bu musluklar sayesinde suyun sıcaklığını istediğiniz kadar ayarlamak mümkün olacaktır. Yine bu salonda sıcak su ile dolu bir havuzda vardır. İstenirse buraya girilebilir ama; temiz değildir, çünkü her ne kadar suyu oldukça sık değişiyorsa da çeşitli hastalıkları olan kişilerde buraya girmektedir. Ancak buraya kimsenin girmediği zaman girilebilir. Önce büyük salona girdiğinizde mermerle döşenmiş ve ocak vasıtasıyla ısıtılmış zemine oturulur. Örtülmesi gereken kısımları hariç ( hizmetine girmiş kimselere her zaman hazır olmak gayesiyle bütün hamam natırları daima bu şekildedir) çıplak bir natır gelir. Ve daima sizi sırt üstü yatırarak mide ve karın üzerine ve vücudu rahatlatmak için vücudun bütün kemikleri ve kolları bacakları çatırdatır; sonra sizi karın üstü yatırarak yeri öptürecek biçimde sırtınızda çevirerek bacakları sırt üzerine getirir sonra sakalı ve koltuk altlarını tıraş ederek sonra diğer kısımları tıraş etmek için usturayı size verir. Ve küçük odalardan birine gidersiniz peşte malinizi çıkararak kapı üstüne koyar ve tıraş olursunuz. Tüylerden arındıktan sonra peştemalinize sarınarak küçük odaya geçersiniz, terlersiniz .Siyah softan yapılmış bir kese ile gelerek natır sizi kuvvetle keseler. Bütün kirlerinizi çıkartır ve sonra ipekten ve içinde sabun olan bir lif alarak her tarafınızı sabunlar. Sonra bir miktar su döker eğer siz isterseniz başınızı da sabunlar. Natır bundan sonra ıslanmış olan peşte malin yerine koymanız için peştamal verir.Elbisenizi bıraktığınız yere dönülür ve ayaklarınızı temizledikten sonra su dökülünür. Size sıcak havlular getirilir. Vücudun her bir yeri onunla kurulanır.Giyindikten sonra başka biri ayna verir ,ücret ödenir ve çıkılır. Sarnak (zırnık tüften daha hafifi siyah bir rulo Anadolu'da bulunuyor) uzunca geniş bir tuğlaya benzer biçimde dökülüyor. Tanesi yerinde sekiz akçeye satılıyor. İstanbul'daher attar ve bakkalda bulmak mümkün Hamacılar fahişeler, genç delikanlılar ve Külhanbeyler hatta bütün Türk kadınları kullanıyor. Zırnık denen bu toprak veya taş iyice ezilip ufalanıyor içine sönmemiş kireç katılıyor. Sonra üzerine kireç döküp su katılıyor ve çamur haline getiriliyor. Hamamda temizlenmesi istenen kıllı yerlere sürülüyor. Sürülen yer yanıyor ama; tüyleri tamamen temizliyor. Sonra ise bu kılların döküldüğü yeri hemen yıkamak gerekiyor. Aksi halde çok fazla yanar ve yara olur.Kadınlar ağda denilen maddeyle de kıllarını temizlerler. 19. yüzyılda hamamlar hala kullanılsa da evlerde yeni mimari yapı ve ev düzeni ile beraber modern banyo kullanılmasına geçilmeye başlar ve hamamlar eski önemlerini yitirirler
 
c-Hastalıkların Tedavi Biçimleri
 
18. ve 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu içinde çeşitli hastalıklar yaygındır.İlk kez Lale devrinde uygulanmaya başlayan çiçek aşısı cevizlerle yapılmış ve hastalık önlemeye çalışılmıştır. [436] Türklerde temizlik esastır. Müslümanlar kuran okumak , camiye girmek ibadet etmek için ab dest almak zorundadırlar. Önce ellerini ve kolları sonra alnı başının üstünü kulaklarını dişleri yüzü burnunun üstünü ve ayakları yıkarlar hava çok soğuk olduğu zaman sadece üsten benzer hareketle yetinirler. Müslüman erkek kadınla beraber olduktan sonra da abdest alır yıkanır.Üçüncü temizlik taharettir tabii ihtiyaçlarını gördükten sonra yapılan temizliktir def-i hacet esnasında ibrik kullanımı yaygın iken Türkler tuvalet kağıdı da kullanmazlar.Bunun için sol elin son üç parmağını kullanırlar. Yemekten öncede beller yıkanır. Süleymaniye'deki Akıl Hastanesi caminin iç avlularından birinde bulunuyor. Kemerlerden hastaların hücrelerine gidiliyor. Bunların her biri demir parmaklıklı hücrelerden hava alıyor. Bir hücredeki hastaların sayısı asla hücredeki pencerelerin sayısını aşmıyor. Her hastaya takılmış olan ağır zincir ve demir boyunduruk üzücüdür. Zavallı hastalar daracık bir alanda huzursuzca bir ileri bir geri şangırdayıp dururlar. Yatakları temiz rahat ve geniştir. Hücrelerde kalanların çoğu sanki farklı bir çatı altında doğmuşçasına rahat ve sakin bir biçimde yer içer. İçlerinde tek bir azılı deli yoktur. [437] Kadınların bir hekime görüneceği zaman zaten kocası ve cariyeleriyanında bulunur. Hekim hastanın kolunu ancak kolu baştan başa bir muslinle örtülü olarak tutabilir ama diğer taraftan gözlerini veya dilini veya vücudunun diğer bir kısmını hekime gösterebilir. Diğer taraftan harem mensuplarının   bir   hastalık   halinde   hekim   gibi   çalışan   kadınlara başvurdukları bilinir. Bunların bilgileri az fakat tecrübeleri çoktur. Bu kişiler bu bakımdan bilhassa kadın hastalıkları ile ilgili konularda başarılı olurlar. Sarayda olsun başka yerde olsun doğumları yaptıranlarda bunlardır. Zaten bu başlı başına bir meslektir. Bu mesleği icra eden kadınlara "ebe kadın " denir. Bu kadın hastaya bir hekim yada cerrah çağrılması ancak hastanın hayatının tehlikede olması zaruriyetinde mümkün olur. Bu gibi haller dahilinde dahi bir erkeğe görülmek pek hoş karşılanmaz. [438] Türkler hasta olduğu zaman çoğu sefer Frenk ve Yahudi doktorları çağırırlar. Bunları bulamazlarsa içlerinden birinin doktorluk yaptığı ve hastaların zararına kötü bir deneyim kazanacak olan dönmelere başvururlar.
 
19.yüzyılda Türkler balı reçete olarak ilaç niyetine kullanır. Kan alma işini genellikle dönmeler yapar başarılı olmakla beraber genellikle az sayıda kesim Türk de yapar.Türkler iri neşterlerle ve bazı Hıristiyanlarda atlardan kanın alındığı gibi bir demir ile diğerleri ise sivri kamışlar ile bu işi ifa ederler. Başları ağrıdığı zaman bir bisturi ile baş ağrısının bulunduğu yeri çizerler; ve epeyce bir kan akıttıktan sonra oraya pamuk koyarlar; ve böylece yarayı kaparlar. Alınlarında beş veya altı çizik yaptıkları da olur. Türkler arasında bir tedavi usulü olarak dağlama da vardır. Başı ağrıyan kulağın üst kısmı ağrıyan yeri kızgın bir demirle dağladıktan sonra bunu üstüne bir pamuk koyarlar iyileşenlere rastlanır. Diğer uzuvlardaki yaralara da büyük bir fitil veya iyi yakılmış bir bez parçası tatbik ederler ve fitil yerleştirilene kadar dayanırlar . 19.yy da bütün Avrupa da salgınların önüne geçmek için uygulana karantina Türkler tarafından çok zor benimsenmiştir. Bilhassa Mekke'den dönen hacıların getirdikleri bu hastalık çok daha fazla önem teşkil eder. Kız Kulesi Veba hastanesi olarak kullanılmakta Fransız doktor Antuan Laugo burayı idare etmektedir. Sultan II.Mahmut Karantina Teşkilatını kurar. [439]
 
-Hasta Tedavisinde Başvurulacak Kimseler
 
19 . yüzyılda Abdülaziz Bey geleneksel yollu tedavi usullerinin halen kullanılmış olduğu hakkında bize ayrıntılı bilgiler vermektedir.
Kırbacı kadınlar:Karnı Şişen ve isale tutulan çocukları Kırba olmuş denir ; kırbacı kadınlardan birine götürürlerdi Bu kadınlar İstanbul'da Bozdoğan kemeri ile Aksaray'da bulunurlardı.
Alazcı Kadınlar: Bu kadınlar çocukların ekseriya yanaklarında görülen kadınların alaz dedikleri kaşıntılı ve kabuklu bir cins egzama ile uğraşırlardı.
Kelci Kadınlar: İstanbul'da oturan Musevilerde eskiden yalnız şırlağan yağı yemelerinin etkisiyle kel hastalığı vardır. Kelliğe yakalanan kişiler, kafalarındaki saçlarını bazı meşakkatli çalışmalardan geçerek yordurur ve tedavi olurlardı.
Korku damarına Basıcılar: Hepsi yaşlı olan bu kadınlar bir şeyden korkulması durumunda işe koyulan kişiler olup bu insanlar uygun damarı bulup basarlardı.
Hekim Kadınlar: İstanbul'da hastalıkları tedavi eden bu kadınlar ilaç tertibi ile de uğraşırlar .Bunların saraya bağlı olarak görev yapanları da bulunurdu. Bu kadınlar yaktıkları tütsülerde ancak kendileri tarafından bilinirdi .İstanbul'da hastalıkları tedavi eden kadınların yanı sıra halk arasında dalakçılar, sarılık ve dil altı kesenler , hunnak tesbihi verenler ısıtma bağlayıcı olarak bilinen kişiler de hastalarca iyileştirilmek üzere başvurulanlar arasındadır.
Dalakçılar: Karın su toplayıp şişince dalak olmuş derlerdi. Dalakçılar belirli yerlerde kahvelerde oturur, kahve kapısına bir dalak asarak kendilerini bildirirlerdi.
Sarılık ve dil altı Kesenler: İnsan vücudunda safra fazlalığı görülürse sarılık kesilirdi.
Hunnakçılar: Boğazında çenesinin sağ veya solunda dıştan ele gelebilen ufak bir beze varsa kişi hunnak olmuş denirdi. İstanbul'un dört beş yerinde Edirne kapısında ,Sultanahmet'te ve Uzunçarşı'da ve daha bir iki mekanda bu işle uğraşan kimseler hastayı okur üfler ve gerekli tedaviyi yapardı.
Sıtma bağlayıcılar: Isıtmaya tutulanlara okuyup üflendikten sonra gerekli yapılırdı. [440]
 
e- 19. Yüzyılda Tıp
 
Geleneksel anlamda tedavi etme usulleri değişen tıp alanı ve ilerleyen bilim olsa da günümüze kadar varlığını sürdüre gelmiştir. Bunun yanında 19. yüzyılda Modern Tıp okulları ile beraber modern tıbbın gelişmeye başladığı görülür. 1805 'te İstanbul'da Rumlara bir Tıp okulu kurulması izni verilmişse de bunun 1812 'de kapatıldığı sanılıyor. Ocak 1807 'de Selim 'in saltanatının son günlerinde çıkarılan bir nizamname ile İstanbul Tersanesi içinde bir Tıp Mektebi kurulmuştur. Yetişecek tabipler donanma ile sefere de çıkacaklardı. Fransızca ve İtalyanca'nın kullanılacağı bu okul teşebbüsü Kabakçı Mustafa isyanı ile sona ermiştir. Tıp ve cerrahlık eğitimi yapan ,Müslümanlardan tabip ve cerrah yetiştirmeyi amaçlayan bir başka okul II. Mahmut döneminde 14 Mart 1827 'de açılmıştır. Tıphane-i Amire ve Cerrahname-i Mamure denen bu okulun süresi 4 yıl olup programı Arapça ,Türkçe, Fransızca, Cerrahlık uygulaması ,Anatomi ve Tıp ilmine giriş , sonra yeteneklerine göre seçilip hastanede cerrahlık   uygulamaları   yapmaları   şeklinde   düzenlenmiştir.   Mektebi Tıbbiye'de    öğretim    Fransızca    ,Cerrahname'de    Türkçe'dir.Okulda Viyana'dan getirilen Dr. Bernard vb. yabancı hocalar dersler vermiştir. [441] II. Mahmut döneminde kurulmuş olan askeri tıp okulu , ordunun ihtiyacı için kurulmuş olduğundan buradan çıkan doktorlar ordu hizmetinde kullanılmakta idi. Yabancı memleketlerde tahsil gören Osmanlı tebaası Hıristiyan doktorlarla yabancı doktorlar da , büyük şehirlerde doktorluk yapıyorlardı. Kaldı ki ihtiyaç halinde ordu onları da kendi emrinde kullanmakta idi. İşte bu sebeple kazalara doktor göndermek amacıyla 1866 da İstanbul'da Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye adlı Tıp Okulu kurdu. Tıp okulu gündüzlü idi. Öğretim dili Türkçe idi. Tıp ve Eczacılık   okulu birlikte ders yapmakta idi. Öğretimi başarılı ile bitirip doktor olanlar askerlikten muaf tutulmuşlardı. Bu muafiyet ve imtiyazların tesiri ile Tıp okulu büyük bir rağbet görmüştür. Tıp okulunun kurulmasının ardından eczacılık ile alakalı olan bu eğitim de bu okulda verilmiştir. Fakat bunun mahzurları görüldüğünden 1867 yılından itibaren Tıp ve Eczacılığın ayrı şubeler altında teşkilatlanmasına gidilmiş ve sonra da eczacı okulu müstakil olarak kurulmuştur. [442] Osmanlı İmparatorluğu içinde hastaneler Darüşşifa adı ile kurumlaşmış olan yapılardı.19. yüzyıla gelindiğinde artık devletin sağlık kurumlaşmasına gitmekte olduğu görülür. Tanzimat döneminde batı kurumlarının Türkiye'ye girmesi ile beraber modern batı tarzında hekimlik geliştirilmeye başlanmıştır.

(IV. BÖLÜM )
EĞİTİM VE DİN
 
1- Eğitim Kurumları
 
19. yüzyılda Abdülaziz devri başlarında Osmanlı İmparatorluğunun eğitim sistemi karakter ve idare yönünden bir birlik teşkil etmiyordu. Eğitim müessesesi farklılıklarına göre dört gruba ayrılıyordu.
 
I- Devlet Eğitim Müesseseleri
II-Medreseler
III- Cemaat Eğitim Müesseseleri
IV-Osmanlı İmparatorluğunda yabancı tabiatında bulunan şahıs ve cemiyetlerin eğitim müesseseleri
 
Devlet eğitim müesseseleri II. Mahmut'tan itibaren cemiyet ve devlet ihtiyacı için meydana getirilen okulları oluşturmaktaydı. Bu okullar devlet bünyesinde kurulan bir teşkilat tarafından devlet hazinesinden temin edilen bir para ile idare edilmekte idi. Medreseler , cemiyet ve hayat ile irtibatını kaybetmiş ve tamamen dini karakterde bir bünyeye girmiştir. Cemaat eğitimi ,cemaat ve millet ismi verilen ve Müslüman olmayan toplulukların sahip olduğu eğitim teşkilatını oluşturmaktadır. Bu teşkilata dahil her dereceden okullar , cemaatler tarafından kurulmakta ve cemaat parası tarafından işletilmekte idi. Devlet 1856 'dan beri sadece bu okulların öğretim usullerini tespit etmekte ve öğretim üyelerini tayin etmekte idi.
Yabancı Eğitim sistemi Osmanlı İmparatorluğunda yabancı şahıs veya cemiyetler tarafından kurulan ve devletle herhangi bir ilgisi bulunmayan eğitimdi.
 
a-Okula Başlama (Risale-i Tedris)
 
Osmanlı İmparatorluğunda eğitim kurumlarını ele aldığımızda akla gelen ilk kurum mahalle mektepleridir.
 Türkiye'de erkek çocukların yüksek sesle okumaları yöntemiyle eğitim yapılır. Okurken hareketsiz durmazlar sarhoş gibi bir yandan bir yana sallanırlar. Hemen hemen hepsi kuranı ezbere bilirler. Arapça öğrenmeleri sonucu kavrarlar Erkek ve kız çocukları birlikte mektebe giderler. İlk derecedeki okulların hepsi parasızdır. [443] Çocukların eğitimi evde yapılır. Ailenin maddi durumu ne olursa olsun kızlar kendi evlerinde eğitim görürler. Mürebbiye ve hocaları yoktur. Her iki cinsin eğitiminde de dans ve musikinin yeri yoktur. Kızların eğitiminde din kaideleri ve ahlak dersleri başlıca konuyu teşkil eder. Bunun ya anne yada ailenin başka yakını veya en yaşlı ve bilgili cariye yapar. İçlerinden bazısı yazmayı da öğrenir ama okuma ve yazmayı bilen kadınların sayısı nadirdir.Kadınların dış temasları ile okumalarının imkanı bulunmadığından kendi evlerinin dışında olup bitenlerden habersizdirler. Erkekler gibi onlarda yabancı dilden mahrumdur. [444] Yeni öğrencilerin mektebe başlamaları için çoğunlukla Muharrem ve Mevlit ayları seçilirdi. Mektebe başlayacak olan öğrencinin velisi mektebe haber salar o gün için bolca aşure ve yemek yapılırdı. Bu iş için genellikle perşembe günü seçilirdi. O gün hoca efendi büyüklü küçüklü tüm öğrencileri toplar sıraya dizer , öndekiler naat ve gazeller okuyarak arkadakiler ötekilerde amin çekerek alay yola koyulur yeni öğrencinin evine varılırdı.Yemekler ve aşure yendikten sonra yeni öğrenci de süslenmiş olarak alaya katılır. Mektebe başlayan çocuk giydirilir kuşatılır; omzuna şal , başına ise ailesinin durumuna göre sırmalı takke omzuna cüz kesesi (Kitap çantası) asılır .Çocuk zengin ise bir midilli atına bindirilir.Değilse elinde tutar bevvap (Medrese Hademesi) çocuğun rahlesini ve çocuğun tutacağı minderini başına koyar , önden yürür. [445] Hep birlikte mektebe giderlerdi. [446] Yeni öğrenci hoca efendinin önünde diz çöktürülür; kendisine besmele Rabbıyessır okutulur. Böylece mektebe başlatırlardı. Bu arada Hoca efendiye bir havlu bir çevre yada bir gömlek armağan edilirdi. Yeni öğrenci için de eskilerden bir kalfa seçilirdi. Hoca efendiler sünnet de yaparlar. Mektep öğrencilerinden biri sünnet edilmesi gerektiğinde durum hoca efendiye bildirirdir. Sünnet günü hoca efendi büyüklü küçüklü tüm öğrencileri toplar sıraya dizer naat kaside amin çağırarak sünnet edilecek çocuğun evine gidilirdi. Yemek yendikten sonra berber sünnetçi çocuğu sünnet ederken bahçede dolanan öteki çocuklar bir top dolusu ceviz atılır, bunlar amin diye bağırarak cevizleri kapışırlardı.
 
Her çocuk okula getirildiği gün ana ve babası "Eti senin kemiği benim " dediği için yaramazlık yapan her çocuk hemen falakaya alınır. Falakada çocuğun ayaklarını iki kişi, tutar ,hoca ve kalfa kızgınlığını gidilinceye kadar kızılcık değneğiyle yapıştırıp durur. Okulların çoğu bir katlı binadır. Dört taş duvar ve toprak bir oda ,içinde sıra sıra dizilmiş rahleler . Çocuklar bu rahleler üzerinde önünde karşılıklı evlerinden getirmiş oldukları minderler üzerinde otururlar . Öğretmenin yeri köşededir ve baş ucunda uzun bir sırık ile değnekleri asılı dururdu. Sırıkla oturduğu yerden çocukları dövebilirdi. Kalfalarda birer köşede otururlardı.Çocukların hava almaya bahçeye çıkmaları adet olmadığından yüzlerce çocuk sabahtan akşama kadar kafese tıkılmış kuşlar gibi tıkılı kalır Hep çıkma saatini bekleyen çocuklar dışarıya salıverildikleri zaman ortalığı velveleye verirlerdi. [447] Sıbyan mekteplerinin ekserisi yaz aylarında çocukları eğlendirmek için getirmek maksadıyla mektep gezileri eski tabiriyle mektep seyri tertiplerlerdi.Çocukların valideleri de o gün evlerinde zeytinyağlı yaprak dolması, irmik helvası , revani gibi şeyler pişirir sefer taslarına koyar kararlaştırılan günde erkenden mektebe gönderirlerdi. Divit ve mürekkep kalem alarak yazmaya yarayan temel eğitim unsurlarından iken zamanla19.yy iğneli dolma kalem kullanılmaya başlar.[448] Ramazan bayramına bir hafta kala köye gelen genç medrese öğrencileri halkı bilinçlendirerek vaaz verir.Halkın gönüllerinden kopan hediyeleri halktan alırlar ve cer denen bu sistemlerini tamamlarlardı.
Hoca efendi devlet memuru değildir; maaş almazdı. Herhangi bir okuldan mezun olmamış bu kişiler Kuranı ezberlemiş olan bir parça okuma yazma bilen kişilerdir. Her hafta öğrenciler babalarının varlıklarına göre Hoca efendiye ücret veririler durumu iyi olmayan fakir öğrenciler ise bir iki yumurta verir. Okuma yazma bilen kişiler kendi evlerinde cami mescitlerine bitişik olan vakıf odalarında mektep açarlar , çocukları toplayıp kuran ilmihali öğretirlerdi.[449] 19. yüzyılda özel eğitimin yaygınlaştığı da bilinir. Çocuklar sıbyan mekteplerinde bilhassa kıraat usulünü öğrenir ve Kuranı Kerim okumaya alışır. Böylece çocuk oynaşına gelişmiş bulunur. Eğer çocuk yüksek kesimden bir zatın çocuğu ise babası , ilim tahsil etmek üzere camii şeriflerde yetişmiş icazet ve tedrise mezun olmuş dersi am efendilerinden birini seçer. O zat özel olarak konağa bir gün davet olunur. Çocuğa belirli günlerde gelerek ulum-u arabiyye dersi vermesi sarf , hahiv ,mantık öğretilmiş olunur. [450] Çocuk önce sübyan mektebinde kıraat usulü öğrenerek ilk tahsilini bitirmiş sonra cami dersine devam etmiş veya kibar ailelerden ise hususi muallimlerden Arapça'nın sarf ve nahvini görmüş ve bir dereceye kadar fars dil ve kaidelerini ve yazıya da çalışmışsa artık kalemde bir memurluğa girme vakti gelmiş bulunmaktadır. Pederi veya yakın akrabaları vükela ve devlet ricalinden olan çocukların katiplik mesleklerine sokulması tabii idi. 19. yüzyılda devlet dairelerinden en gözde olanı Bab-ı Asafi, daha sonra Bab-ı Ali denen dairelerdir. Memurluğun devletçe meslek olarak kabul edilmesi mali işleri ile disiplin hususlarını düzenlemek icap eder Bu sebeple 1873 de bir kararname neşredilerek maaş ve harcırahların ne yolda verileceği hakkında kesin hükümler kondu. Muhakeme edilmeleri için tespit edilmiş olan esaslar ise 1871 de bir nizamname halinde ilan edilmişti. Usulüne göre kuran okunak ve ezberlemek isteyen çocuklar vaktiyle ekser hayır sahipleri tarafında şehrin uygun semtlerinde yaptırılan Darül Kura denilen kargir binalara giderlerdi. Hafız çıkanların cemiyetlerinde sarf edilmek üzere uygun vakıflar da kurulmuştu. Darül kuralarda çocukları büyükleri hıfz -ı kurana çalıştıran kura efendilerinin hükümet tarafından seçilerek tayin edilmiş başları reissül kura namıyla anılır, maaş ve vazifeleri vakıf tarafından verilirdi.
 
b-Dersaadet (İstanbul) Medreseleri ve Kütüphaneler
Dersaadet ve taşradaki medreselerin çoğu ya büyük Osmanlı padişahları yada ileri gelen vüzeralar tarafından yaptırılmış olan ilim gören talebelerin hem tahsil gördükleri hem de yatılı olarak barındıkları mekanları oluşturmakta idi. Medresede eğitim gören talebelerden medrese nişin olup Arapça 'yı anlayabilecek hele gelenlerden pek çoğu kendi tabirlerince cerre gideceğini müderrise bildirir.Hicri senenin Recep ayının başından Ramazan ayına kadar devam eden bu taşraya gidişe şuhur-u selase cerri denir. Bütün olarak eğitimini tamamlayan ve tekmil-i nüsah olmuş kişiye icazet adı verilen diplomasını hocası verilirdi.  [451] Kız çocuklarının eğitim görmüş oldukları ev mektepleri şöhretli hanımların idare ettiği eğitim mekanlarını oluşturmakta idi. Galata da Arap camii yakınındaki Hoca hafıza Ayşe hanım mektebi , Gedikpaşa civarındaki Sedefçilerde bulunan Hacce hoca hanım mektebi Aksarayda Yusuf Paşa çeşmesinde Derin Hoca hanım mektebi , Sarmaşık Mahallesinde Kulaksız Zekiye Hoca Hanım Mektebi ,Unkapanı'nda Yeşil tulumbada Hoca Saliha hanım mektebi 'dir. Bu ev mekteplerine devam eden kızların çoğu önce sübyan mekteplerine erkek çocuklarla beraber okumuş olurlardı. On yaşını geçince tahsile hevesli olanlar ve özellikle Kuranı Kerimi ezberleyerek hafıza etmek isteyenler sesleri müsait musikiye istidatlı bulunan genç kızlar mektebe alınırlardı. En büyük kitap koleksiyonlarının olduğu yer İstanbul'dur. Sarayda çeşitli yapılarda saklanan koleksiyonlar vardır.18. yüzyılın başlarında III. Ahmet sarayın üçüncü avlusunda zarif bir kütüphane yaptırmıştır. Ama saray dışındaki bilginler ve kitapseverler bütün bu kitaplara çok ender ulaşabiliyorlardı. Kent içinde vezirlerin ve ulemadan kişilerin kurdukları kütüphanelerde ise durum böyle değildi. 1661-1676 yılında sadrazamlık yapan Köprülü Ahmet paşa yaptırdığı kütüphanesi ile halka hizmet vermiştir. 1734 Veziriazam Hekimoğlu Ali Paşa kendi adını taşıyan külliyesinin içinde şık bir kütüphane yaptırmıştır. 1755 te II.Osman 'ın devleti adamlarından Koca Ragıp Paşa belki cehaleti yıkmak belki de arkasında edebiyata karşı olan zevkini ispat edecek bir eser bırakmak maksadıyla kendi parasıyla bir halk kütüphanesi kurar. Bugün dahi kütüphane olarak kullanılmaktadır. Yeterli parası olanlar yazma satın alabiliyorlardı. Kentin merkezinde yazmaların alınıp satıldığı sahaf dükkanları vardı; müşterilerine ayrıca minyatürde sipariş edilebiliyordu. [452] Türkiye 'de kütüphaneler sadece alimler tarafından kullanılır.halka yabancıdır. Aynı şekilde edebiyatta halka yabancıdır. Gerek İstanbul da gerekse diğer kentlerde erkek çocuklara okuma yazma öğreten ilkokulların sayısı yüksektir. Bu amaç için özel binalar okullar yoktur. Öğretmen heryerde isterse kendi evinde dahi öğrencileri kabul eder. Zengin ailelerin çocukları için evlerine özel öğretmen getirilmesi durumu da vardır. Çocuklar sertlik ve korku eğitimiyle eğitilmezler. Türkler de çocukları cezalandırırlar ama ölçülü davranırlar ve onlara karşı daha fazla bir sabır gösteririler.Eğer çocukları dövmek gerekirse çıplak ayak tabanlarına kızılcık sopasıyla vururlar. [453]
 
c-19.yüzyılda Eğitim ve Modern Okullar
 
18.yüzyılda Osmanlı imparatorluğundaki taassubu Osmanlı'yı ziyarete gelen Humbaracı Ahmet Paşa diye anılan Fransız mürted Baron De Tott ,top fırçalarının domuz kılı olmasına karşı askerlerin muhalefet etmiş olduğunu belirterek vurgular.[454] Osmanlı İmparatorluğunda yapılan bütün yenilik hareketleri ne kadar Avrupa'ya yaklaşılma durumuna meylediliyorsa o yaklaşma dahilinde Asya'dan uzaklaşacağına yorulmakta idi. Tanzimat ilan edilerek Avrupalı devletler Osmanlı İmparatorluğunun yanına çekilmeye çalışılmış; Islahat fermanının ilan edilmesi ile Kırım savaşında kazanılan yardımın ödünleri [455]geri verilmiştir. 19. yüzyılda eğitim işleriyle ilgilenen devlet artık eğitimi kendinin el atması gereken bir alan olarak görmeye başlar ve bu amaçla yeni düzenlemelere gider. Meclisi maarif işlerin uğraşan Cevdet Paşa Mualim nizamat ve ıslahatı ile de meşgul olmuş bu okulların talebesinin imtihanlarını düzenlerken, hocaların cerre çıkmalarını hocaların önlemiş onlara maaş bağlanmıştır. Meclisi umumilerde alınan en önemli işlerden biri Paris'in Akademi adıyla meclisi tarzında bir cemiyet-i ilmiyle teşkiliydi. Buna dair yapılan müzakerelerde azalan kırk kişiden teşekkül eden her ay başında bir gün belirlenen bir günde toplanan Encümen-i Daniş namıyla bir Cemiyet-i İlmiye teşkiline karar verilmiştir.Devrin ünlü uleması arasında olan Ataullah Efendizade Şerif Efendi ilmi teşkilatlanmanın başkanlığına ve riyaset-i seniyyesine Meclis-i Maarifi Umiyye azasında Abdülhak Efendizade Hayrullah Efendi seçilmiştir. Bu komisyonun içinde ayrıca bölümlere ayrılmış bir komisyon Lugat-i Osmaniye telif olunmak üzereteşkil olunmuştur. İlmi tarih yazmak için bölümleme yapılmış ve Cevdet Paşa'ya ise Tarih-i Cevdet adlı 12 ciltlik kitabı yazmak düşmüştür.[456]
İlköğretim zorunluluğu ile ilgili bir girişim ilk kez II..Mahmut döneminde   1824 yılında kabul edilir.   1869 da Maarif-i   Umumiye Nizamnamesi ilan edilir. Bu nizamname bu tarihe kadar dağınık bir halde kurulan ve kurulması planlana okulları bir eğitim sistemi çerçevesinde teşkilatlandırdığı için önemli bir kanundur. Bu kanun ile ilköğretim zorunlu hale getirilir iken; Sıyan okulları, Rüştiye okulları, İdadiye okulları Sultaniye okulları, Darülfünün (Üniversite ) açılması planlanmıştır. [457] 1867 'de Devlet Asar-ı Atika (Eski Eserler Nizamnamesi) hazırladı.Buna göre eski eserler Maarif Nezaretinin kontrol ve idaresine bırakıldı. Osmanlı imparatorluğunda antika araştırmak isteyenler Maarif Nezaretinden müsaade almaları gerekiyordu. Tanzimat döneminde eğitim alanında sistemli düzenlemelere gidilmiştir. Örgün eğitim alanında büyük çabalar gösterilmiş birçok yeni okul açılmıştır. Medrese dışındaki örgün eğitimde ilk-orta -lise şeklinde bir derecelendirmeye gidilmiştir. İlk kez bu dönemde öğretmen yetiştiren meslek okulları açılmıştır.Kızlar   için ilköğretim sonrası örgün eğitim kurumları ilk kez bu dönemde açılmıştır. [458] Modern okullar başlangıçta İstanbul ve çevresindeki okullarda yoğunlaşmıştı. 1688 yılından sonra bilhassa II.Abdülhamit'in iktidarı sırasında modern eğitim sistemi diğer vilayetlere de yayılarak ülke insanlarını üst basamaklara kadar tırmanmasının yolunu açtı. İlköğretimde daha önemli adımlar Tanzimat dönemi sonlarında Saffet Paşanın Maarif Nazırlığı sırasında çıkarılan Maarif Nizamnamesi ile atılmıştır. Her mahalle her köyde en az bir sübyan mektebi bulunacaktı.Medrese dışındaki örgün eğitimde ilk orta yüksek şeklinde bir derecelendirmeye gidilmiş ve kısmen kağıt üzerinde de kalsa kapsamlı düzenlemeler düşünülmüştür. Tanzimat dönemindeki yenileşme çabaları bir avuç yönetici aydın öğretmen tarafından başlatılmıştır. İlk kez öğretmen yetiştiren meslek okulları açılmıştır. Öğrenci ve öğretmenin kıyafeti ilk kez bu dönemde belirlenip düzenlemeye konulmuştur.Eğitim programlarında hayata yönelik derslerde koyulmuştur.Kızlar için İlköğretim sonrası örgün öğretim kurumları da ilk kez bu dönemde açılmıştır. Rüştiyeler ilk kuruldukları zaman sübyan mekteplerinden daha üst bir kurum olarak tasarlanmış , Tanzimat döneminde çok geçmeden genel orta öğretimin en alt düzeyindeki okullar haline gelmiştir. [459] İdadiler o zaman yine ortaokul amaçlı açılmış iken Sultaniler ise gerçek anlamda ilk liseyi temsil eden okul olarak Tanzimat döneminde karşımıza çıkar. Sultani düzeyindeki bir okul da İstanbul'da 1873' te öğretime başlayan Darüşşafaka'dır. Bu okul anasız ve babasız olan çocukların eğitimi için bir yuva olmuştur. 1859 yılında İstanbul'da ilk sivil yüksek öğretim kurulu kurulmuştur. Bu okulun adı Mektep-i Mülkiyeyi Şahane'dir. Askerlik mesleğiyle uğraşanların eğitimi de bu dönemde ihmal edilmezken ,Askeri Tıbbiyenin içinde 1867'de Mektep'i Tıbbiyeyi Mülkiye kurulmuştur. [460] İlk kız öğretmen okulu 16 Mart 1848 de kurulmuştur. İlk kız öğretmen okulu 1870 de eğitime başlamıştır. 1869 da Tophane-i Amire 'nin idaresinde bulunan Yedikule fabrikalarına çalışmak iç elbise vesaire dikmek üzere bir kız sanayi mektebi açılmıştır. 1862 de devlet dairelerine memur yetiştirmek amacıyla Mekteb-i Mahrec-i Aklam okulu kuruldu. Lisan Mektebi 1864 'te İstanbul'da devlet dairelerine yabancı dil bilen elemanlar yetiştirmek amacıyla kuruldu. 1870 de sadrazam ve devlet ricalinin huzuruyla İstanbul'da Darülfünun -u Osmani (Üniversite ) kuruldu. Bu kurumun teşkilatlandırılması ise Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile teşkil edilmiştir. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde kurulan batı tarzı okulların yanında eski usulde işleyen medreselerin de varlığını sürdürmesi toplum içinde ikiliğe neden olmuştur. Bu ikilikte ancak Cumhuriyet döneminde 3 Mart 1924 yılında Medreselerin kapatılışı ve tüm okulların Milli Eğitim Bakanlığına başlanması ile sona ermiştir.
 
d- Basın
 
Osmanlı devletinin ilk resmi gazetesi II. Mahmut zamanında 1831 yılında çıkarılan Takvim -i Vakayi'dir. İstanbul'da ilk çıkan devletin resmi gazetesinin ardından birçok gazete günlük ve haftalık olarak yayına başlar. 1865 yılında devletin ilk Basın kanunu yayınlandı. Bu kanuna göre günlük haftalık aylık vesaire müddetli ve hangi dilde olursa bir gazetenin çıkarılması hükme bağlanmıştır. Ayrıca padişah ve hükümet aleyhine yazmakta suç sayılmıştı. Abdülaziz döneminde İstanbul'da şu gazeteler yayınlanmaktadır: Takvim-i Vakayı, Ceride-i Havadis, Basiret, Vakit, İstikbal ,Sadakat, Atmaca, Şems, Sabah, Hayat Ceride-i Askeriye Ceride-i Tıbbiye-i Askeriye Cihan.
 
 
2-Din ve İtikatlar
 
Türklerin dini İslam dinidir Bu dini inanç çerçevesinde uygulama alanı bulan inançlar ve itikatlar halkın uygulama biçimlerinin de etkisiyle farklılık göstererek günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir.
 
a-Mezarlıklar
 
Türkler için mezarlıklar her dönem önem taşmış olan mekanlardır. Türkiye'de bir mezarlığı senelerden sonra bile olsa yeniden kazmaya kalkışmak kötü bir hareket sayılır.Moltke 'ye göre Türkiye'deki ortalama ömür uzunluğu en çok 25 yıldır. Reayanın mezar taşlarının çoğu tahrip edilmiştir. Türklerinki ise sağlamdır. Türkler arasında ölülere dua eden tarikatlar mevcut olup geçenlerin ruhlarına dua edilmesi inancı vardır ve Tanrıdan şefaat dilemesi için mezarlıkları hep yolların kenarına kurarlar.[461] Türklerin mezarları üzerine oturup yemek yemektedir hatta çubuk dahi içtikleri olur.Cuma günü birçok mezara gelen ziyaretçiler yiyecek ve içecek getirerek mezarın üzerinde koyarlar ve gelip geçenler bunları serbestçe yemektedir bunun yapılmasındaki amaç mezarın başına gelen ölü için tanrıya dua etmelerini sağlamaktır. [462] Ölünün akrabaları yada dostları ölüyü yıkarlar tüylerini tıraş ederler. Çünkü Türkler vücut temizliğini o kadar çok severler ki aynı şeyi ölüleri içinde yaparlar. Onun etrafında günlük yakarlar. Bu yakılan günlüğün onun vücudu etrafındaki kötü ruhları ve şeytanları kokuttuğuna inanırlar. Eğer ölen asker ise tabutun üstünü kırmızı örtü örtmek zorundadırlar. Eğer şerif ise yeşil örtü örtülür. Bunlardan hiçbiri değilse siyah örtü örtmek zorundadırlar. Bunu üst kısmına ortaya ölünün mesleğine göre sarı koyulur. Yeniçeri ise kırmızı sarık, sipahi ise kırmızı ve beyaz, şerifse yeşil diğerlerinde ise beyaz sarık konur. Türklerin ölülerini yol kenarına gömmek istemesinin nedeni geçenlerin onlar için hayır duası okumaları ve bundan ölüleri mahrum bırakmamalarıdır.Ölünün mezarına kabrin üzerine ekmek ,et, peynir, yumurta süt koyulması yaygındır. Dokuz gün süreyle sürecek olan bu durumun nedeni onun ruhu içindir. Bu yemeği ,fakirler, kuşlar ve karıncalar yer. Ölü fakir biri ise cenaze masraflarını ödemek için ev ev dolaşıp para toplanır. [463] Geceleyin parayla tutulmuş olan çığırtkanlar acı dolu bir sesle hu hu hu!diye bağırarak sokakları dolaşır ve ölüye ağıt yakarlar. Kadınlar cenaze törenine katılmazlar. Cenazenin önünden ve yanından sadece din görevlileri ve erkekler yürür. Bunlara birkaç tarikat üyesi katılır. Şehrin büyüklüğü vemezarlığa giden yolun uzunluğu nedeniyle tabutu taşıyan sık sık yürüyüşe ara verirler. Bir camiye gelince tabutu indirip dua okurlar. Daha sonra günler boyunca kadınlar ve kız evlatlar arkadaşları   ile birlikte mezarın başına gelip ağıtlar düzerler, ölüye yeme içme yanında bir eksikliği olmadığı ve karısı tarafından sevgi ve saygı gösterildiği halde neden bu dünyayı bırakıp gittiğini sorarlar.Ölenin yakınları matem elbisesi giymezler. Olsa olsa koyu mor yada siyah cüppeye bürünürler. Kadınlar giysilerinde matemde olduklarına belirtir hiçbir işaret takmazlar iken İtibarlı kişiler sarıklarının etrafına siyah taftadan üç parmak genişliğindedir.[464]Cenaze mezarlığa götürülürken din adamları ölü için dualar mırıldanır. Tabutun üzerindeki mavi, kırmızı, yeşil   kumaşın üzerine altın ve gümüş ipliklerle süslenmiş mendiller iliştirilmiştir. Baş tarafına da tüylerden yapılma yada tüysüz bir demet yerleştirilir. Osmanlı Türklerinde yas uygulanmaz. Ölen atalarını anma şekli farklı olmasına karşılık değişmeyen tek şey ölenlerin mümkün olduğu kadar çabuk kısa sürede toprağa verilmesidir. Atalarına karşı son görevlerini yapmak için ancak beş altı saat beklerler. Hayati fonksiyonlarının durup durmadığı bir kimseyi canlı gömmek ihtimali olup olamayacağı akıllarından pek gelmez.Türkler tabutun taşınmasında çabuk davranırlar.Mezarlıklar ancak üç ayak derinliğinde kazılıyor. Cesetler tabutsuz ve sadece kefene sarılarak ölü gömülüyor. Başın geldiği tarafa köşeleme yan yana konulan iki tahta parçası var. Mezar toprakla örtüldükten sonra baş tarafına ölüyü sorguya çekerek daha iyi davranabilmeleri için oturabilecekleri taş konur.Zenginler ise mezarlarını mermerden yaptırırlar. Ve ölünün sarığının işlendiği taş ise daha yüksekçedir. Bazen başa koydukları taş ölünün portresi olacak şekilde taştan bir sarık şeklindedir. Şehirlerin havası mezarlıklardan çıkan kötü kokular ile bozulmasın diye mezarlıklar daima şehrin dışındadır. Türkler mezarların yanında namaz kılar; ispermeçirt mumları yakar ölülerin ruhları için kutsal kokular yakarlar. [465] Zaman zaman kırmızı fesli mezar taşına da rastlanır. Bazı mezar taşlarında ne kavuk ne de fes vardır. Bu mezarlıkta bulunan kişinin idam edildiğini gösterir.Dindar bir Türk cenaze alayına rastlarsa cenazeyi taşımakta olan yorgun Müslümanlara yardım eder. [466] Türk yardımını gördüğü her şeye minnettardır. Bunu da inkar etmez.. Üzerinde hakkı bulunduğunu bilen kişi hakkını vermek isterse, tuz ve ekmek getirerek ekmekten bir parça yer karşısındaki kişiye de böylelikle minnettarlığını bildirir. [467] Kadınlara ait mezar taşları ince uzun olup üzerlerinde altın yaldız ile çizilmiş yaprak desenleri bulunur. Yapraklar arasında görülen çiçekler evlat sayısını göstermektedir. Servilerin güzel kokusu bütün mezarlık ziyaretlerinde bütün kötü kokuları gidermiştir. Mezarlıklardaki genç kızların mezarları ise mezar taşı olarak başına gül koyulur. [468]
 
b-İtikatlar
 
Türk gelenek ve görenekleri İslam dininin de etkisi ile Türklerde itikatlar ve inanışlar biçimlenmiştir. Tespih, ibadet sırasında kullanılan 33 yada 99 adet taş veya ağaçtan yapılmış olan tanelerden oluşur Bir Türkün hali vakti ne kadar iyi ise peşinde de ellerini kullanma ihtiyacı da o ölçüde azalır ve tespihle daha fazla oyalanır. Sokakta yürürken parmakları tespih çekmekle meşguldür. Türkün sedirinde oturduğunda hızla düşen tespih tanelerinin sesini işitmeniz normaldir ; zira o bu tespihi elinde hızla çevirir.[469] Dini inanış milletler arasında tatillerin günlerinin farklı oluşuna da yansır. Cuma günü Türklerin tatil günü iken ,Cumartesi Yahudilerin tatil günü Pazar günü de Hıristiyanların tatilidir.[470] Din Müslümanlar sureti yasak etmiştir.Türklerde heykel yoktur.Ülkede hiçbir tablonun açıkça teşhir edildiği görülmez. Resimli kitaplara İmparatorluk içinde rastlanmaz. Müslüman ressamlardan bahis edilmesi faydasızdır. Bunların sayıları Türkiye içinde yirmiyi gelmez. Çalışmaları da daha ziyade manzara desen ve plan üzerinedir. Yaptıkları resimler doru ve gerçeğe uygundur. İçlerinden bazısı hayvan resmi yapar. Nadiren insan resmi yapana rastlanır. Türkler umumiyetle heykeltıraşlık ve gravür sanatına karşı kabiliyetlidirler. Alçıdan tahtadan mermer çamurdan çok çeşitli ve güzel eserler meydana getirirler ve bunlarla evlerini süslerler. Mezar taşları ise başlı başına birer oymacılık eseridir. Çeşmelerin ve bazı mermer kitabelerin son derece ince bir sanat eseri oluşturduğu bilinir. Şüphesiz insan heykellerine rastlanılmaz.Putperestliği hatırlattığı için bundan kaçınırlar. İnsan heykelinden nefret ederler; içinde heykel bulunduğunu bildikleri evleri bile lanetlenmiş bir meşum bir ev kabul eder ve meleklerin uğrayacağına inanırlar. Fakat bu anlayışın saray zümresi tarafından 19. yüzyılda kırılmış ve II.Mahmut'un devlet in resmi dairelerinde portresinin asılması için yasa çıkarttığı bilinir bu yasaklanmış anlayış ancak klasik dönem için makbuldür ki II.Mehmet'in (Yükselme15. yüzyıl )ve II.Ahmet'in de (Duraklama 18.yüzyıl)bu kurala uymadığını da bilmekteyiz. [471]
Türklerin gittikleri evlerde yedikleri yemeğe karşılık diş kirası adı. İle verilen bir para ödedikleri bilinir. [472] Türklerin itikatlarından biri de yerde bulunan kağıtları alıp duvar deliklerine sıkıştırmalarıdır. Bu itikadın nedeni farklıdır. Türklerin bu itikatının nedeni tanrısının adı kağıda yazılmasa bile yazılacağı ihtimalinin olması ve kıyamet günü peygamberin Türkleri yargılamak üzere çağırdığında üzeri kızgın demirle kaplı dar bir yoldan geçeceklerine ve bu yolu dünyadaki hayatları esnasında yerlere atıkları kağıtlarla kaplı olacağına dair olan inançlarından kaynaklanmaktadır. Aynı şeyi gül yaprakları içinde yaparlar .Gül yaprakları Hazreti Muhammetin terinden yapılmıştır ve bunlarda Müslümanlar için çok kıymetlidirler. [473] Kuşların anlamı farklıdır. Kumrular sevdalıları korur. Kırlangıçlar yuva yaptıkları evi yangından muhafaza ederler. Leylekler her yıl Mekke'ye hacca gider.Kırlangıçlar müminlerin ruhunu cennete götürür.[474] Türklerde ay tutulduğunda ateş edilmesi şamanist itikadın devam ettiğinin bir göstergesidir.[475] Her zaman   her yerde   mescit içinde bile   herkese   sadaka verilebilir.Ancak fukaranın cami içinde dilenmesi men edilmiştir. İstanbul 'da bir nazırın bir beyin yahut bir devlet memurunun yolda atını durdurup sadaka verdiği veya maiyetinden birine verdirdiği sık sık görülen bir manzaradır. Ayrıca bir çok aile belli sayıda dilenci besler. Büyük resmi binalara hatta odalara dahi giren dilencilere rastlanır. Bunlar   bir şey verilmese bile en iyi sözlerle geri çevrilirler. Camilerin içi hariç her yerde dilenciye rast gelmesi mümkündür.  [476] Türkler arasında helal ve haram sözleri hiç düşmez. Birincisi meşru kazancı ifade eder ve Türkler buna o kadar önem veriri ki şüpheli bir hal olduğu zaman ister bir hakimim ister müşterek bir arkadaşın ifadesiyle olsun herhangi bir şey alan karşıdakinden bunu helal etmesini ister. Yabancı paralar ve altınlar ülkenin her yanında geçer akçadır ve bunların hepsinin üstünde insan resimleri vardır. Bütün Müslümanların bunları tereddütsüz kabul eder. Apdest alırken ve namaz kılarken üstlerinde bulundururlar. Hatta bu durum hac için bile söz konusudur. Son derece mutaassıp olanları saymazsak hiçbir Müslüman yabancı paraya karşı bir çekinti duymaz. [477] Türkiye'de mavi göz son derece kuşku uyandırır. Boynunda büyücülüğün karanlık etkilerinden korunması için takılmış olan bir dizi boncuk bulundurmayan bir at öküz görülmemesi mümkün değildir. Aynı yerde kazanın tekrarlanmasını önlemek için birinin düştüğü bir yere su dökmek    yaygınken ,müneccimlikten meded uman Sultanın hareminde de gelecek ile ilgili olarak ayin düzenlenildiği de olur.[161] Türkler yeni kesilmiş olan hayvanların iş organlarına bakaraktan kehanette bulunurlardı.Kuşların uçuşundan anlam çıkarıyor müneccimler tarafından ciddiyetlebelirlene uğurlu ve uğursuz saatleri de Türklerin bulunmaktadır. Hiçbir Müslüman'ın bu konuda içi rahat etmedikçe ev yapması veya yolculuğa çıkması evlenmesini gerçekleştirmesi veya önemli bir işe başlaması beklenemez. Aldığı tüm tedbirlere karşı başına bir şey gelirse veya düş kırıklığına uğrarsa bunun nedenini asla kendi başarısızlığına veya başka birinin ihanetine bağlamaz. Türkleri yaşadığı sıkıntılar kadere de boğmaz. Bunun kısmeti olduğunu kabullenmesi ve tevekküle boyun eğmesine olağan görülmelidir. Talihsizlikler peş peşe gelirse bunu dünyevi nedenlere bağlamak yerine daha ötesini araştırmaksızın feleğe ve yıldızlara bağlar. Kötü rüyalar görürse melankolik hayaller yakasını bırakmazsa yada bedensel bir hastalığı varsa giysisinden bir parça koparıyor ve çaputu beraberinde kötülüğü götürsün diye bir evliyanın mezarındaki pencerenin demirine bağlıyor. Hasta olduğunda imam veya hocadan toprak bir kabın içinde Kurandan ayetler yazmasını istiyor ve bunu suyla doldurduktan sonra yazını tamamen silinmesine kadar bir tarafa kaldırıyor ; bu gerçekleşince suyu yudumluyor. Ve bu şekilde bir doz kutsal tedavi almış oluyor. Türkiye'de ve başka bir batıl inanç da iki kişi konuşurken aralarından şans eseri bir köpek gelmesi durumunda hayvanın teveccühü yiyecekler ile kazanılmazsa içlerinden birinin hasta düşeceği korkusudur. Bu talihsizliğe uğrayan bir Müslüman'ın ilk tedavisi etkisini tersine çevirmek için köpeği aramaktır. Doğuda duyulan zaaf kem gözden yani nazardan duyulan korkudur. Annesine bir Türk bebeğinin güzelliğini maşallah demeden överseniz ve çocuk hastalanır veya başına bir kaza gelirse hemen sizin ona nazar değdirdiğinize kanaat getirmesidir. Türk evin damını kayığının pruvasını ile kuşunun kafesini,nazara karşı tılsımlarla donatır.Bu panzehirlerin en güçlülerinden biri sarımsaktır. Her harap kulübede ipe tutturulmuş bir sarımsak asılıdır doğmuş olan bir bebeğin annesine annesini ve kendisini koruması amacıyla ıtırlı bitkilerden oluşan çiçek buketinin ortasına yerleştirilen bu kötü kök ulu kök armağan olarak veriliyor. Balıklıda bulunan Ayazmaya Ermenilerin ve Rumların rağbeti kadar Türklerin de ilgi gösterdikleri bilinir ve bu sudan dökündükleri gibi içmektedirler.[479] Türkiye'de Hıristiyanların çan çalmasına izin verilmez. Türkiye'nin hiçbir yerinde çan çalma olmadığı gibi kule saati de bulunmaz. Cuma günü her Müslüman camiye gider. Ve hoca günde beş vakit çıkarak ezan okur. Buhem saati verir hem de dini vecibeyi yerine getirmek için zamanı verir.Türk insanları saat kullanmasa da zamanını iyi kullanır.[480] Türkler her yıl kadın ve erkek bazen üçüncü defa olmak üzere Muhammet'in mezarını ziyaret için Arabistan'a giderler. Bu gidenlere bu görevi yapmalarının adına Hacı denilir. Her yıl binlerce Müslüman Mekke'ye gider. Bu giden kişileri uğurlamak için kadınlar gider.Aşure Bayramlarının halk arasında rağbet görüp kutlamasının yaygındır. Ayrıca Türkler yılan veya Akrep tehlikesinden korunmak maksadı ile evlere şerbet içerlerdi. [481] Allah rızası için balıklara ekmek atan Müslümanlar vardır. Müslümanların paylaşımcı konumları üst kısım devlet bürokratlarına dahi sirayet etmiştir. Devlet adamlarını bulundukları yer olan kendi konaklarında etrafta oturan halka açması da söz konusudur. Gelen ve gidene kapısını açan bu insanları gece yatıya alıkoyan bu insanlara ekmek fırınının dahi hizmet etmesini sağlayan bu insanlar halka yardım ederler. [482] Türkler ölü mezara konduğu zaman iki meleğin ölüyü diz üstü oturtup yaptığı işler konusunda bilgi verdiği düşünülür. İşte bu nedenlerden ötürü Türklerin çoğu bedenlerinin oturuşunu değiştirecek meleğin tutabilmesi için başlarına bir saç perçemi bırakırlar. [483] Eski kadınların inanmalarına göre herhangi bir hastalığa karşı kurşun döktürmek hastalıkları hafifletmektedir. Kurşun baş ayak ve karın olmak üzere üç yere döküldüğünden hangisinde kurşun fazla patlamışsa hastalığın o kısımda olduğuna kanaat getirilir. Hastalık görülen evde davet üzerine kurşuncu kadın takımını alarak gelir. Kurşun dökücü damar basıcı ve kırbacı kadınlar mizaçtan anlayan ve nabza göre şerbet veren güleç tavırlı kimselerdir ve kişilerin başında kaynamış kurşunun üzerine su dökerek kurşunun soğuk su görünce katılaşmasının aldığı şekle göre deva ararlar. [484] Türkler arasında tefeül 'e inanma yaygındır. Bu inanışa göre yola çıkma uzun seyahat birinin kızının istenmesi halinde verip vermeme yada bir işe teşebbüs edileceği zaman olup olmaması bakılmak istendiği zaman, abdest alınarak kuran rast gele açılır ve sağ tarafından baştan üç satır okunur ve bir mana çıkarılmaya çalışılır. İstihareye yatma durumu ise abdest alınmasının ardından gerekli dualar yapılışı ve Müslüman umulan iş hakkında olup olmayacağının tanrı tarafından kendisinsin rüyasında gösterilmesini, beklemesidir. Türkler rüyalara pek fazla itibar ettiklerinden muhabir denen kişilere rüyalarını yorumlatma yoluna giderlerdi. Müneccimlikte gelecekten haber almak amacıyla kullanılan yollardan biri iken İstanbul'daki Kıpti kadınlar denen kesim genellikle halkın falına bakma yoluna giderek gelecekten haber verme durumlarının bulunduğuna inanırlardı.
 
c-Türbeler
 
Türkiye'deki türbeler dini açıdan önemli insanların gömülmüş oldukları hürmet edilecek mekanlar olarak karşımıza çıkar. Büyüklerin türbelerinin pek çoğu muhteşemdir. En güzel balgami taştan ve mermer yapılmıştır. Ve üzerleri kubbe ile örtülüdür. Yüksek defne ve çınarların gölgeleri altındadır etrafları gül tarhlarıyla ,binanın ortasındaki sanduka kıymetli Keşmir taşları ile örtülüdür. Türbelerin yanında çoğu zaman imaret yani fukara mutfağı , bir hastane hiç değilse bir çeşme bulunur.Yoksul Müslümanlar dahi ölenlerin mezarını ölenler için hayra vasıta etmeğe çalışır. Birçok mezar taşının altı bir yalak şeklinde oyulmuştur. Buraya toplanan suları toplanır ve sıcak yaz günlerinde köpekler ve kuşların susuzluklarını giderebilecekleri küçük mikyasta bir fukara mutfağı vazifesini görür. Müslümanlar hayvanların şükranının da insanlara fayda getireceğine inanır. Türbelerin bazılarında yağmur suyu kubbedekini bir delikten iner ve kadifelerle dantellere örtülü sandukaların etrafındaki çiçeklerin otlarını ıslatır. Kubbelerden devekuşu yumurtasına benzer süsler ve babalarının kabri etrafında daire şeklinde sıralanmış şehzade kabirlerini aydınlatan yaldızlı kandiller sarkar. [485] Bünyesinde okul olmayan bütün cami vakıflarında imaretin yer aldığı bir bina vardır. Bunlar fakir ve yardıma muhtaç insanların bakılması için değil doyurulması için yaptırılmışlardır. Bir aşçı fakir ve yardıma muhtaç insanlara burada yemek hazırlar.Mutat olarak her isteyene etlekarışık pirinç yemeğisuyla karışıp mayalanan irmikten yapılma , boza adlı bir içki yanında bir somun ekmeğe dağıtır. Bu bağıştan zengin fakir Hıristiyan Yahudi Türk ayrım yapmadan herkes yaralanır. Buralardan kimin gerekli yemeği yiyeceğini imamlar hazırlar. Yemeklerin bazen para karşılığında imamlarca satıldığı da olur. [486] Türklerde ermiş kişilerden medet umma da yaygındır. Büyük çamlıca da Selami baba iyi bekleyen Türbedara yeni doğacak olan çocuklara uzun ömürlü olmalarını sağlamak amacıyla çorap,mendil takke ,zıbın gibi eşyalar verilir. Türbedar bunları alır saklar çocuk doğunca da bu çocuk Selami Babanın maneviyatına girmiş demektir yahut ona bağlanmış olur. Hemen adaklar yerine getirilir. Bunlar koç , horoz, yağ, mum hatta süpürgedir. Senesinde çocuk Selamı babanın mezarı başında üçer defa dolaştırılır.Netice de çocuğun başı ağrırsa Selami babaya başvurulur. Ziyaretçilerden bazıları buradan bir taş alır ki buda dilek taşıdır. Bunu evine götürür; dileği yerine gelinceye kadar bu taş kişide kalır. Fakat uzun süre kişide kalamaz .Dilek yerine gelsin ya da gelmesin taş tekrar eski yerine konur. Bazı camilerde cuma günü Sümbül Efendi adına camilerde Cuma Salası verilir. Bu salanın tedavi edici yanı vaktinde yürümeyen veletleri yürütmektir. Bu çocukların gömlek ,don , çorak gibi eşyaları salya çıkanların torbalarına konur.Kaç kişi salaya çıkarsa sırtlarında da bir torba bulunur.Bunlar çocuk eşyaları ile doludur.Minare şerefinin büyüklüğüne göre müezzin ile birlikte beş on kişi sırtlarında torbalarla görünürler. Sonra hep birden yüksek sesle salaya başlarlar. Çoğunun başında sarık vardır .Sala verirken elleri ile tutunup minare şerefesinde üçer defa dönerler. Minareden inince bu torbalar açılır; ve ,içinde bulunan eşyalar sahiplerine verilir. Bunları alanlar evlerinde bu eşyaları kıbleye doğru bir yönde muhafaza ederler. Sala sırasında hatta biraz sonra kadınlar çocuklarını ellerinden tutarak veya kucaklarına alarak üçer defa minare çevresinde aşağı yukarı elli altmış kadar kadın koşarak dolanır. [487] Gelinlik kızların kısmetlerinin açılması amacıyla da sala verilirdi. Bunların eşyaları torbaya konur; istek ve dileklere göre ya sadece müezzin yada birkaç kişi minareye çıkardı. Ayın ilk cuması olmasına da dikkatedilirdi. Torbaya konan eşyalar boncuk, gerdanlık ,tarak yemeni,terlik ,peşkir,anahtar küpe , yüzük, bilezik gibi şeylerdir. Yine müezzin ,kayyum, genç hafızlar bu torbaları sırtlarına alıp hep birden öğle vakti minareye çıkarlar ;aşağıda kadınlar toplanır bunları seyrederler. Sala bittikten sonra yine torbalar açılır herkes ne koymuş ise onları alır ve eve saklar; Yemeni ,tespih gibi şeyler de saladan sonra Sümbül efendinin kızı, Merkez Efendinin karısı Rahime Hanım 'ın Türbesine konur. Adak yerini buldu mu koydukları eşyayı alıp oraya yenisini getirmek adetti.[488] Sümbül efendinin penceresine çocukların okumuş yazmış olmaları için elifba hokka kalem gibi şeyler de bırakılır.[489] İstanbul'da büyük camilerin yanı başındaki türbelerde padişahın ve çocuklarının defnedilmiş olduğu bu yerlerde ölüler toprak üstünde altın kaplarla süslenmiş olan tabutlarda yatarlar. Başuçlarında ise türbedarlar ve hocalar ücret karşılığında nöbet tutarlar ve her gün mezarlarının baş uçlarında bulunan kavukları yeniden sarar ve bu türbelerin   yanlarında beklerler.[490] İstanbul'un batıl inançlarından bir başkası ise niyet kuyuları yoluyla umulan medetlerdir. Bu kuyular Hazreti Halid'in Türbe-i Şerifesinin yukarısında Karyağdı denilen Ayvansaray yakınında bir Lale burcunun yakınında bir de Yenikapı civarındaydı. Bu kuyulardan en meşhuru is Eyüp'te ki kuyudur. Türklerin belki de gündelik hayatında en can alıcı noktasını yansıtan din ve itikatları günümüze kadar gelmiştir ve farklı biçimlerde etkisini zaman içinde değiştirerek sürdürmektedir.
 
 
19. YY SEYYAHLARINA GÖRE İSTANBUL'DA
 
İKTİSADİ VE SOSYAL HAYAT
 
19. yüzyıl, Batı’nın kapitalistleşme ve sanayileşme süreçlerine paralel olarak, Osmanlı’nın nitelik değiştirdiği bir dönemdir. Bu dönemde, Doğu dünyasını tanımaya yönelik bir merak Ortadoğu’dan Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan bölgede yaşayan toplumların dil, din, kültür ve tarihlerinin bilimsel olarak incelendiği akademik bir disiplinler ortaya çıkarmıştır. Demiryolları ve buharlı gemiler sayesinde seyahat koşullarının iyileştirilmesi, telefon, telgraf gibi teknolojilerin bilginin dolaşımını kolaylaştırması, müzeler, bilim ve diplomasi kongreleri, İslam dünyasının da sergilendiği dünya fuarları, Doğu ile Batı arasındaki teması artırmıştır. Böylece Doğu dünyasına ait imgeler, önceki yüzyıllara kıyasla daha gözle görülür, elle tutulur hale gelir; Doğu egzotizmi, 19. yüzyıl oryantalizmine dönüşür. Tarih yazımına ışık tutabilecek materyal açısından bakılacak olursa, yazılı kaynaklarda, seyahatnameler; görsel kaynaklarda ise kartpostallar oryantalizmin en çok yansıdığı alanlar olmuştur.
 
Osmanlı dünyası da bu oryantalist söylemin önemli bir objesi olmuştur. Osmanlı tarihinin kaynakları arasında, sosyal tarihle doğrudan ilgili malzeme sınırlıdır. Osmanlı kroniklerinde Osmanlı toplum yaşamına dair bilgi bulmak daha güçtür. Sultan tarafından atanmış resmi görevli tarihçilerin yazdığı bu kronikler, genellikle askeri seferler, savaşlar, siyasi ve diplomatik ilişkiler hakkında bilgi verir. Oysa Batılı gezginlerin kaleme aldıkları seyahatnameler, Osmanlı arşivleri, kanunnameleri ve kadı sicilleri gibi diğer kaynaklarla birleştirildiğinde, toplumsal yaşam açısından önemli ipuçları taşıyan tanıklıklardır. Bu seyyahlardan bazıları aynı zamanda ressam olduklarından, Osmanlı şehirlerindeki binaları, sosyal grup ve olayları resimleştirdiler. Bazıları ise Osmanlı şehirlerini gösteren haritaları seyahatnameleri içinde yayımladılar. 19. yüzyıl seyahatnamelerinde oryantalizmin laytmotiflerinin izini sürmek mümkündür: Osmanlı kentlerindeki doğal güzellikler, törenler, harem, hamam, cami, çeşme, kahvehane, mesire yerleri, sokak, mezarlık gibi mekânlar, ekonomik ve sosyal yapının aktörleri olarak cinsel, dinsel, etnik ve mesleki aidiyetlerine göre insan profilleri, devrin önemli olayları en çok işlenen temalardır. Kuşkusuz ki seyyahlar Osmanlı dünyasına gelirken, belli önyargıları içeren zihinsel bir yükü de beraberlerinde getirmişlerdir. Kimileri Osmanlı toplum yaşamını irdeledikçe bu önyargılardan soyutlanmayı başarmış ve daha nesnel gözlemlerde bulunabilmiştir. Kimileri ise Osmanlı düşünce yapısını tanıma girişiminde bulunmayarak onu sadece Batılı gözüyle değerlendirmiştir. Burada gezinin amacı ve gezginin sosyo-politik statüsü, onun bu konudaki tavır alışını belirleyecektir. Bu nedenle, seyahatnameleri kaynak olarak incelerken, bazı tuzaklara düşmeksizin onları eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekir. Seyahatnameler üzerinden İstanbul’u tanıma girişimleri için titiz bir çalışma yürütmelidir. Nihayetinde tüm seyahatnameler seyyahın kişiliklerinin bir parçasıdır. Ancak tüm kişilik belirlenimlerine rağmen seyahatnamelerde ortak özellikler yakalanabilir. İstanbul’un büyüleyici güzelliği en büyük ortaklaştırıcı temadır.
 
3 Kasım 1839’da İstanbul’da yeni bir dönem açılır. Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nde okunarak halka ilan edilen Tanzimat Fermanı ile batılılaşma süreci hız kazanır. Bu dönemde İstanbul’da mimariden yaşama tarzına, eğitim kuruluşlarından sanayi kuruluşlarına kadar birçok alanda yenilikler yaşanır7. Kentin genişlemesine paralel, hızlı bir imar faaliyeti de söz konusudur. Bir taraftan padişahlar, diğer taraftan da devlet erkanı, gayrimüslim zenginler ve yabancı elçilikler adeta saray, köşk ve malikane yaptırma yarışına girer. Dolmabahçe, Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları, Ihlamur ve Küçüksu Kasırları, Ayazağa, Alemdağ, İcadiye ve Mecidiye Köşkleri bu dönemde inşa edilir. Yine bu dönemde "Mebain-i Emriyye" adı verilen birçok kamu binası da yaptırılır. Çeşitli semtlerdeki postane binaları, Tophane, Maçka Silahhanesi, Harbiye Nezareti ve Pangaltı Harbiye binaları bunların başında gelir. Yaşanan hızlı Batılılaşma etkilerini mimari üzerinde de gösterir. Bu dönemde klasik Osmanlı mimarisi terk edilir ve yeni yapılar barok, rokoko, neogotik ve ampir gibi Batılı tarzlarda inşa edilir. Hatta bu üslup değişmesi cami mimarisine kadar nüfuz eder. Bu yıllar, altyapı ve kent hizmetlerinde de önemli gelişmelere sahne olur. Haliç üzerine köprü yapılması , tünel (metro), Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Şirket-i Hayriye’nin açılması, Şehremaneti (Belediye) örgütünün diğer belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti’nin kurulması ve ona bağlı karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi’nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi bu gelişmelerin sadece bazılarıdır. Batılılaşma sürecini besleyecek modern eğitim kurumlarının açılmasına da bu dönemde büyük önem verilir. Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin temeli olan Darülfünun, erkek ve kız rüşdiyeleri (liseler), Ziraat Mektebi, Telgraf Mektebi, Darülmaarif (Maarif Koleji), Darülmuallimin (Öğretmen Okulu), Orman Mektebi, Ebe Mektebi, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi), Sanayi Mektebi ve Mekteb-i Tıbbiyey-i Mülkiye bu dönemde eğitime başlayan okullar olur.
 
Meşrutiyet Dönemi, 31 Ağustos 1876 yılında Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilişi ile başlar. Sultan Abdülaziz’in yerine II. Abdülhamid’in tahta çıkar. Ve 23 Aralık 1876 tarihinde Meşrutiyet’i ilan eder.
Kısa süre sonra, 27 Nisan 1877’de patlak veren Türk-Rus Savaşı ile İstanbul’da bir çok sorun yaşanmasına neden olur. Halk arasında "Doksanüç Harbi" olarak bilinen bu savaşta, kentin içinden batıya asker sevki, öte yandan cepheden gelen hastalar ve yaralılarla savaştan kaçan Rumeli’li muhacirler kentte bir çok sıkıntıya yol açar. 13 Şubat 1878’de Sultan Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ı süresiz kapatır. 3 Mart 1878’de Rus ordularının Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar gelmesi üzerine Ayastefanos Antlaşması imzalanır; Darülfeyz, Burhan-i Terakki, Numune-i İrfan gibi özel okulların ilk olarak bu dönemde faaliyetlerine başlar. Sultan II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan eder ve 31 Mart Vakası’ının ardından tahttan indirilerek sürgüne gönderilir. Yerine 27 Nisan 1909 tarihinde Sultan V. Mehmet Reşad tahta geçer. İstanbul’un bundan sonraki dönemi Cumhuriyet’ in ilanına kadar savaşlar ve
karışıklıklar içinde geçti. 19 Ocak 1910’da Çırağan Sarayı yanar. Bu, kötü olayların ilki olur. 6 Şubat 1911’de Ba-ı ali’de yangın çıkar. 18 Ekim 1912’de Balkan Savaşı başlar. İstanbul, 93 Harbi’ndeki facia görüntüleriyle bir kere daha karşılaşır. 23 Ocak 1913’te Babıali Baskını olur. Kıbrıslı Kâmil Paşa hükümeti silah tehdidi altında istifa eder. 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa suikaste kurban gider. Her tarafı saran rüşvet, ahlaksızlık ve hırsızlık dalgası devlet yapısını sarsmaya başlar. 14 Kasım 1914’te I. Dünya Savaşı başlar. Savaşın getirdiği kıtlık ve sefaletle savaşmak için resmi makamlarca tedbir alınmaya çalışıldıysa da istifçilik ve karaborsaya engel olunamaz.
 
 
SEYYAHLARIN GÖZÜYLE 1850-1900 ARASI İSTANBUL’DA SOSYAL VE İKTİSADİ HAYAT
 
Tarih boyunca İstanbul görülmesi en arzu edilen dünya kentlerinden biri olmuştur. Doğanın güzellikleri ve mimarlık kültürünün ürünleri ile oluşan İstanbul efsanesi pek çok seyyahın yolunu bu büyülü kente doğru yönlendirmiştir. Bu seyahatler sırasında Doğu imparatorluklarının görkemi hayranlıkla izlenmiş ve
kayıtlara geçirilmiştir. Geçmişin İstanbul’unu bize anlatan bu seyahatnameler abartılı ifadelerine ya da hatalarına rağmen yine de önemli belgelerdir. Aydınlanma ve sanayileşme sürecini izleyen Ondokuzuncu yüzyılda Avrupa kendisi için soylu ve köklü bir tarihsel kimlik oluşturma çabası içinde Antik kültürleri araştırmaya başlar. Bilimin bilgi kaynağı olarak ilk sırayı aldığı bu çağda Antik kültürlerin coğrafyası da bilimsel araştırmaların, arkeoloji çalışmalarının, keşiflerin ve gözlemlerin merkezi olur. Avrupalının hem kendini tariflemek hem de diğer dünyaları keşfetmek arzusu Doğu’yu araştırmacıların, sanatçıların ve seyyahların ilgi odağı haline getirir. İşte Doğu’nun en görkemli kentlerinden biri olan İstanbul bu yüzyılda da seyyahların uğrak yeri olmuştur. Fransız seyyah Theèophile Gautier 1852’de İstanbul’a gelir. İçinde bulunduğu gemi Sarayburnu’na doğru döndüğünde gördüklerini "Hayali bir piyesteki bir opera dekoruna benzeyen harikulade bir panorama gözlerimin önüne seriliyor"1 diye ifade eder. Kentin siluetinin etkileyiciliği ve olağanüstülüğü konusunda hemfikir olan seyyahlar görmeyi arzu ettikleri bu güzelliği bulmuş olmaktan çok memnundurlar. Kente dair betimlemeleri neredeyse gerçeküstü, masalsı ve ulvî bir güzellik tarifidir. "Gökyüzü ile deniz arasında bu derece güzel yükselen hiçbir toprak parçası tasavvur edilemez"2 "İstanbul bir Babil’dir, bir dünyadır, âlemin yaratılmasından önceki karışıklıktır"3 Bu ve benzeri romantik ifadeler kentin nesnel özellikleri konusunda bilgi vermez; ancak bu yüzyılda sahip olduğu ‘aura’sı konusunda ipuçları verir. İstanbul’un karmaşık kentsel dokusu ve doğası arasındaki uyum bir bütünsel imge olarak algılanabilen fizyonomisini oluşturmuştur. Kentin içlerine girildiğinde çamurlu yollar, eski ve bakımsız binalar, sokak köpekleri ya da ‘tuhaf’ giyimli Türkler gibi gözlemler bu algıyı biraz yıpratsa da yine de İstanbul batılı seyyahlar için Doğu’nun görkemli bir mabedidir. Seyyahlardaki romantizm görünenin abartılı anlatımına yol açsa da İstanbul’un geçmişini anlamak ve ‘görmek’ için seyyahların yazıları oldukça önemli kaynaklardır. 19. yy’ın ikinci yarısında İstanbul’u ziyaret etmiş; Theophile Gautier, Herman Melville, Edmondo De Amıcıs, Claude Farrere, Knut Hamsun’un İstanbul seyahatnameleri bu çerçevede ele alınacaktır. Bu adı geçen seyyahlara yakından bir bakış sunulacaktır.
 
 
2.1 THEOPHİLE GAUTİER
 
"Yazar, gazeteci, şair, eleştirmen, romancı Theophile Gautier, Nerval’in liseden arkadaşıydı. Gençliklerini birlikte geçirmişler, Hugo’nun romantizmine birlikte hayran olmuşlar, bir dönem Paris’te çok yakın yaşamışlar, hiçbir zaman da kopmamışlardı. İntihar etmeden birkaç gün önce Nerval, Gautier’yi aramış, bir sokak lambasına kendini asarak öldürmesinden sonra da Nerval hakkında Gautier içe işleyen bir yazı yazmıştı. Theophile Gautier’i diğer gezginlerden ayıran özelliği, Gautier’in neyi nasıl yazdığına bakarak bulunabilir. "Kuran, canlı varlıkların temsilini puta tapma olarak görüp yasakladığı için Türkler’de gerçek anlamda bir sanat olmasa da üstün bir güzellik duyguları var. Nerede güzel bir köşe, iç açıcı bir manzara var, mutlaka bir çeşme, bir köşk ve yaydıkları kilimler üzerinde keyif çatan birkaç Osmanlı bulursunuz; adamlar tam bir hareketsizlik içinde dalgın gözlerini uzaklara dikerek ve arada bir dudaklarının arasından mavimsi bir duman yumağı üfleyerek saatlerce orada kalırlar(...)
Sarayburnu’ndan Karadeniz çıkışına kadar, Thames üzerindeki watermenlerle kıyaslanabilecek buharlı gemilerin vızır vızır geliş-gidişleriyle sürekli işler; eskiden bu yeşil ve akıntılı sularda birer despot olarak hüküm süren kayıkçılar, ateşle çalışan gemilere posta arabacılarının demiryolları lokomotifine baktığı gibi bakıyorlar ve Fulton’un bu icadını tam bir şeytan icadı olarak görüyorlar. Bununla Dirlikte
Boğaz’da karşıdan karşıya geçmek için kayığa binen inatçı Türkler ve ödlek gâvurlar hâlâ var, tıpkı bizde sağ ve sol yakada tramvay olmasına rağmen, Versailles’a gondolla, Saint-Cloud’ya iki tekerlekli arabayla giden insanlar gibi; ama her geçen gün sayıları azalıyor ve Müslümanlar vapurlara pek güzel alışmışlar. Hatta buharlı gemiler onları fazlasıyla meşgul ediyor, bir tek kahve ya da berber dükkânı olsun da, duvarlarında naif bir sanatçının bacadan çıkan duman demetini ve köpüklü suları döven çark paletlerini özene bezene resmettiği bir sürü çizim olmasın. Haliç’te, bulutlar halinde yoğunlaşarak gökyüzünün uçucu maviliğinde asılı kalan siyah beyaz dumanlar püskürten vapurların sıra sıra bağlı olduğu kalkış noktası Galata Köprüsü’nden vapura bindim. Londra ya da Heresford asma köprüsünde,
yanaşması son derece meşakkatli olan bu iskeledeki kadar canlı bir hareketlilik, bu kadar şamatalı bir tıklım tıkışlık yoktur; çünkü vapurlara binmek için dubalar üzerindeki korkulukları aşmak, kalaslar üzerinden atlamak ve çürümüş ya da kırık iskelelerden geçmek gerekir. Vapurun buradan kalkıp manevra yapması kolay bir iş değil; ama yandaki teknelere az biraz bindirilse de, bunu başarıyorlar ve yola çıkılıyor; birkaç piston darbesiyle açılıyorsunuz ve iki yanı saraylar, köşkler, köyler, bahçeler, tepelerle süslü bir yolda zümrüt yeşiliyle safir karışımı çalkantılı sularda özgürce süzülüyorsunuz; köpükten izleriniz dünyanın en güzel göğü altında çarkların gümüşi çisentilerine yakamozlar yağdıran neşeli bir güneşle milyonlarca inci tanesi fışkırtıyor. Bildiğim kadarıyla, dünyanın iki kıtası arasında, aynı anda görülebilen Avrupa ile Asya arasında bir sınır gibi çizilmiş bu lacivert yol üzerinde iki saatte
yapılan bu gezintiyle kıyaslanabilecek hiçbir şey yok. Çok geçmeden suların mavi zemini üzerinde son derece sevimli bir etki uyandıran beyaz silüetiyle Kız Kulesi beliriyor: Üsküdar ile Tophane de göründü. Tophane üzerinde küf yeşili külah biçimli çatısıyla dikilen Galata Kulesi ve tepenin arka tarafında Avrupalıların taş evleriyle, Türklerin renk renk boyalı derme çatma evleri kat kat sıralanmakta. Surda burda bembeyaz birkaç minare bir gemi direğine benzer sivri külahıyla göğe uzanıyor; koyu yeşil koruluklar daha da genişliyor; kunt yapılarıyla elçilik binaları cephelerini sergiliyor ve büyük mezarlık servilerden örtüsünü açıyor, üzerinde topçu kışlası ve askeri okul açıkça belirgin. Altın şehir Üsküdar (Khrysopolis) da benzer bir görünüm içinde; bir mezarlıktaki simsiyah
ağaçlar pembe evlere ve badana edilmiş camilere zemin oluşturuyor; her iki yakada da yaşamın ardında ölüm var ve her şehir bir mezarlıklar semtiyle çevrili; ama başka bir yerde olsa kasvet bastıracak olan bu düşünceler Doğu’nun kaderci dinginliğini hiçbir şekilde bozmuyor. Avrupa yakasında, az sonra Çırağan’ı görüyoruz - II. Mahmut tarafından Avrupai düşüncelerle yaptırılan bir saray, Meclisi Mebus an’ınki gibi ortasında altın harflerle sultanın tuğrası yazılı klasik bir cephe alınlığı ve Yunan mermerlerinden Dortipi sütunlara dayanan iki kanat. İtiraf edeyim ki, ben Doğu’da Arap ya da Türk mimarisini tercih ederim; gene de, denize kadar inen geniş beyaz merdiveniyle bu
haşmetli yapı oldukça hoş bir etki uyandırıyor. Bu sarayın önünde huhasında gümüş bir kuş bulunan, baştanbaşa yaldızlı, mor tenteli ve boyalı bir kayık Haşmetmeablarını beklemekteydi."
 
Yalnız gazetecilikten kaynaklanan zaaflar Gautier’in kitabını, bir büyük şehir röportajı haline getirmektedir. Şöyle ki; Gautier’in bir yandan becerikli bir gazeteci gibi davranırken, bir yandan da arkadaşı Nerval’in öğüdünü tutup şehrin ‘kulislerine’ girmesi, kenar mahallelere, yıkıntılara, karanlık ve pis sokaklara sokulması, yoksul ve ücra İstanbul’un, turistik manzaraları kadar önemli olduğunu okura ilk defa hissettirmesidir. İstanbul’a yolculuğunda Gautier’nin aklında arkadaşı Nerval’in olduğu,
kitabının daha yolculuk kısmından anlaşılır. Gautier, Cythere adasından geçerken, burada Nerval’in bir darağacında yağlı kumaşlara sarılarak asılmış bir ceset gördüğünü hatırlatır. İstanbul’a gelince Gautier tıpkı Nerval gibi, şehirde daha rahat gezebilmek için ‘Müslüman kılığına’ girer. O da şehre Nerval gibi Ramazan’da gelmiştir ve Ramazan akşamı eğlencelerini anlatır. Gautier, tıpkı arkadaşı gibi Üsküdar’a geçip Rufai dervişlerinin zikirlerini seyreder, mezarlıklarda dolaşır (mezar taşları arasında oyun oynayan çocuklar!), bir Karagöz oyunu izler, dükkânlara girip çıkar, çarşı pazarı zevkle ve dikkatle insanlara dönük gezer ve tıpkı Nerval gibi, Cuma namazına giden Padişah Abdülmecit’i görmek için gayret sarf eder. Gautier, çoğu Batılı gezginler gibi, çok uzaktan şöyle bir gördüğü Müslüman kadınlar ve onların kapalılığı, erişilmezliği, esrarı hakkında bilinen fikirleri yürütür. Ama gene de kadınların şehir sokaklarında tek başlarına olmasa da gezip tozduklarını dürüstçe söyler. Nerval’in fazla turistik bularak bahsetmediği Topkapı Sarayı’ndan, camilerden, At Meydanı’ndan da uzun uzun bahseder. Bütün bu yerler ve konular İstanbul’a o dönem gelen Batılı gezginlerin görmek ve anlatmakta kendilerini yükümlü hissettikleri şeyler olduğu için, belki de Nerval’in etkisini bu ‘turistik’ konularda abartmamak gerekir. Gautier’nin kitabını çok okunaklı kılan şey, yazarın kendine güveni, gözlem ve şaka yapabilme yeteneği ve acayip ve tuhaf olana karşı bir Batılı gazeteci merakı taşımasına rağmen, bunu yeri gelince çok görmüş birinin olgunluğuyla şakaya vurabilmesi kadar, onda bir ‘ressam gözü’ vardır. Çünkü Gautier, sadece ressam değil, aynı zamanda resim eleştirmenidir de. Victor Hugo’nun şiirlerini okuduktan sonra resimden vazgeçip şair olmaya karar vermiştir. Bu nedenle, İstanbul’un birbirinden güzel manzaralarını kelimelerle ifade e ederken, çağdaşlarının hiçbirinde olmadığı kadar resim sanatının kavramlarından faydalanacak, deyim yerindeyse, İstanbul coğrafyasının ışık ve renk oyunlarını bile kelimeler yardımıyla okuyana hissettirecektir.
 
Mesela şu satırlarda olduğu gibi: "Avrupa yakasından daha ağaçlıklı ve gölgelik olan Asya yakasındaki köyler ve yalılar belki daha seyrek ama mesafe olarak daha yakın bir şekilde birbirini
izliyor. Kuzguncuk, Stavros, II. Mahmut’un yazlık sarayını yaptırdığı Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy ve Bebek’in karşısına düşen Küçüksu. Baştan başa arabesklerle süslü, her yanı altın harfli yazılarla dolu geniş çıkmalı büyük bir çatı ve tepesinde alemler olan küçük kubbelere örtülü, denizden
görünen ve gür bir yeşillik üzerinde göze çarpan beyaz mermerden şipşirin bir çeşme, gezgine Osmanlıların bu gözde gezinti yerini işaret ediyor. -Dişbudak, çınar ve erguvan ağaçlarıyla çevrili taze çimenlerle kaplı geniş bir çayır cumaları araba ve talikalarla doluyor ve Harem’in tembel güzelleri İzmir halılarına yayılıyorlar. Hadımağaları küçük süpürgelerinin ucuyla beyaz şalvarlarına vura vura,
oturan gruplar arasında dolaşıp kaçamak bir bakışma, birtakım işmar etmeler yakalamaya çabalıyor, hele de ortalıkta uzaktan uzağa yaşmağın ya da feracenin gizlerine vakıf olmaya çabalayan birkaç gâvur varsa. Kimi zaman kadınlar ağaç dallarına bez bağlayıp çocuklarını bu uydurma salıncaklarda sallayıp uyutuyorlar; bir kısmı gül reçeli yiyor ya da kar suyu içiyor; birkaçı nargile ya da sigara içiyor, hepside bıcır bıcır konuşup, utanmaz, yüzlerini açıp gösteren ve sokaklarda erkeklerle gezen
 
Frenk hanımlarını çekiştiriyorlar. Daha ötede antik yelekli, külahları koca bir kürk halkayla çevrili Bulgar köylüleri bir bahşiş umuduyla ulusal danslarını icra ediyor. Kahveciler kahvelerini açık havada hazırlıyor. İki yanı yırtmaçlı elbisesi, kalem ucu silinmiş bir bez gibi benekli türbanlarıyla bir Yahudi kadını, hakarete uğrama korkusu yüzünden iki büklüm duran Doğulu Musevilerin kölemsi edasıyla gezinenlere ufak tefek şeyler satmaya çalışıyorlar, kayıkçılar iskelenin kenarından bacaklarını sarkıtmış göz ucuyla kayıkları kontrol ederek içiyorlar. Birbirini izleyen ve hissedilmeyecek farklılıklarla birbirine benzeyen bütün bu köyleri tek tek anlatmak çok uzun sürecek. Bir mescit ya da kaçtık bir caminin tebeşirimsi minaresinin sipsivri yükseldiği zengin bir yeşil örtü üzerinde iyice ortaya çıkan, tıpkı Nümberg’in oyuncak evlerden köyleri gibi renk renk boyalı, iskele boyunca yayılan ya da yalı boyu olmadığında ayakları sularda yalı şeklinde dizi dizi ahşap evler; daha ilerde, göğün mavisiyle lacivertleşmiş bir ahenk içinde yumuşak ve kolay eğilimli tepeler yükseliyor; bazen insan daha sarp bir yar, çorak bir falez, toprağın bağrını delen bir kayalık olsun istiyor; bütün bunlar gerçekten fazla hoş, fazla güler yüzlü, fazla koket, fazla bakımlı ve düzgün; şuraya buraya birkaç sert ve haşin dokunuş lazım, ki bu güzelliklerin değeri ortaya çıkabilsin. Akıntının belli noktalarında sırıklar üzerine tünemiş tavuk kafesine benzer acayip ve renkli bir görünüme sahip kulübeler var; içlerinde bekleyen balıkçılar balık sürülerinin geçişini kolluyor ve ağı atmak ya da çekmek için en uygun zamanı haber veriyorlar; bazen orada uyuyup kaldıkları ve havadar tüneklerinden tepe üstü suya
düştükleri de oluyormuş ve hiç uyanmadan boğulup gidiyorlarmış. Su kuşlarının yuvalarına benzeyen bu nöbetçi kulübeleri sanki ressamlara model oluşturmak için özellikle kurulmuş gibi. Burada iki yaka birbirine inanılmaz derecede yaklaşıyor. Burası Dara’nın İskitlere karşı çıktığı seferde ordusunu, Sisamlı Mandrokles’in kurduğu bir köprüden geçirdiği yer. Yediyüz bin kişi geçmiş karadan, egzotik tipli, acayip silahlı, masalsı kıyafetler içinde, atlar, filler ve develer üzerinde Asya ordularından muazzam bir yığın. Köprü başında yükselen iki sütunun üzerinde Dara’nın arkasından yürüyen bütün kavimlerin adının listesi yazılıymış. Bu sütunlar Yıldırım Beyazıt tarafından yaptırılan Güzelce Hisar Kalesi’nin bulunduğu yerdeymiş. Heredotos’un anlattığına göre, Mandrokles bu geçişi Sisam’daki Juno Tapınağı’na şu yazıyla birlikte astığı tabloya çizmiş-. ‘Balığı bol Boğaiziçi’nde bir köprü kuran Mandrokles bu resmi Juno’ya adadı; Kral Dara’nın bu tasarısını gerçekleştirmekle Mandrokles Sami’lere zafer getirdi ve bir tacı hak etti. Boğaz’ın bu noktadaki genişliği dört yüz kadem ve Persler, Gotlar, Latinler ve Türkler işte hep buradan geçtiler; ister Asya’dan gelsin, ister Avrupa’dan bütün akınlar hep aynı yolu izledi, bütün bu büyük kavimler göçü aynı yatağa aktı ve Dara’nın izinden gitti." Gautier görmüş ve geçirmiş, birkaç sene olsa bile politika hayatının en yüksek kademesine çıkmış insanlardan değildir. Gautier gazetecilik yaparak kazanmaktadır hayatını ve esasen İstanbul’a gelme sebebi temelinde de bu meslekî kaygı vardır.
 
Gautier gazetecidir ancak aynı zamanda şairdir. Dolayısıyla, iktidarın yalnızlığı ile şairin yalnızlığı ve yeryüzünü algılayışı arasında paralellik kurmaları hiç de şaşırtıcı değildir. Gerek Nerval, gerekse Gautier’in satırlarında hayli hüzünlü bir Abdülmecid portresi olması belki de bundandır. Bu özdeşlik kurma arayışı kimi zaman öyle ileri gider ki, Gautier, Padişah’ın dönüp yanındaki İtalyan kadına
bakmasından gurura bile kapılır. Theophile Gautier birçok Türk yazarın İstanbul’u tanımasına yardımcı olmuştur. Öyle ki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehirim bile kısmen Nerval ve Gautier’nin yazdıklarıyla konuşa konuşa ve yer yer tartışa tartışa yazılmıştır. "Şimdiki Tepebaşı’nın bulunduğu yerden -o zamanlar hududu Aşmalı Mescit’ti- tersanenin üstüne doğru sarkan küçük mezarlıkta, Ayazpaşa taraflarını kaplayan büyük mezarlığın etrafındaki yollarda ecnebiler atlı arabalı, yaya, kadınların da katıldığı akşam gezintileri yapıyorlardı (...) Theophile Gautier’den Beyazid ve Şehzadebaşı taraflarında bu gezintilerin Müslüman halk arasında başladığını öğreniyoruz. Gautier Türk kadınlarından bahsederken zannedildiği kadar hürriyetsiz olmadıklarını, yanlarında harem ağaları bulunmak şartıyla gezmekte serbest olduklarını ve bilhassa zengin şehirli ve yüksek rütbeli memur hanımlarının akşamları Beyazid taraflarında araba ile gezdiklerini söyler."6 Dolayısıyla, biraz daha Gautier’in satırlarını aktarmakta yarar vardır:
“Kule Türk yazısına göre tersten okunduğunda hisarı yaptıran Fatih Sultan Mehmed’in ismindeki dört harfi oluşturuyor. İnsanın aklına gelmeyecek olan bu mimari bilmece, Aziz Laurentius onuruna inşa edilen Escurial Manastırı’nın azizin yakıldığı demir ızgarayı temsil eden planını hatırlatıyor. Bu ilginç özellik ancak haberliyseniz fark edilebiliyor Rumeli Hisarı yukarda sözünü ettiğim Anadolu Hisarı’yla karşı karşıya. Rumeli Hisarı’nın yanında yüksek kara servileri ve beyaz mezar taşları denizin lacivertliğine neşeyle akseden ve insana kendini oraya gömdürtme isteği veren bir mezarlık uzanıyor, öyle iç açıcı, çiçekler içinde ve mis kokulu ki. Güneşle şenlenen, kuş cıvıltılarıyla canlanan bu serin bahçede yatan ölülerin canı hiç sıkılmıyordur.
Vapur Baltalimanı’nı, İstinye’yi, Yeniköy’ü, Kalender’i geçtikten sonra Tarabya’da duruyor, ismi Yunanca ‘şifa’ anlamına gelen ve havasının temizliğiyle bu tıbbi adı hak eden bir kasaba bu; Fransa elçiliğinin burada bir yazlık sarayı var. Yanındaki küçük zarif koyda - içi safir dolu altın bir kupa gibi burası lason’la birlikte Kolkhis’ten gelen Medeia karaya çıkmış ve aşk iksiriyle sihirli ilaçlarının
bulunduğu kutuyu burada açmıştı - Tarabya’nın eski adı olan ‘pharmaceus’ işte buradan geliyor.
Tarabya hoş bir yer; rıhtımında Türkiye’de ender rastlanan, belli lüksle dekore edilmiş kahvehaneler, oteller, eğlence yerleri bahçeler sıralanıyor. İskeleye giden bir geçitte, sur duvarları arasında biri antik bir zırh giymiş bir erkeğe, diğeri oldukça kaba örtülere bürünmüş bir kadına ait mermerden iki gövde fark ettim; barbar duvarcılar bunları adi birer malzeme gibi moloz taşlarının arasına gömmüşlerdi. Ziyaretine gittiğim ve beni o kendisine has babacanlıkla ve bütün deniz subayları ortak özelliği olan o ince nezaketle kabul eden M. Poultier’in kumanda ettiği Chaptal koyda demirliydi. M. Renaud’nun daha sağlam, daha zengin ve daha zevkli bir şekilde yeniden inşa ettirmek zorunda olduğu Fransa Elçilik Saray mimari açıdan hiçbir değeri olmayan ama en kavurucu yaz sıcaklarına dayanacak serinlikte ve dünyanın en hayran olunacak yerinde, Türk tarzında geniş ferah, kullanışlı, baştan aşağı ahşap ve esintilerle hiç durmadan sallanan asırlık ağaçların bulunduğu kat kat bahçeler uzanıyor. En üstteki taraçaya çıktığınızda, muhteşem bir manzarayla karşı karşıya geliyorsunuz. Asya kıyıları Sultan Suyu’nun serin gölgelikleriyle karşınızda; daha uzakta söylenceye göre Herkül’ün yatağının yerleştirildiği morluklar içindeki Dev Tepesi. Avrupa yakasında Büyükdere zarif bir kıvrımla yuvarlanıyor ve Boğaz, Rumeli ve Anadolu Kavaklarının ötesinde Kyaneia (Mavi Kayalar) Adaları’na doğru genişliyor ve Karadeniz’de kayboluyor. Beyaz yelkenliler deniz kuşları gibi gidip geliyor ve düşünce sonsuz bir düşte alıp başını gidiyor”7 Gautier İstanbul’un uzaktan çekici görünen kimi yerlerinin, yanına yaklaşıldıkça çekiciliğini sefilleştiğini notlarına düşer. “Uzaktan hayranlık verici bir manzara olarak görülen şey, aslında dar, yüzyılın ortalarından itibaren şehre gelen Batılı gezgin yazarların da kendilerini tanık olup anlatmakla yükümlü hissettikleri bir büyük mahşeri eğlence idi.
 
1852’de İstanbul’a gelen Theophile Gautier şehirde kaldığı iki ay boyunca tanık olduğu beş yangını ilkinden başlayarak (o sırada Beyoğlu Mezarlığı’nda oturmuş şiir yazmaktadır) tek tek keyifle anlatır. Elbette seyir meraklısı için yangının gece çıkması tercih nedenidir. Haliç kıyısındaki bir boya fabrikasının göğe renk renk alevler saçarak yanışını ‘harika bir manzara’ diye anlatırken Gautier, bir ressam gözüyle Haliç’teki gemilerin gölgelerine, yangını seyreden kalabalığın dalgalanışına ve alevlerin yuttuğu ahşabın ve binaların yıkılırken, çatırdayış seslerine de dikkat çeker. Bir süre sonra yangın yerlerine tekrar gider ve yangından kaçırabildikleri halılar, şilteler, yastıklar, kap kaçak ve diğer mallarla iki gün içerisinde yaptıkları barınaklarda yaşamaya çalışan yüzlerce ailenin başlarına geleni ‘kader’ diye kabullenişini bir Türk-Müslüman özelliği diye görmeye çalışır."
 
 
2.2 HERMAN MELVILLE
Melville, sürekli kötü gözle çevresine bakıp eleştirilecek bir şeyler aramıştır. İstanbul’a da hep bu gözle bakmıştır. Melville, 1819’da New York’ta dünyaya geldiğinde, babası geride yüklü bir borç bırakarak ölür. Melville’de her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalır. O sırada on üç yaşında olan Melville, hayatın gerçek yüzüyle o zaman karşılaşacak ve bu karşılaşmadaki keskin ironinin acımasızlığı bırakmayacaktır bir daha peşini. Çeşitli işlerden sonra, on sekiz yaşındayken Liverpool’a giden bir gemiye tayfa yazılması, New York doğumlu bu genç insanın, diğer kültürlere ve insanlara bakışını da biçimlendirmeye başlayacaktır. Oysa denizcilik tecrübesinin insanı yumuşatması, başka kültürlerle olan ünsiyetini kolaylaştırması beklenir. Ancak Melville, aksine, muhtemelen yaşadığı zor şartların etkisiyle, giderek katılaşacak ve MobyDicK’in altyapısını oluşturan balina avcılığından sonra sığındığı Typee yerlileri bile yarasına merhem olamayacaktır. Bütün bunlar göz önüne alındığında, Melville’ deki İstanbul’a olumsuz bakışı anlaşılabilir. Seyyahların hayranlıkla izledikleri Kapalıçarşı Melville için barbarca bir karmaşadan ibarettir. Ancak Meville İstanbul’u gezdikçe hayranlığını gizleyemez. Boğaz’ın büyüsü Meville’nin fikirlerinin değişmesine yeterli olmuştur. "13 Aralık Cumartesi / Sonra Binbir Direk Sarnıcı’na gittik. Sık otlarla örtülü yuvarlak bir tepe. Patikaya benzer bir yoldan aşağı iniliyor, derken eğreti bir ahşap platformda buluyorsunuz kendinizi, zifiri karanlık içinde kaybolan bir mermer sütunlar ormanına bakıyorsunuz. Cehennem sarayı gibi. Birbiri üzerine abanmış iki sıra sütun; alttaki sütunların yarısı gömülü. Kemerlerin kilit taşlarındaki çatlaklardan
yer yer ışık sızıyor, yeşillikler sarkıyor. Vaktiyle su deposuymuş burası. Şimdi ipek büken oğlanlar dolu içinde. Büyük keşmekeş. Bir türlü yerinde duramayan yaramaz çocuklar gibi hareket ediyorlar. Fırıl fırıl iplik eğiren inler cinler. Aşağı inerken (gemi ambarına inermiş gibi) ve yürürken ipek çilelerine çok dikkat etmek gerek. Burada insan rahatça semerler ne ararsan var. Tepesi taş kemerlerle örtülü kenarları açık. Ana baba günü. Gürcüler, Ermeniler, Rumlar ve Türkler tüccar. Nefis işlemeli ipekler, altın yaldızlı kılıçlar, haşalar. Bütünün labirenti, gürültüsü ve barbarca karmaşası insanı şaşkına çevirip, afallatıyor. -Beyazıt yangın kulesine gittik, sanki bir cephaneliğin ortasında (uçsuz bucaksız bir cephanelik.) Kule, çapının büyüklüğü ve yüksekliğiyle Arap üslûbunda- bir sütun. Tanrım, tepesinden görünüm enfes mi enfes!Daha güzel bir şey tasavvur edemiyorum. Marmara, Boğaziçi, Haliç, camilerin kubbeleri, minareler, köprüler, savaş gemileri, serviler ayağımıza serilmiş. -Anlatılamayacak güzellikte. Güveni Cami’ye (Beyazıt Camii) gittim. Avlusu güvercinlerle dolu Batıda olduğu gibi sürüler halinde uçuşuyorlar. Onlara yem atan biri vardı. Kimi revakın damına tünemiş, kimi orta yerdeki şadırvana, kimi de servilere. -Ayakkabılarımı çıkardım ve camiye girdim. Kubbeni içinde güvercinler uçuşuyordu, yüksekteki pencerelerden bir içeri bir dışarı girip çıkıyorlardı. Süleymaniye Camii’ne gittim. Büyüklük açısından üçüncü geliyor. - Cami sanki büyük, mermer bir çadır. Minareleri de (dört mü altı mı) çadır direkleri. Nitekım içeri girdiğimde bu tür yapı fikrinin çadırdan ilham alınmış olabileceğimi düşündüm. Asil bir balo salonu olabilirdi de pekâlâ. Ayakkabılar çıkarıldı içeri girdik. Şapka çıkarılacağına ayakkabı çıkarılması iyi bir adet. Ayakkabılar çamurlanır kafalarsa asla. Yer hasırla kaplıydı, hasırların üzerinde kocaman halılar vardı. Kubbenin altındaki yan açıklıktan ince ışık demetleri sızıyordu. Kör kubbe. Namaz kılan birçok Türk vardı. Başlarını bir sunağa (mihrap) doğru yere koyuyorlardı. Bir taraftan dua okunuyordu. Bir oda da bir sürü sandık ve çanta vardı; tıpkı bir Rolls Royce bagajı gibi. Evlerinden çıkıp gidenler, hırsızlardan ya da vergi memurlarından korkanlar kıymetli eşyalarını ortalıkta. Galata’nın sayısız mahallelerini geze geze otele döndük. Her milletten insan kalabalığı- sarraflar- her milletin parası tedavülde. Dört beş dilde tabelalar (Türkçe Fransızca, Rumca ve Ermenice)."10 Herman Melville İstanbul yolculuğunun devamında şu sözler ağzından çıkacaktır:
“14 Aralık, Pazar/ İstanbul’da haftada üç dini bayram günü var. Cuma, Türklerin; Cumartesi, Yahudilerin; Pazar, Katoliklerin, Rumların ve Ermenilerin. Sabah 8.00’de ikinci köprüden İstanbul tarafına geçtim. Niyetim surları gezmekti. Sur ile Haliç arasından geçip Rum ve Yahudi mahallelerinde dolaştım ve kara surlarının dışına çıktım; karanın içerilerinde akan ve güzel bir orman açıklığıyla son bulan Kağıthane Deresi’yle karşılaştım. Kara surları boyunca ilerledim. Türkler İstanbul’a bu surları yararak girmişler. Konstantinos’ların sonuncusu savunma yaparak burada can vermiş. Dört mil uzanıyor bu dev taş kütleleri, yer yer aşağı yukarı her 150 metrede bir dört köşe muazzam kuleler var - her biri bir Londra Kulesi gibi. Surların birçok yanı depremden zarar görmüş. Özellikle kuleler. Büyük yarıklar ve çatlaklar var. Kulenin birinde bir aydınlık açıklığı vardı; yarılmış kasımla ters dönmüş piramitler gibi tepetaklak olmuş. Yaz kış yeşil asmalar sarmış etrafını. Birbirine paralel dört sur var-ek savunma düzenleri. Duvarcılığın yetkin olduğu, deprem sonrası bir kulenin tepesi yıkıldığında, kulenin bütünlüğüne helal gelmemesinden belli- gövdeden kopmadan kayan bir kaya parçası gibi. Surların arasındaki geniş toprak ekiliyor-bahçeler var- toprak iyi ve verimli(...)”11
Meville’den İstanbul’u dinlemeye devam edelim;
“16 Aralık, Salı / Sabah saat 8.30’da vapurla Büyükdere’ye gittim. -Harika! Manzara baştanbaşa sanat ve doğa şaheseri. Avrupa ile Asya güzelliklerini sergilemekte birbiriyle yarış halinde. Bir ara geri çekilir gibi yapıp daha büyük bir güzellikle ortaya çıkan, derken yeniden geri çekilip yeniden ilerleyen güzellikler, biri ötekine bırakmıyor yarışmayı.- Mersin ağaçlı, serviler, sedirler, fundalıklar. Büyükdere’den Karadeniz’i şöyle bir gördüm. Su Ontario kadar duru - kıyı doğal rıhtım, kanallardaki gibi kat kat derinleşiyor. Koca koca tekneler rıhtıma yakın geçiyor. -Padişah kasırları -kâşaneler
- elçilik sarayları - beyaz köpükler, mercan kayalıklarına çarpan dalgalar gibi bu beyaz merdivenlere çarpıyor. Buradaki bir özellik, denizin evlerin içine kadar sokulması. Gemiler yeşil havzaların derinlerinde, çadırdan başka bir şeye rastlanmayan yarların eteklerinde demirliyorlar. Burunlarla koyların yer değiştirdiği sıra sıra liman ve iskeleler, Hudson Tepeleri’ni andırıyor, burası kat kat güzel.
Domuz balıkları mavi sularda oynaşıyor, gökte güvercin kümeleri ordular gibi manevra yapıyor. Güneş saraylara vurmuş. Büyükdere’nin yükseklerinde ‘Royal Albert gemisi görünüyor. Karadeniz görünüyor. Lake Georges göller zinciri. Çarların, padişahların başkentine göz dikmelerine şaşmamalı. Köknarlar arasında yaşayan Rusların buradaki mersin ağaçlarını arzulamaları normal. - Başkentte rastlanan yegâne ağaçlar sedir ile servi-. Serviler yeşil minareler gibi, taş minarelerle kaynaşıyor. Minare (belki de) servinin biçiminden esinlenerek yapılmıştır. Karanlık ağaç ile parlak kulenin birbirine karışması, hayat ile ölümün birbirine karışmasını andırıyor. -Boğaziçi’nin kutsal yanı. -Koyu kırmızı şafak, papatyalara şöyle bir dokunup geçiyor, fışkırdıkları toprağın rengi de kırmızımsı.
Köşkler, çeşmeler. Sokaklarda böyle güzel, ancak peri masallarında görülebilecek türden yapılar karşısında hayrete düşüyor insan. Sanki hava koşullarına dayanamayacakmış gibi narin bir görüntüleri var; şekerden yapılmış kalelermiş gibi eriyip gidecekler izlenimi uyandırıyorlar. Yontu, yaldız ve resim bol bol. Koylar büyük amfiteatrlar gibi. Boğaziçi’nden dönüşte Birinci Köprü’de durup baktım.
(Kiminin ahlak anlayışımızı ve dinimizin tümünü kabule yanaşmamak kaydıyla uygarlığımızı kabul etmeye hevesli olduğu bu milyonlarca insanın ortasında bulunmak garip bir duygu.) Köprünün görünümü büyük bir maskeli balo izlenimi uyandırıyor insanda. (Uçsuz bucaksız bir İran halısı serilmiş gibi. 1 500 000 aktör. Banvard birkaç yüz mil uzanan bu insan kafilesini resmetmek isterdi eminim. Her türlü seyyar satıcı ve çerçi var. Başları üzerinde tatlı tepsileri taşıyanlar. Tek sıra
halinde, boyunlarında demir halkalarla yürüyen suçlular." Herman Melville’in İstanbul’a gelişi tamamen tesadüften ibarettir. Melville, hayatının son kırk yedi yılında ancak üç kez yolculuk yapabilecektir. Bu yolculuklardan ilkinde, MobyDicK’’in basımı şerefine Avrupa yollarındadır. .Önce
kitabın basıldığı Londra’da, arkasından da Paris’tedir. Amerika’ya döndükten sonra, bu kez kaptan olan kardeşinin teknesiyle Pasifik’te bir yolculuğa çıkacaktır. Nihayet, 1856’da kayınpederinin verdiği parayla çıktığı seyahatte Kudüs seyahatine çıkar Melville. Bindiği gemi, tuhaf bir güzergâh olmakla birlikte Kudüs’e giderken İstanbul’a da uğradığı için dört gün boyunca İstanbul’da kalacaktır. Ne var
ki, ilk iki gün kenti kaplayan yoğun sisten dolayı hiç bir şey göremeyecek, sadece sahilden gelen köpek havlamaları ile yetinecektir. Sis dağıldığında kentin güzelliğinin farkına varmıştır varmasına ama bu kez de sanki içindeki gizli oryantalist ruh ayaklanmış, kim bilir belki de Kudüs öncesinde konakladığı bir kent olduğu için İstanbul’a bir türlü ısınamamıştır. Melville’nin anlattığı iç karartıcı İstanbul manzaraları Boğaz’ı anlatırken değişmeye başlar.
"17 Aralık, Çarşamba / Bugün günümü Sarayburnu’nu yeniden gezerek geçirdim. Özel biçimi yüzünden, Ayasofya yakından bakıldı mı, insan bir kısmının yere gömülü olduğunu sanıyor; sanki görünen, muazzam bir tapınağın üst yapısı. İnerek giriyorsunuz. Kubbe sanki eski bir şapkanın çentikli tepesi gibi. Yıkıldı yıkılacak izlenimi uyandırıyor. İçerde kubbe (yassılığından ötürü) muazzam bir yankı levhası gibi görünüyor. Duvarcılık eseri bir gökkubbe. İç mekân çok iyi kullanılmış. Değerli mermer taşlar. Tapınma, secde-. Kentin Eski Saray’a yakın yerinde sokaklar ıssız. Garip evler. Tuhaf eski tabelalar, dolaplar (...) Saray. Birçok yeri yasak. Sarayın kendi dörtgen biçiminde, tepe üzerinde,
yapılar dıştan payandalı, üzerinde hiçbir işaret yok: iç tarafları açık. Yer yer duvarların üzerine sarkmış serviler. Saraybu iz. Görünüşe bakılırsa Türkler köpek beslemiyor. Evcilleştirilmemiş hayvanlar bunlar. Başıboş. Öldürmek günahmış. Kentin çöpleriyle besleniyorlar. Zaman zaman
feci havlıyorlar. Geceleri zaman zaman dolaşıyorlar. Issız bir yolda bir de bakıyorsunuz sürülerle karşınıza çıkıyorlar. Çoğu sarı, uzun sivri burunları var. Kimi yaralı, kimi uyuz (...)
“Sabahleyin kayığa bindim, Üsküdar’a geçtim. Konforlu bir gezinti. Kayık yastık döşeli. Kayığın dibinde oturuyorsunuz. Vücudunuz su yüzeyinin altında kalıyor. Kayıktan yatak. Kayığın kendi, oymalı bir tahta tabak gibi. Haliç’in ağzında balıkçı filosu. Deniz çarşaf gibi. Akıntıların buluştuğu yerde sular çırpıntılı. Padişahın sarayı güneş içinde. Güneş sarayın karşısından doğuyor. Başkent olarak İstanbul dünyanın en güzel yeri, saray da zevk ü safa mahalli. Üsküdar’da büyük bir kışla var. Buradan İstanbul’a ve Boğaziçi’ne bakmaya doyum olmuyor Mezarlıklar Kara Ormanlar’a benziyor. Thuringen gibi. Yollar mezarlığın ortasından geçiyor. Güzel papatyalar. Rıhtımlar. Su kenarında camı (Mihrimah Sultan Camii). Tepeler ve kumsallar. İstanbul hakkında genel izlenimler. Çamuru, bir çiçeğin ıslak polenleri gibi."13 Herman Melville’nin değeri de birçok yazar gibi ölümünden sonra
anlaşılmıştır. Meville, 28 Eylül 1891 tarihinde öldüğünde henüz okunan bir yazar değildir. Meville’nin kitapları Amerika’nın yıkımından sonra basılmaya başlanmıştır. Hemen arkasından da Meville ve eserlerini inceleyen yüzlerce makale basılmıştır. Kuşkusuz Meville’nin eserleri içerisinde en kıymetlileri de İstanbul notlarıdır. Meville’nin ruh halini yine Meville ‘den aktarmakta fayda vardır:
"Birkaç haftadır, tahmin edemeyeceğiniz kadar meşguldüm, yoksa, çam tahtalı arabama atladığım gibi sizin oralara inmek işten bile değildi. -Açık havada çalıştım bütün bu süre- yapı işleri, tamirat lehimcilik falan filan. İşin içinde ürün devşirme de vardı –mısır, patates elime bakıyordu (aralarında öyle mükemmelleri var ki umarım bir gün size gösterebilirim); işte böyle, daha bir sürü ıvır zıvır. Hepsi de bu mevsime birikmiş. Kendimi fazla yoruyorum. Gündelikçi ameleler gibi; gece yatakta bir de bakıyorum, oram buram tutulmuş. Eskiden olduğu gibi gene arada ziyaretinize gelmek isterim tabi abes kaçmazsa münasebetsizlik olmazsa . Kimseyle teklifim, tekellüfüm yok, insanlarda gözettiğim tek şey, iyilik ve dürüstlük gibi Hıristiyan erdemleri. Sözüm ona, beyin soyluluğu diye bir şey varmış. Bunu açıkça ileri sürenler, savunanlar var. Schiller’in de bunlar arasında olduğu söyleniyor. Kendisi hakkında pek bir şey bilmem ya, her neyse öyle insanlar var ki, siyasal eşitlikten dem vuruyorlar, sonra zihin dünyasından söz edildimide iş değişiyor, beyinlere göre sınıflandırma başlıyor. Öyle geliyor ki bana, üstün zekâlı bir kimse, yoğun bir çalışma sonucu belli bir zihin soyluluğuna erişebilir- toz üstüne toz kondurmayan, kıt beğenili zevkler edinebilir- gel gelelim, avamla en ufak bir temasta bulunmaya görsün, torpil balığı çarpmışa dönen şu İngiliz Howard ailesini ( Surrey, Effinghan ve Carly kontluklarını elinde tutan bu iyi aile İngiliz aristokrasisinin simgesiydi) bireylerin durumuna düşer. Görüyorsunuz ya, ben her bakımdan amansız bir demokratım; bu size ters gelebilir belki, yada sizi irkiltebilir. Eh, ne de olsa, insan doğası gereği, hapisteki bir hırsızın General George Washington kadar saygın bir kişi olduğunu savunmak kolay mı? Gülünç değil mi!Ne var ki, o hakikat denen şey
yok mu, dünyadaki en budalaca şey. Haydi gidin hakikatten ekmeğinizi çıkarın çıkarabilirseniz sonra da buyurun imarete.Hey Tanrım !Rahip efendi, kalesi olan o vaiz kürsüsünden hakikati va’zetsin sıkıyorsa, alimallah onu tuttukları gibi kürsüyle birlikte kiliseden fırlatır atarlar dışarı. Devrim yandaşlarının çoğunun öyle ya da böyle hakikate dayandıkları kuşkusuz gel gelelim sıradan halkın gözünde devrimci denilen kimseler dünyanın her yerinde maskara durumuna düşüyor. Neden mi? Hakikat denilen şey insanlara gülünç geliyor da ondan.”
 
 
 
2.3 EDMONDO DE AMICIS
 
1846’da İtalya’nın Oreglia kentinde dogan De Amicis, batılı gezginlerin önemli bir kısmı gibi subaydır. Yirmi sekiz yasında, uzun zamandır hayalini kurdugu İstanbul’a geldiginde bu kadar büyük heyecana kapılmıs olmasının arkasında bu kentte dair yazılmıs kitapların önemli bir bölümünü okuması yatmaktadır. De Amicis Chateaubriand, Lamartine, Gautier gibi İstanbul hayranlarıyla çarpısa çarpısa kendi İstanbul imgesini olusturacaktır. Amicis’in İstanbul imgesi, sözgelisi Chateaubriand’ın çizdigi kadar soguk degildir. Lamartine’in med-cezirleriyle de fazla ilgisi olmayan bu imgeyi, en fazla, De Amicis’in meslektası Pierre Loti’nin zihnindeki ve eserindeki İstanbul’la kıyaslamak mümkündür. De Amicis, daha İstanbul önlerinde Chateaubriand, Lamartine ve Gautier gibi isimlerle hesaplasmaktan ve onları küçüksemekten kendisini alamayacaktır. Dikkat edilince sezilebilecegi gibi, De Amicis’in küçümsemesinde, bir kadir-kıymet bilmeme imâsı da mevcuttur. Constantinopoli kitabının yazarı, bir yandan, kenti onların yazdıklarından okuyup ögrendigini unutarak, kendisinden önce bu kente gelenlerin çok da fazla İstanbul’un güzelligini ifade edemediklerini vurgularken; bir yandan da, bunun nasıl yapılması gerektigini ortaya koyar gibidir:
“Şimdi anlat bakalım zavallı, bu ilahi hayali anlatabilmek için kafi gelmeyen kelimelerinle günaha gir! İstanbul’u anlatmaya kim cüret edebilir? Chateaubriand, Lamartine, Gautier diye mi mırıldandınız? Tasvirler, tabirler akla doluşurken kalemden kaçıp uzaklasıyor. Ümitsizce, ama beni sarhos eden bir hızla hem görüyor, hem konuşuyor, hem de yazıyorum. Haydi bakalım! Önümüzde, genis bir nehir gibi Altınboynuz görülüyor ki yüksek sahilinin üzerinde birbirine muvazi olarak uzanan ve sekiz millik tepeleri, vadileri, körfezleri, burunları içine alan sıra sıra kasabalar var, kat kat yükselen yüzlerce bina ve bahçe, renk renk ev, cami, saray, hamam, kösk setleri ve bunların arasından upuzun fildisi kuleler gibi semaya yükselen bir sürü parlak külahlı minare. Köyleri ve iskeleleri çelenk çelenk saran selvi korulukları tepelerden denize kadar karanlık çizgiler halinde iniyor, her tarafa dagılmıs, her taraftan fıskıran gür bir yesillik tepeleri süslüyor, çatıların arasından kıvrılıyor ve kıyılara dogru meylediyor. Sagda Galata, geride bir direk, seren ve bandıra ormanı. Galata’nın üstünde, Avrupai konaklarının kuvvetli hatları belli olan Beyoglu; önde, rengârenk kalabalıkların karsılastıgı ve iki sahili birlestiren bir köprü. Solda, her birinden kursun kubbeli ve altın minareli dev gibi bir caminin yükseldigi kocaman tepelere yayılmıs İstanbul, beyaz ve pembe Ayasofya, altı minareli Sultanahmet, on kubbeli Süleymaniye, denize akseden Valide Sultan Camii, dördüncü tepede Fatih Camii, besince tepede Sultan Selim Camii, altıncı tepede ise Tekfur Sarayı var. Hepsinden yüksegi de, Çanakkale’den Karadeniz’e kadar, iki kıtanın kıyılarına hakim Serasker kapısındaki beyaz kule, Galata ile İstanbul’un yedinci tepesinin ötesinde, mavimsi bir ufukta hemen hemen kaybolmus, belli belirsiz çizgiler, şehir ve şehir dışı mahalleler, liman, filo ve orman hayalleri görülüyor, bunlar sanki hakikat degilmis de serapmıs gibi geliyor. Bu harikulade manzaranın hususiyetlerini nasıl kavramalı? Bir an yakın kıyılara, bir Türk evine veya yaldızlı bir minareye bakıyorum, ama hemen sonra nazarlarım bu ışıklı büyük derinlikte yeniden dolasıp dururken, gözlerimi takip edemeyen perisan zihnimle su iki dizi hayal sehrinin içinde kaybolup gidiyorum. Bütün bu güzelligin üstüne son derece huzurlu bir hasmet yayılmış, bu binlerce peri masalını ve çocuk rüyasını hatırlatan genç ve sevdalı, ne olduğunu bilmedigim bir sey, hayali hakikatin dısına sürükleyen, hava gibi, esrarlı ve büyük bir sey. Süt renginde, gümüs parlaklıgında seffaf semanın altında her sey fevkalade bir açıklıkla ortaya çıkıyor, erguvani samandıralarla dolu safir renkli denizde minarelerin uzun beyaz akisleri titriyor, kubbeler pırıldıyor, uçsuz bucaksız nebatlar sabah rüzgârıyla sallanıp titresiyor, camilerin etrafında güvercin bulutları uçuyor, binlerce boyalı ve yaldızlı kayık suyun üstünde kayıyor, Karadeniz’den gelen rüzgâr on bin bahçenin kokusunu getiriyor ve geri kalan her seyi unutmus, bu cennetle sarhos olmus bir halde arkaya bakınca, yeni bir hayranlıkla, Üsküdar’ın debdebeli güzelligi ve Bithynia Olymposu’nun (Bursa Uludag) karlı zirveleriyle panoramayı kapatan Asya sahili görülüyor. Çinde yer yer adalar olan, yelkenlerle beyazlasmıs Marmara Denizi, sonsuz iki dizi halindeki kösklerin, saray ve yalıların arasında yılan gibi kıvrılan ve Sark’ın en lâtif tepelerinin içinde esrarlı bir sekilde kaybolan gemilerle örtülü Boğaz. Oh! Evet! Bu, dünyanın en güzel manzarasıdır, bunu inkâr eden Tanrı’ya karsı nankörlük eder ve küfretmis gibi olur, bundan daha büyük bir güzellik insan aklını asar!"15 İstanbul ile ilgili yazı yazan Batılı gezginler, sadece yazarların ilgisini çekmiyordu hiç kuskusuz. Yazarlar kadar olmasa da, kentleriyle ilgilenen insanlar her zaman mevcuttu ve fakat onların dönemlerinde kente Batılı bir turist gözüyle bakabilmek o kadar kolay değildi. Degisme döneminin trajik aydınları, kendilerini sadece kentten değil, imparatorluktan kaldıgı kadarıyla bütün bir ülkenin iktisadından, imarından, tahsil ve irfanından da sorumlu hissediyorlardı. Bu ağır sorumluluk duygusu ise İstanbul’a dönüp baktıklarında, ‘kudretten dantelli’ Boğaziçi’ni, iğne oyası gibi islenmis yalıları, insanı bir kentte yaşayıp yaşamadığını sorgulamaya mecbur tutan dar ve karanlık sokakları, sokaklarda hürriyetini çok önceden ilan etmisçesine kimseye aldırmadan dolasan kedi ve köpek sürülerini, terkedilmiş köyler gibi görünen uçsuz bucaksız mezarlıkları, mezarlıklarda uzayıp giden selvilerin dibine diz çökerek Yasinlerine Yasin ekleyen bası tülbentli hüzünlü kadınları, aynı veya benzer kadınların kayıklarla gittikleri Küçüksu ve Göksu gibi mesire yerlerinde sarkılar söylerken takındıkları o hususi edayı fark etmelerini engelliyor veya gördüklerini ertelemelerine yol açıyordu.
Batılı gezginler içerisinde Edmondo de Amicis’in İstanbul adlı kitabının, Batılı gezginler tarafından yazılan en iyi kitap oldugunu su satırlardan çıkarabiliriz:
“İstanbul üzerinde müsterek bir görüs vardır: en güvensiz seyyah bile bu sehre güvenerek gider, hiç kimse İstanbul’da hayal kırıklıgına ugramamıstır. Büyük eserlerin sihri ile bunların karsısında duyulan hayranlıgın bununla bir alâkası yoktur. İstanbul, önünde sair ile arkeologun, sefir ile tacirin, prenses ile gemicinin, kuzeyli ile güneylinin, hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı âlemsümul ve son derecede büyük bir güzelliktir. Bütün dünya bu sehrin dünyanın en güzel yeri olduğu fikrindedir. Seyahat hatıralarını yazanlar buraya gelince sasırıp kalırlar. Perthusier’nin dili dolasır, Tournefort beser dilinin aciz kaldıgını söyler, Pouqueville cennette oldugunu sanır, La Croix sarhos olur, Marcellus vikontu kendinden geçer, Lamartine Tanrı’ya sükreder, Gautier gördügü seyin hakikat oldugundan süphe eder ve hepsi de tasvir üstüne tasvir yıgarak, pırıl pırıl bir üslupla yazarak düşüncelerinin yanında fakir kalmayacak ifade tarzım bulabilmek için bosuna kafa yorarlar. Sadece Chateaubriand İstanbul’a girişini şaşırtıcı bir zihin rahatlığı anlatır ama bu manzaranın dünyanın en güzel manzarası oldugunu söylemeden edemez. Eğer meşhur Lady Montaue, aynı hükmü dile getirirken bir “belki” ilave ediyorsa, bunu kendi güzelligini zımnen birinci sıraya çıkarmak için yaptıgına inanmak gerekir. Soğuk bir Alman en güzel gençlik hayallerinin ve ilk aşk rüyalarının bu diyarını görür görmez ruha dolan saadetle mukayese edilince sönük kaldıgını söyler ve bir Fransız âlimi İstanbul’un uyandırdıgı ilk tesirin ürkütücü olduğunu iddia eder. Yüz kere tekrarlanmıs bu atesli sözlerin yirmi dört yasındaki kendi halinde bir ressamla yirmi sekiz yasında kötü bir sairin beyninde husule getirecegi kaynasmayı artık okur tasavvur etsin! İstanbul’a yapılmıs bu meshur methiyeler bize kafi gelmedigi için denizcilerin fikrini ögrenmek istedik. O tahsil terbiye görmemis zavallı adamlar da, bu güzellik hakkında bir fikir verebilmek için, fevkalade bir şekilde konumsak ihtiyacını hissediyor ve gözlerini oraya buraya çevirerek, ellerini ovuşturarak anlatmaya çalısıyorlar. Uzaktan geliyormus gibi bir sesle ve halkın, duyduğu hayranlığı ifade etmeye kelimesi yetmediği zaman yaptığı sekilde ağır ve kocaman kol hareketleriyle tasvir etmeye gayret ediyorlardı. ‘İstanbul’a güzel bir sabah vakti girmek, dedi serdümen, inanınız beyler insanın hayatında güzel bir andır (...)”
“Beyler, iste Üsküdar.”
Hepimiz birden Asya sahiline dogru döndük. Koca tepelerinin zirvelerine ve yamaçlarına göz alabildigine dagılmıs ve bir perinin sihirli degneginden dogmus bir şehir gibi latif ve ışıklı Üsküdar, Altınsehir oradaydı. Bu manzarayı kim tasvir edebilir? Kendi sehirlerimizi anlattıgımız dille bu hudutsuz bir renk ve manzara çeşitliligi, bu fevkalade bir sehir ve köy, nese ve ciddiyet karışıklıgı, bu Avrupalı, Şarklı, acaip, zarif ve hasmetli halita üzerinde bir fikir vermek mümkün degildir! Aralarından kar gibi beyaz camilerin yükseldigi sanlı kırmızılı on bin küçük köşkten ve on bin çayırlık çimenlik bahçeden meydana gelmis bir sehir tasavvur edilmelidir; yukarıda koca koca selvilerden bir orman, Sark’ın en büyük mezarlıgı vardır. Kenarlarda beyaz kıslalar, ev ve selvi kümeleri, tepelerde birbirine sokulmus küçük köylerle bunların arkasında yarı yarıya yeşilliklere gizlenmiş baska köyler bulunur ve her yerde, ufku büyük bir perde gibi örten bir dağ sırtını yarısına kadar beyazlaştıran minareler ve kubbeler görülür, bu tarafta akça agaçlarla kaplı dik uçurumlarla oyulmuş, o tarafta yemyesil setler halinde alçalan ve gölgeli, çiçekli küçük körfezle teşkil eden bir sahilin üzerinde, koskoca bir bahçeye dagılmıs koskoca bir sehir ve Boğaz’ın bütün bu güzelliği aksettiren gök renkli aynası. Üsküdar’ı seyrettiğim sırada arkadaşım keşfettiği başka bir şehri haber vermek için dirsegiyle dürttü. Hakikaten Denizine yine aynı Asya sahiline dönünce, Üsküdar’ın öbür tarafında, geminin önünden geçtigi ama o zamana kadar sis altında kalan uzun bir ev,cami ve bahçe dizisi gördüm. Dürbünle bakınca kahvehaneler, çarşılar, Avrupai evler, merdivenler, bahçe duvarları, kıyı boyunca oraya buraya dağılmış küçük sandallar iyiden iyiye görülüyordu. Burası, vaktiyle Bizans’ın rakibi olan eski Khalkedon’un harabeleri üzerine yerlesmis kadıların köyü Kadıköy’dü."16 Ne var ki, Edmondo de Amicis’in de, hayal kırıklıgına ugramak için çok fazla beklemesi gerekmeyecektir. Çünkü kente girer girmez, uzunca bir süredir zihninde besledigi hayallerin birdenbire kendisini terk ettigini itiraf etmekten çekinmeyecek, hatta, gördükleri karsısında İstanbul’u, “Dünyanın bütün sehirlerini tasvir eden, insan hayatının bütün sekillerin bir araya getiren isitilmemis bir medeniyet ve barbarlık karısımı”17olarak nitelemekten alamayacaktır kendisini. Aslında De Amicis’i rahatsız eden, bugün de İstanbul’un ve İstanbulluların yakasını bırakmayan çelişkiler yumagıdır. İnsanı çarpacak kadar güzel bir sokağın sonunda, çöplerin döküldügü bir meydan bekleyebilir sizi. Küçüksu’dan Göksu’ya uzanan manzarayı görmek için tırmandıgınız Boğaz tepelerinde, birdenbire beton bloklarla kesilebilir ufkunuz. Olaganüstü mimarisiyle göz ve gönül oksayan bir yalının hemen arkasından, sekilsiz bir yapıyla karsılasmanız hiç de sürpriz değildir. De Amicis, buna benzer çelişkileri görünce sasırıyor dogal olarak. Tiyatrodan çıkıp da kendisini mezarların arasında bulunca ne yapacagını kestiremiyor mesela. Küçük ahsap evlerin arasında birden bire karsısına Avrupai bir saray çıkınca ne tarafa gidecegini bilemiyor. “Fransa’dan, İtalya’dan, İngiltere ve Rusya’dan yama parçaları” olarak yorumlarken “Şehrin genis çehresinde yeniden ele geçirmek isteyen Hıristiyan ailesi ile son gücünü kullanarak mukaddes topragı koruyan Müslüman ailenin arasındaki amansız mücadele mimari ve üslûpla ortaya çıkar. Eskiden tamamen Türk olan deniz kıyıları boyunca kendisini yavas yavas kemiren Hıristiyan mahallelerinin tecavüzüne maruz kalmıstır"18diyen, De Amicis’den baskası degildir elbette: "İstanbul halkını görmek için, Galata’nın basından Haliç’in karsı sahiline uzanan, büyük Valide Sultan camiinin karşısındaki ve çeyrek mil uzunlugundaki, dubaların üzerine oturtulmus köprüye gitmek icap eder. Her iki sahil de Avrupa’dadır, fakat köprünün Avrupa’yı Asya’ya bağladığı söylenebilir; zira İstanbul’da Avrupalı olan sadece topraktır, etrafını çeviren küçük Hıristiyan mahallelerinin bile Asyalı bir hali ve karakteri vardır. Bir nehre benzeyen Altınboynuz, iki dünyayı, okyanus gibi birbirinden ayırır. Galata ile Beyoğlu’nda, hararetle, açık açık, teferruatıyla ve tefsir edilerek dolasan haberler karsı sahile ancak kopuk kopuk ve anlasılmaz bir surette, uzak bir aksiseda gibi gelir. Batının en büyük adamlarının ve en büyük hadiselerinin söhreti, ele geçirilmesi hayal olan bir surmuş gibi, su bir avuç suyun önünde kalıverir, günde yüz bin kisinin geçtigi su köprüden on senede bir bile bir fikir geçmez. Köprüde durunca, bir saat içinde bütün İstanbul’un geçit yaptıgı görülür. Bu, güneşin doğusundan batısına kadar durmadan dinlenmeden karsılasıp karısan, bitmez tükenmez bir insan akıntısıdır. Hindistan çarsıları, Nijni-Novgorod panayırları, Pekin bayramları bunun yanında hiç kalır. Bir sey görebilmek için köprünün küçük bir yerini seçmeli ve hep oraya bakmalıdır. Oraya buraya bakınca, göz iyi göremez olur, zihin karısır. Kalabalık, her grubu bir halkı temsil eden, bin renkli kocaman dalgalar halinde geçer. En garip tip, kılık kıyafet ve her sınıftan insan toplulugu boşu boşuna hayal edilir, yirmi adımlık bir yerde ve on dakikalık bir zamanda orada görülen efsanevi kargaşalık üzerinde bir fikir edinmek düsünülecek sey degildir. Koskoca yüklerin altında iki büklüm olmuş, koşarak geçen bir sürü Türk hamalın arkasında, etrafa kaçamak bakan bir Ermeni kadınının bindigi sedef ve fildisi kakmalı bir tahtırevan ilerler; yanda beyaz humustu bir Bedevi ile ipek sarıklı ve mavi kaftanlı ihtiyar bir Türk’ün yanı sıra, pesinde işlemeli bir ceket giymiş tercümanıyla genç bir Rum atının üstünde geçer ve önünden sırma seritli bir vardacının koştuğu Avrupai bir sefirin haritasına yol vermek için mahruti koca külâhlı, devetüyü hırkalı bir derviş kenara çekilir. Bütün bunlar görülmez, ancak hissedilir (...) Beyaz gömlekli imamlar, rahibeler, Türk ordusunun yeşil elbiseli, palalı din adamları, Aziz Dominicus tarikatından rahipler, boyunlarında tılsımlarıyla Mekke’den gelmis hacılar, Cizvitler, dervisler geçip gider ve tuhaftır, camilerde günahlarının kefaretini ödemek için üstlerini baslarını paralayan bu dervişler, köprüde güneşten korunmak için şemsiyeleriyle dolaşırlar. Dikkatli dikkatli bakınca, bu kargasalıgın içinde pek tuhaf olan bir sürü şey görülür. Hanımının arabasını merakla seyreden sık bir Hıristiyan’a gözlerini devire devire bakan bir haremagası, eldivenli ve mücevherli bir pasazadeye cilve yapan son moda giyinmiş bir Fransız yosması, Peralı bir kadının etegini süzmek için yasmağını düzeltiyormuş gibi yapan İstanbullu bir hanım(...) resmi günlere mahsus giymis bir süvari çavusu, ürperir insan! Zavallı birinin elindeki parayı zorla aldıktan sonra, yüzüne göz agrısından kurtaracak esrarlı bir isaret yapan bir sarlatan, bir sürü Asyalı külhaninin ortasında sasırıp kalan, o gün gelmis küçüklü büyüklü bir yolcu ailesi, ana feryat eden çocuklarını arar, erkekler yol açmak için itişip kakısırlar. Develer, atlar, tahtırevanlar, arabalar, öküzler, yük arabaları, yuvarlanan fıçılar, kızıl renkli eşekler, uyuz köpekler, kalabalığı ikiye bölen uzun diziler meydana getirirler. Bazen, fevkalade güzel bir arabaya kurulmus, pesinden yürüyerek gelen çubukçusu, muhafızı ve zenci kölesiyle, üç tuglu sisman bir pasa geçer, bütün Türkler ellerini alınlarına ve gögüslerine götürerek temenna ederler, korkunç cadılara benzeyen, gögsü bagrı açık, bası örtülü Müslüman dilenciler sadaka istemek için arabanın kapılarına atılırlar. _si olmayan haremagaları agızlarında çubuklarıyla ikili, üçlü, besli gruplar halinde geçerler, haremagaları abullabut vücutlarından, uzun kollarından, uzun siyah elbiselerinden tanınırlar. Erkek çocukları gibi yesil salvarlar, pembe veya sarı cepkenler giymis güzel küçük Türk kızları kınalı ufak elleriyle insanları yararak kedi çevikligi ile kosup sıçrarlar. Yaldızlı sandıklarıyla kundura boyacıları, arkalıksız tahta iskemleleri ve legenleriyle seyyar berberler, sucular, serbetçiler, Türkçe ve Rumca bagırarak kalabalıgın içinde oraya buraya seğirtip dururlar."19İstanbul esrarlı sarka açılan kapıdır. Bu manzara seyyahların saskınlıgına da vesile olmustur. Seyyahlar saskınlıklarını gizlemeden tıpkı Amicis gibi anlatırlar. "İçine düşülen şaşkınlıktan kurtulabilmek için İstanbul tepelerinin yamaçlarında kıvrıla kıvrıla giden binlerce küçük sokaktan birine girmelidir. Bu sokaklar huzurludur, buralarda, Altınboynuz’un öteki sahilinde Avrupai hayatın gürültülü kargasalıgı içinde pek görülemeyen, esrarlı ve gizli Şark bütün cepheleriyle sakin sakin seyredebilir. Her sey tam manasıyla şarklıdır. Çeyrek dakikalık bir yol yürünür ama ne kimseye rastlanır ne de bir ses duyulur. Orada burada, rengârenk boyanmış, birinci katı zeminden, ikinci katı birinci kattan tasmıs küçük ahşap evler vardır, büyük evlere bağlı küçük evler görünüsündeki her tarafı camlı ve kafesli sahnisinler sokaklara hüzün ve esrar dolu, kendine mahsus bir hava verir. Bazı yerlerde yollar o kadar dardır ki. karsılıklı iki evin çıkma katları neredeyse birbirine deger ve bu insan kafeslerinin gölgesinde, günün büyük bir kısmını oturdukları yerden gökyüzünü azıcık görerek geçiren Türk kadınlarının
ayaklarının tam altından yürünür. Bütün kapılar kapılıdır, zemindeki bütün pencerelerde demir parmaklıklar vardır. Her seyde bir itimatsızlık ve kıskançlık kokusu duyulur, insan bir manastır şehrinden geçiyormus gibi olur. Her an bir kahkaha isitirsiziniz, ama başınızı kaldırıp bakınca bir aralıktan hemen kaybolan bir saç örgüsü veya pırıl pırıl bir göz görürsünüz. Zaman zaman sokagın bir tarafından öbür tarafına dogru hararetli bir konusma duyarsanız ayak sesleriniz isitilince konusma kesiliverir, bir an için kim bilir hangi dedikodu ve entrikaya mani olursunuz. Siz kimseyi görmezsiniz ama sizi binlerce göz görür, yalnız olduğunuz halde kalabalıgın içindeymissiniz gibi gelir, görünmeden geçmek ister adımlarınızı sıklastırır, halinize tavrınıza bir çeki düzen verir, gözlerinizi yere indirirsiniz. Açılan bir kapı, kapanan bir pencere ile büyük bir gürültü duymusunuz gibi birden sıçrarsınız. Bu sokakların hüzünlü oldugu sanılır, hiç de öyle degildir. İçinden beyaz bir minarenin yükseldigi bir yeşillik, size dogru inen kırmızılar giymiş bir Türk, kapının önünde duran bir Arap halayık, pencereye asılmış bir Acem halısı, önünde bir saat durup seyredeceğiniz hayat ve ahenk dolu küçük bir tablo teşkil eder. Yanınızdan pek az insan geçer, hiçbiri de size bakmaz ama bazen arkanızdan ‘Gavur!’ diye bagırıldıgını duyarsınız ve dönüp bakınca küçük bir oglanın bir kapı veya pencere aralıgından kayboldugunu görürsünüz. Bazı defa küçük evlerden birinin kapısı açılır, bir harem güzelinin görünecegini ümit ederek durursunuz ama onun yerine sapkalı, uzun kuyruklu elbisesi, ‘Adieu’ veya ‘Au revoir’ diye fısıldayan ve fısıldayan ve agzınızı bir karıs açık bırakarak uzaklasan Avrupalı bir hanım çıkar. Sakin mi sakin baska bir Türk sokagında, birden bir boru sesi duyar ve dörtnala koşan atlar görürsünüz, dönüp bakarsınız, o ne? Gözlerinize inanamazsınız. Bu farkına varmadığınız rayların üstünde giden büyük bir atlı tramvaydır. Türklerle ve Frenklerle dolu, üniformalı sürücüsü ve tarife ilanlarıyla Viyana ve Paris’tekilere benzeyen bir tramvay."20
Edmondo de Amicis’i ilgilendiren önemli ayrıntılardan birisi de İstanbul’un geleceğidir. Daha farklı bir ifadeyle, kentin gelecekte nasıl bir seye dönüseceğine merak etmektedir, İstanbul’a meraklı her Batılı gibi. Ona güzellik medeniyete kurban gitmekle birlikte, ufukta görünen de Şarkın’ın Londrası’ından baska bir sey değildir. Birbiri ardından binaların yükseldigi tepeleriyle, yerle bir edilmis korularıyla, çoktan ortadan kaybolmus küçük ahsap evleriyle ve her yanı kaplayan fabrika bacalarıyla Amicis sanki günümüzün İstanbul’unu tarif eder gibidir. Buna rağmen, birilerinin yüzyıl sonra kendi kitabını okuyacagından ve “Keşke İstanbul bu kitapta anlatıldığı gibi kalsaydı”21diyeceginden de hiç bir süpheye yer bırakmayacak kadar emindir. De Amicis daha sonra, bugün bile kentin en temel sorunlarından birisini teşkil eden tembellik bahsine dokunmaktan alamaz kendini. İstanbul, tıpkı bugün olduğu gibi o gün de, sürekli işi başından aşkınmış gibi bir telâş üretmekte, lakin sanki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, ‘Sark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir’ sözlerini haklı çıkartmak istercesine de bir tembellik deryası içindedir. De Amicis’in bundan rahatsızlıgını ifade eder: “İstanbul günün her saatinde pek işi basından aşkınmıs gibi görünmesine rağmen, hakikatte Avrupa’nın belki de en tembel sehridir. Bu mevzuda Türklerle Frenkler birbirlerinden geri kalmazlar. Hepsi de mümkün oldugu kadar geç kalkar. Yazın bile, bizim sehirlerimizin bir bastan bir basa hareketlendigi saatte, İstanbul hâlâ uyur. Günes yükselmeden önce, açık bir dükkân bulmak, bir fincan kahve içmek güçtür. Oteller, yazıhaneler, çarsılar, bankalar, her sey fosur fosur uyur, top patlasa kılını kıpırdatmaz. Bayramlar da bunun üstüne tuz biber eker: Cuma Türklerin, Cumartesi Yahudilerin, Pazar Hıristiyanlarındır, Rum ve Ermeni takvimlerinin sayısız azizlerinin bayramlarına kemali dikkatle riayet olunur; bayramlar, her dinin kendine mahsus bayramı da olsa, halkın bir kısmını kendisiyle alakası olmadığı halde, tembelliğe sürükler, İstanbul’un bir hafta içinde ne is görebilecegini düşününüz. Haftada yirmi dört saatten daha fazla açık olmayan yazıhaneler vardır. Her gün, koca sehrin bes halkından birini sokaklarda bayramlık elbiseleriyle vakit öldürmekten baska bir sey düsünmeden dolaşırken görürsünüz. Türkler bu sanatta ustadırlar ki paralık bir fincan kahveyi yarım günde içebilir. Mezarlık servilerinin altında kıpırdamadan bes saat oturabilirler. Avarelikleri hakikaten, uyku gibi ölümün kardesi, bütün melekelerin derin bir istirahatı, bütün kaygıların durması, Avrupa’da hiç bilinmeyen bir yasama biçimi olan mutlak farniente’dir. Gezmek arzularının bile
uyanmasını istemezler. İstanbul’da bilhassa gezmeye gidilmez, bilhassa gitmek gerekseydi, Türkler gitmezlerdi, çünkü tebdil-i mekân etmek için kalkıp belli bir yere gitmek onlara bir çesit is gibi gelebilir. Önüne gelen ilk mezarlığa girer veya karşısına çıkan ilk sokağa dalar, hiçbir karar vermeden ayaklarının götürdüğü, yoldaki dönemeçlerin sevk ettigi, kalabalıgın sürükledigi yere gider. Bir yere o yeri görmek için gittigi nadirdir. Kasımpasa’dan daha ileriye gitmemiş İstanbullu Türkler, ancak bir dost ziyareti için Prens adalarına veya köskleri orada olduğu için Boğaziçi’ne gitmiş nüfuz sahibi Müslümanlar vardır, daha ötesini görmemişlerdir. Onlara göre, en büyük saadet zihnin ve vücudun hareketsizliğindedir. Bu bakımdan, dikkat, hareket ve seyahat isteyen sanayii durduğu yerde durmayan Hıristiyanlara bırakır, kendileri oturdukları yerde küçük ticaretle
uğraşırlar, bunu da düsünüp tasınmadan daha ziyade gözleriyle yaparlar. Bizim için, çalısma hayatın bütün öteki mesguliyetlerini düzenleyen ve onlardan üstün olan bir sey oldugu halde, onlar için ehemmiyeti olmayan bir mesguliyetmis gibi, hayatın bütün keyiflerinden ve zevklerinden sonra gelir. Bizim için, istirahat ancak çalısmadan sonraki tatildir, onlar için çalısma istirahata ara vermektir. Her ne pahasına olursa olsun evvela uyuklamak, hayal kurmak, saatlerce tütün içmek ve vakit kalınca, hayatını kazanmak için ufak tefek bir seyler yapmak gerekir. Zaman, Türkler için, bizim anladıgımızdan tamamen farklı bir seydir. Parasının, günün, ayın, senenin onlar için degeri Avrupa’daki degerlerinin sadece yüzde biridir. Bir nezaret memurunun en basit bir ise vereceği herhangi bir cevap için isteyeceği zaman en azından on beş gün kadardır. Bir işi süratle bitirmenin verdiği zevkin ne olduğunu bilmezler. Hamallardan en yüksek sınıflardaki insanlara kadar, İstanbul sokaklarında telaslı telaslı yürüyen bir Türk’e asla rastlanmaz. Hepsi de yürüyüslerini aynı davulun sesine uyduruyormus gibi, aynı sekilde yürürler. Bizim için hayat ileriye atılan bir sel, onlar için ise durgun bir sudur."22 De Amicis kitabında Türk kadınlarını anlatmaya gayret etmektedir. Bunu yaparken de, daha önce Chateaubriand, Lamartine, Gautier karşısında sergilediği tavrı, bu kez Lady Montague’ya yöneltmektedir:
"Bu kadınlar hürdür. Bu her yabancının buraya gelir gelmez eliyle tutabileceği kadar açık bir hakikattir. Lady Montague gibi, Avrupalı kadınlardan daha hür olduklarını söylemek mübalaga olur, ama İstanbul’da bulunan herkes onların ‘esaretinden bahsedildigini duyunca gülmeden edemez. Hanımlar sokağa çıkmak istedikleri zaman harem agalarına arabalarını hazırlamalarını emrederler, kimsenin iznini almadan çıkarlar ve karanlık basmadan evvel olması şartıyla istedikleri zaman dönerler. Eskiden, yanlarında bir haremağası, bir halayık veya bir kadın arkadas olmadan çıkamazlar, en cüretkâr olanlarsa, peslerinden kimsenin gelmesini istemiyorlarsa, insanların saygısını celbetmeye yarayacak bir şey olarak beraberlerinde hiç degilse bir çocuk götürmeye mecbur kalırlarmış. Bir kadın tek basına tenha bir yerden geçecek olsa, bir zaptiyenin veya mutaassıp ihtiyar bir Türk’ün durdurup ‘Nereye gidiyorsun? Nereden geliyorsun? Yanında neden kimse yok? Efendine böyle mi hürmet ediyorsun? Evine dön!’ gibi sözler söylemesi olmayacak bir sey degilmis. Ama bugün yüzlercesi yalnız başına çıkar ve Müslüman mahallelerinin, Frenk sehrinin sokaklarında her saat görülürler. İstanbul’un bir basından öteki basına arkadas ziyaretlerine giderler, günün yarısını hamamlarda geçirirler, vapurla gezerler, perşembe günü Rumeli, pazar günü Anadolu yakasının dere kenarındaki mesire yerlerine, cuma günü Üsküdar’daki kabristana, diger günler Prens adalarına, Tarabya’ya, Büyükdere’ye, Kalender’e gidip sekizer onar kisilik kümeler halinde oturarak halayıklarıyla beraber yemek yerler, dua etmek için padişahların, sultanların kabirlerine, tekkelere ve çeyiz seyretmeye giderler,
beraberlerinde ve peslerinde erkek yoktur demiyorum ama yalnız baslarına da olsalar onları takip etmeye cüret edecek bir erkek yoktur. İstanbul’un bir sokagında, bir kadını koluna takmış olarak değil, bir kadının yanında yürüyen, bir an durup bir yasmaklıyla konusan bir Türk erkeği görmek, karı koca oldukları yüzlerinden okunsa bile, bizim sokaklarımızda bir erkekle bir kadının bağıra çağıra ilan-ı aşk etmeleri gibi, herkese acayibin acayibi, duyulmamış bir münasebetsizlikmiş gibi gelir. Bu cihetten, Türk kadınları Avrupalı kadınlardan daha hürdür ve evde bir tek erkegi gören, manastır pencerelerinin, bahçelerinin arkasında yasayan bu kadınların bu hürriyetten ne kadar istifade ettikleri, gürültüye, kalabalığa, ısığa, açık havaya nasıl delice bir hasretle koştukları anlatılamaz. Salıverilmiş mahpus nesesiyle sokağa çıkar ve şehirde bu neşeyle koşuşup dururlar. Bunlardan herhangi birini, başıboşluğun tadını çıkarmayı nasıl bildiklerini görmek için uzaktan
takip etmek eğlenceli olur. En yakındaki camiye dua etmek için gider ve revakların altında durarak çeyrek dakika bir kadın arkadasla çene çalarlar, sonra çarsıya çıkar on kadar dükkâna bir göz atar ve bir ıvır zıvır almak için iki üç dükkânın altını üstüne getirirler. Daha sonra tramvaya binerek balık pazarına iner, köprüyü geçer ve Beyoğlu’ndaki berberlerin bütün saçlarını, bütün perukalarını seyretmek için dururlar. Bir mezarlığa girip bir mezarın üstüne oturarak bonbon yerler, yüz defa durup vitrinlere, tahta veya bakır üzerine yapılmıs resimlere, ilanlara, geçen kadınlara, arabalara, tabelalara, tiyatro kapılarına, her seye göz ucuyla bakarak sehre dönerler. Haliç’e inerler; bir demet çiçek alır, bir bardak limonata içer, sadaka verir, Haliç’i kayıkla geçer,
İstanbul’daki zikzaklarına yeniden başlarlar. Sonra yeniden tramvaya biner ve kapılarının önüne gelince sokağa ilk defa yalnız basına çıkan ve bu kısacık hürriyet saatine her seyi katmak isteyen çocuklar gibi geri dönüp evlerin etrafında yeniden dolasabilirler. Bir sırrının olup olmadıgını ortaya çıkarmak için karısını takip etmek isteyen sisman bir efendicağız yolun yarısında tıkanıp kalabilir.”23
 
 
2.4 KNUT HAMSUN
 
Mevcut bilgilere göre, İstanbul’u Hamsun’dan önce herhangi bir hemşehrisi gelip ziyaret etmemiştir. Hamsun’da ancak 1898 yılına gelebilmiştir İstanbul’a. Yeryüzü yeni bir yüzyıla hazırlanırken, Knut Hamsun İstanbul’un insanı büyüleyen atmosferine ilk adımını atmıstır. Üstelik Knut Hamsun kaptanı hafif degil adamakıllı sehlâ, yazarın ifadesiyle "resmen kör" olan Memphis gemisindedir. Karadeniz’den ilerlerken Kavaklar’da durdurulan gemiye üniformalı Türk askeri yanasmaktadır. Knut Hamsun, hayli ironik bir dille, askerleri görünce söyle düsünmekten alamaz kendini:
“Türk’ün ne yapacagını heyecan içinde bekliyoruz. Merhamet eder mi acep? Yoksa sonumuz geldi mi? Bu kibar ihtiyarlar bize Fransızca soru sormaktan başka bir şey yapmıyorlar. Türkler adam yemekten vazgeçeli beri, burada bulunmanın bir tehlikesi kalmamıs artık. Gümrük memurlarından birine en son bana baksın diye rüsvet olarak bir sigara uzatıyorum sigaramı alıyor ve bana karsılığında kendi sigarasından ikram ediyor. Bu meyanda Fransızca kibar sözler teatisinde bulunuyoruz. Vahsi bir Türkle anlasmak bile mümkünmüs demek, diye düşünüyorum. Ayağını Türk topragına basmıs olmak bile büyük bir muvaffakiyet değil mi zaten? Var mı herkeste bu cesaret? Tamam, Türkler adam yemiyor artık. Lâkin hepten dissiz olduklarını kim iddia edebilir. Benden baska Norveçli bir yazar bu memlekete gelme cesareti gösterebilmis mi? Goette bir zamanlar Weimardan İtalya’ya kadar gitmisti. Türkiye’yi ziyaret etti mi acep?”24"Boğazı vapurla geçiyoruz. Rehberimizi atlatarak buraya kendi başımızageldik. Bırakalım, gitsin bizi Köprü’de arasın, diye düsünüyoruz ve ondan kurtulmuşolmaktan dolayı sevinç içindeyiz. Bu günü dervislere ayırdık. Senelerdir kitaplardan okuduğumuz mukaddes Eyüb’ü ziyaretedeceğiz.Giseden bilet almakta biraz zahmet çekiyoruz, ne konusmasını, ne parasaymasını, ne de iki bilet istediğimizi söylemeyi biliyoruz. Bizle meşgul olmakgişedeki adamın epey vaktini alıyor, arkamızdaki halk sıkış tepis bekleşiyorsa dagözlerinde bize karsı hiçbir memnuniyetsizlik ifadesi görünmüyor. Nihayet herikimizin de elinde birer yesil kagıt parçası, vapura dogru giden kalabalığı takipediyoruz.Sakin bir aksamüzeri. Etrafımızı kayıklar, küçük istimbotlar ve vapurlardanoluşan bir kalabalık çevreliyor, diger bütün sahil yerlerinde oldugu gibi burada dakısa kollu mintanlarıyla genç delikanlılar kürek çekiyorlar. Surada bir sandal, buradamüthis uzun, kano benzeri bir tekne, bazı süslü tekneler, altın yaldızlı burunlarıylakayıklar. Hadımagalarının kürek çektigi kayıklarda yasmaklı hanımlar. Bana refakateden bayan, yasmaklı hanımlara el sallıyor, onlar da el sallayarak cevap veriyorlar.Harikulade kıyafetler içinde, kayıktaki yastıklara uzanmışlar, başlarını küpestedenuzatıyorlar. Vapurda Levant’ın bütün ırklarını görmek mümkün. Kadınlar, erkekler,çocuklar ve müthiş güzel yüzleriyle genç kızlar. Vapur hareket edip de rüzgâr
esmeye başlayınca, güvertedeki güzellerden bazılarının yasmakları uçuşuyor, ancak yasmağı tekrar örtmek için pek de acele edilmiyor. Rüzgâr şiddetini artırdıkça, göze ayan olan güzellerin miktarı da artıyor. Sark’tan bildigimiz kurnazca bir oyun bu. Yaslı bir kadın peçesi daha da yapışsın diye yüzünü dosdoğru rüzgâra tutar, güzel bir kadın ise münasip bir vaziyet alarak oturur (...) Eyüb mezarların dünyası, servilerin, çınarların ve çiçeklerin dünyası. Etrafta camiler, ölüm mabetleri, türbeler, mezar tasları. Ve her yerde huzur. Serviler kıpırtısız, dimdik kuleler gibi, palmiyelerin yaprakları rüzgârda hafifçe titreşiyor, başkaca ses işitilmiyor. Biz bile şehirden ve caddeden uzaklaşarak içerilere doğru sokuldukça, adımlarımızı daha hafif atmaya başlıyor ve ölüm diyarında fısıltıyla konuşuyoruz. Yavas sesle konuşmamızın sebebi korkuyor olmamız. Bizler kâfiriz ve belki de Eyüb’ün çok içlerine, mukaddes bir korunun kuytuluklarına sokulmus
bulunuyoruz. Lâkin daha da içerilere dogru ilerlemeye devam ediyoruz, cansız bir dünya bizi sarıp sarmalıyor."25Knut Hamsun’un gözlemlerinde sasırtıcı ve çarpıcı olan, içinde bulunduğuatmosferi, "cansız bir dünya" olarak tanımlaması. Hâlbuki bu atmosfere çok yabancıolanlar bile, Eyüp’te "capcanlı" bir dünya olduğunu gayet iyi bilirler. Bu biraz da, butopraklarda yüzyıllardır serpilen kültürde, ölümün yasayan bir şey olmasındankaynaklanıyor elbette. Ölüm, gündelik hayatımızın içinde bütün diriligiyle yaşayanbir şey olunca da, Eyüp bambaşka bir anlam kazanıyor doğal olarak. Günümüzdekimodern hayatın bütün yansımalarına ragmen, Eyüp’ün hâlâ ölülerle olan bu içlidışlılıgını sürdürmesi ve sınırlarından içeri gireni bütün uhrevi yetiyle sarıpsarmalaması biraz da bunun bir yansımasıdır.Oysa, Hamsun 1859 yılında Norveç’in Gudbrandsdalen vadisindeki birköyde, üstelik Knud Pedersen olarak dünyaya geldiğinde, yıllar sonra İstanbul’unEyüp semtine giderek manevi bir atmosfere dâhil olacağını ve bunu "cansız bir
dünya" olarak tanımlayacagını bilmiyordu. Bildigi bir sey varsa, o da gezmeyi ve macerayı çok sevdiğiydi. Daha üç yasında iken ailesiyle birlikte Kuzey Norveç’e göç etmesi ve bu işten son derece memnun kaldığını yıllar sonra kayıtlara geçirmesi bunun bir göstergesidir. Bir başka gösterge ise oldukça zor sartlarda geçen çocuklugudur. Küçük yastan itibaren çalısmaya baslayan Hamsun, ayakkabı tamirciliginden seyyar satıcılıga, marangozluktan öğretmen yardımcılığına kadar pek çok iste dirsek çürütmüs, buna ragmen 1879 kısını Oslo’da büyük bir sefalet içinde geçirmekten kurtulamamıstır. Bu ise onu yeni bir dünyanın kıyılarına sürüklemistir. 1880’nin hemen basında, Amerika’ya yani umuda giden bir geminin güvertesinde yazar Knut Hamsun’u da görmek kimseyi şaşırtmamıştır. Knut Hamsun imkânlar denizi olduğu söylenen bir coğrafyadan payına ne düsşceğini merak etmektedir. Macera yaşamak için ABD’ye giden Knut Hamsun bir başka gemiyle İstanbul’a gelir. Bir anlamda, günümüz İngiltere’sinde pazar günleri Buckhingham Sarayı’nda yapılan son derece gösterişli törenlerin bir benzeri olan Padişahın cuma selamlığı töreni, Batılı ziyaretçiler için büyük bir heyecan kaynağıdır ve neredeyse bütün seyyahlar bu töreni görmek için olağanüstü bir çaba sarf ederler. Hamsun da, Amerikalı ve Almanlarla dolu bir odada padişahın Cuma namazına gelişini beklemektedir:
"Aniden minarenin serefesinde türbanlı, yaşlı bir adam görünüyor. Bu bir molla, kendisine müezzin yani ezan okuyan deniyor. Minarenin merdivenlerini içerden tırmanarak oraya çıkmıs, simdi kollarını kavusturmus, beklemekte. Aradan birkaç dakika geçiyor. Bir anda bandolardan verilen bir işaret üzerine etrafımız nefesli ve vurmalı çalgılardan çıkan seslerle titreşiyor; tam o sırada, sarayın cümle kapısı açılıyor ve beş araba arka arkaya meyilli yoldan asagıya dogru inmeye baslıyor. Bu arabalarda pasalar, küçüklü büyüklü prensler, prensesler, ön tarafta da yüksek rütbeli zabitler oturmaktalar. Kadınları tasıyan iki araba sımsıkı kapalı. Tepeden tırnağa sırma brokar giymiş haberciler arabaları yaya olarak takip ediyorlar.
Aradan iki dakika daha geçiyor. Caminin saati tam altı buçugu gösterirken, bölükler canlanıyor. Tek ve uzun bir trompet sesi yükseliyor, Yıldız Sarayı’nın cümle kapısından bir zabit çıkıyor ve yokuş aşağıya doğru yürüyor, arkasından bir zabit daha... İkisinin de kılıçları kınlarından çekilmiş. Aşağıya caminin yanına kadar geldiklerinde askerler hazır ol vaziyetine geçiyorlar ve Sultan’ın arabası cümle kapısında görünüyor. Sultan’ın arabasını rahvan giden iki Arap atı çekmekte. Bu harikulade cins atların rahvan gitmesi neredeyse imkânsızdır, zira bu hayvanlar adeta dans ederler, açık burun deliklerinden solur, hoplar, toprakla oynaşırlar. Arap atlarının yeleleri göğüslerinin altına kadar sarkıyor, kuyrukları yerleri süpürmekte. Arabacı oturdugu yerden sanki birer insanmışlar gibi atlarla alçak sesle konusuyor. Bir an tam yüzlerini görüyoruz, gözleri parlamakta. Üzerlerinde harikulade kosum takımları var. Arabanın boyası siyaha yakın koyu yesil, oldukça sade, Avrupai bir nakil vasıtası. Üstü yarı kapatılmıs, yarı açık duruyor. Sultan sükûnet içinde oturmakta ve arada sırada eldivenli elini kırmızı fesine götürerek etrafı selamlamakta. Ön koltukta vezirlerinden ikisi oturuyor. Sırmalar içindeki uşaklar, mabeyinciler, zabitler ve haberciler arabanın arkasından yaya olarak yürüyorlar. Sultan bize dogru yaklasıyor. Lacivert bir setre giymiş, üzerine de gri renkli, etrafı siyah seritlerle çevrili askeri bir pelerin almıs. Tam bizim pencerelerin önünden geçerken basını kaldırarak bize bakıyor; Cuma günleri bu pencerelerin kendinden müthiş nefret eden bazı Garplılarla dolup taştığını biliyor zira. Sultan’ın bakışı seri ve açıktı, bakışlarını bizden uzaklaştırırken göz kapagının titredigi nazar-ı dikkatimi çekti Abdülhamit ortalama bir Türk cüssesine sahip, kanca burunlu, gri sakallı, sıradan bir çehresi var. Kulağının etrafındaki saçları hafifçe dağınık. Araba Sultan’ın muhafızlarının selam duruşuna geçmiş oldukları caminin önünde duruyor. Hükümdar arabadan inip, basamaklar çıkmaya baslıyor. Kendini yerlere kadar eğilerek selamlayan imam geçiyor, caminin içine girerek gözden
kayboluyor. Tam o sırada minarenin serefesinden molla müminleri duaya çagırmak üzere ezan okumaya baslıyor."26Amerika’ya dogru giden geminin güvertesinde 21 yasın verdigi saskınlık ve
endiseyle etrafına bakan Knut Hamsun, bir süre sonra neredeyse hiçbir seyi ciddiye almamayı ögrenecektir, açlıgın terbiye ettigi bu genç insanı asıl çarpacak olan bu yeni ülkenin değerler sistemidir. Hamsun’un ilk siyasî fikirlerinin filizlenmesine yol açan bu değerler sistemi, kuzeyden gelen ve kişiliği oldukça sert şartlar altında şekillenen gelecegin yazarına hiç de uygun değildir. Hamsun’a göre demokrasi diye peşine düşülen nazenin yaratık, öyle abartıldığı gibi erdemli bir yönetim biçimi filan değildir. Tam tersine, kaba, deneyimsiz ve kültürsüz kitleleri baş tacı eden, giderek kitle diktatörlüğüne dönüşen bir rejimi savunmak, dahası yüceltmek Hamsun’a hiç de mantıklı gelmemektedir. Ayrıca, kişisel olarak kendisinin, toplumsal olarak neredeyse herkesin çektiği yoksulluk da doğrudan kitlelerin insanlığa bir armağanıdır. Amerikan toplumu ise demokrasiye sahip çıkmakla, sadece kendi ülkesine degil, bütün bir Avrupa kıtasına da zarar vermektedir. Hamsun’un doğrudan faşizme doğru kayan bu görüşlerinin nasıl Alman ve Hitler hayranlığına dönüştüğünü görmeden önce İstanbul’da ne yaptığına bakalım. Hamsun Sultan Abdülhamit’in Cuma selamlığını bir kenara bırakıp Kapalıçarşı’nın yolunu tutar. Türklerin tütünle olan iliski Hamsun’un da gözlerinden kaçmaz ve su satırları yazar:
“Dükkânları dolaşıp çubuklara bakıyoruz. Kimse burada gördüklerimiz kadar harikulade şeyler görmüş olamaz. Bu memlekette tütün lüks bir madde olmayıp, göçebe çadırından hareme, Sultan’ın sarayından Divan’a kadar her yerde bir zarurettir. Peygamber ‘keyif verici’ maddeleri yasaklamıstı ama tütünü tanımadığından, sadece sarabı haram etmisti. Daha sonraki devirlerde Kuran’ı tefsir edenler tütünü keyif verici maddeler arasına katmaya teşebbüs ettilerse de, bu Türkiye’de pek tutmadı. Sadece Buhara’da muvaffak olundu. Zira Türkler için tütün, ekmek ve sudan sonra hayattaki en mühim şeylerin basında gelir. Bu kadar çok çesit tütün çubuğunun Türkler tarafından icat edilmiş olması mucize değil yani! Gül agacından yapılmıs su çubuklar, duman ağza dolmadan önce agacın lezzetini emmiş olur. Ancak, en kıymetli çubuk bunlar değil. Sunların lülesi kilden yapılmıştır, çubuk borusu serttir, bunların çubukların en basiti olduğu sanılabilir belki. Hey cahiller, acemiler, hilekârlar, tabii ki bunlar çubukların en basiti değil. Su lüleye bakın, bu isçilik Fındıklı’nın imalathanesinden Hasan’a mahsustur, Hasan lülelerin sihirbazıdır. Su çubuk borusuna bakın, kadifemsi kabuğuyla Bursa’nın yasemin ağacından olduğu belli olmuyor mu? Bu çubukla Yenice Vardar ovasının tütünü içilir ki, Türkçede ‘Ala Göbek’tir bu tütünün adı. Siz Garplılar hiç ama hiçbir seyden anlamıyorsunuz."27 Zararlı alıskanlıklar konusunda hiç de masum olmayan Knut Hamsun’un, Amerikan toplumunu ve deger yargılarını gördükten sonra, faşizme meyletmistir. Hiç kuskusuz bu tütünden çok daha zararlı bir temayüldü ve tütünün terk edildiği gibi terk edilmesi de pek fazla mümkün degildi. Amerika’ya yönelik bütün eleştirilerine rağmen, hatta Modern Amerika’nın Ruhu adlı kitabına rağmen iki kez gider bu
ülkeye Hamsun. 1890’da yazdıgı Açlık, psikolojik boyutu ve gerçekçilik anlayısıyla sadece Norveç edebiyatında degil, bütün bir Batı Avrupa edebiyatında çığır açmakta gecikmeyecektir. Ne var ki, edebiyatta bu kadar başarılı olan Hamsun’un fasizme kayısını açıklamak oldukça güçtür. İngiltere’ye ve teknolojiye duydugu nefretin, Alman kültürüne kayıtsız-sartsız hayranlıga dönüsmesi de, kabul etmek gerekir ki yeterince açıklayıcı olmayacaktır. Hayatın güzelligi karsısında bu kadar coskulu bir tutum takınabilen, doga ve dogal olana karsı hissettigi olaganüstü sevinci hiçbir zaman gizleme geregini duymayan, çocuklarla ilgili herhangi bir sorun karsısında sürekli esirgemeci bir konuma geçen Knut Hamsun gibi birisinin Hitler hayranlığı, hâlâ izaha muhtaç konuların basında gelmektedir. Ancak, bu bahsi daha fazla uzatmadan, tütün tezgâhının basında tütüne ve tütün çubuklarına mersiyeler söyleyen yazarın İstanbul’da neler yaptıgına daha
yakından bakmakta faydalıdır. Yazar Kapalıçarsı’da hem kahvesini yudumluyor, hem de Türk kadınları hakkında ilginç sözler sarf etmektedir: "Lakin Türk kadınlarının utangaçlıgı çok müessif bir durum, benim yüzüme kadınlar degil de hadımagaları bakıyordu. Bir memlekette hadımağalarının mevcudiyeti pek fena bir adet. Zira bunlar erkek düşmanıdırlar. Ellerinde kırbaçlarla dolaşırlar. Hele lisanlarını bilmiyorsanız, konuşup anlaşmak ve bir müddet için onları
kadınların yanından uzaklasmalarını temin etmek de imkânsızdır. Orada durmadan durmaları ümitlerimin kırılmasına sebep oluyor. Güzellerden birine yaklaşıp yüzüne bakıyorum. Çok genç ve neşeli, hakikaten ender tesadüf edilebilecek bir kadın. Aniden bir homurtu duyuyorum ve hadımaga bu tarafa doğru bir hamle yapıyor. Yüzüme dik dik bakarak, dislerini gıcırdatıyor. Dikkatli olmalı diye düşünüyor ve geri çekiliyorum. Bir başka kadına doğru gidiyorum. Bu emsalsiz kadınla aramızda kısa ve hoş bir konuşma geçsin isterim. Etrafında hem hadımağa hem de cariyeler bulunduğuna göre asil bir kadın olmalı, birkaç Fransızca kelime ile talihimi deneyebilirim, diye düşünüyorum. Cevap olarak bir gürleme ve tezgâhta saklatılan kırbacın sesini duyuyorum. Hadımağa gözlerini hiddetle açmıs bana bakıyor. Lakin o lâtif yaratık, ya o ne yapmakta simdi? Yerinden fırlayarak, aramıza girip, gövdesini bana siper ediyor ve benim canımı almadan onun kılına bile dokunamazsınız diye mi haykırıyor? Heyhat. Parma ını bile kıpırdatmadı. Her ne kadar kırbaç sesiyle biraz irkildiyse de, mallara bakıp konuşmaya devam etti. Onu terk ettim. Mademki benim mevcudiyetim onun için bir şey ifade etmiyordu, o halde orada ne isim olabilirdi benim. Kendimi divana atarak canımı kurtardım. Kahvemi yudumlarken, muharebe meydanını seyrediyorum. Yapılan hücum geri püskürtülmüstü ve teslim olan yoktu. Zaten, Türk kadınları böyle seylere münasip değiller, mânâ ve ehemmiyete haiz konularda derin sohbete girismek yerine, saatlerce oturup, incik cıncık bir sürü mala bakarak çene çalmayı tercih ediyorlar. Sonunda basit insanlar olup çıkıyorlar, vara yoka gülüyor, çocuklarını çiçeklerle süslüyorlar. Parmagımı hüzünle havaya kaldırarak, az önce biraz olsun yaklasmıs oldugum Türk güzellerine dogru sallıyor ve şunları söylüyorum: Sizleri Avrupa’ya götürüp piyano çalmanızı, edebiyatla iştigal edip rey verme hakkına kavusmanızı temin edebilirdim. Siz ise günlerinizi çarsılarda oyalanarak geçirmeyi, bir büroda çalısmaya ya da bir okul müdiresi olmaya tercih ediyorsunuz. Aradaki farkı görüyor musunuz? Sizler tembel tembel divanlara uzanıp raks ederek sizleri eglendirmeleri için sokaktan çingene kızlarını çağırmıyor musunuz? Böyle bir sey sıhhatli sayılabilir mi? Ah siz esmer hanımlar, odalıklar, sizler Türkiye’yi viran edeceksiniz. Sizler hayatınızı divanlarda ve çarşılarda geçirirken, günün birinde ana olamayacağınızı anlayacaksınız. Sizler buna muktedir olamayacaksınız. Kendinizin insani kıymetini ön plana çıkartmaz, meselâ cebinizde size karsı münasebetsizlik eden bir efendinin yüzüne atmak için bir kül torbası taşımazsanız, buna nasıl muktedir olabilirsiniz ki? Küçük beyler yaptığı idmanları yapmaz, memleketinizin dağlarında ayaklarınızda kayaklarla dolasmazsanız, buna nasıl muktedir olabilirsiniz ki? Ah siz esmer hanımlar, odalıklar, sizler Türkiye’yi viran edeceksiniz..."28 Hamsun’un Hitler’in pesine takılıp yeryüzünün kurtulusu için ondan medet ummasını anlamak oldukça güç. 90 yıllık uzun ömrüne sıgan Birinci ve İkinci Dünya Savasları, bu nitelikli yazarın dünyayı algılama biçimini kökünden sarsıyor. Almanlara olan hayranlıgı giderek fasizme iliskin her seyin benimsenmesine tekabül ediyor. Öyle ki, İkinci Dünya Savası sırasında, bireyin hiçlikten baska bir anlam ifade etmedigine, kollektivitenin ise her seyin temeli oldugu saplantısına kadar götürüyor işi. Kitapları bu gözle tekrar okunduğunda ise Yahudi düşmanlığından güce tapınmaya, demokrasi düşmanlığından ilkel olanı yüceltmeye pek çok faşizan ayrıntı bulmak da mümkün elbette. Ancak, 1920’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Hamsun gibi bir yazarın, 1936 Nobel Edebiyat Ödülü’nün toplama kampındaki Alman pasifisti Cari Von Ossietzky’e verilmesini protesto etmesini, bunun üzerine kendisini protesto edenlerle de sınırları belirsiz bir polemiğe girmesini anlamak yine de hayli zor olsa gerektir. 1936 seçimlerinde. Nazi yanlışı olduğunu apaçık ortaya koyan Ouisling’in başbakanlığın desteklemesi ve ‘On oyum olsa onunu da onun başbakanlığı için verirdim" demesi, 1949’daki Alman isgali sırasında bile isgale karsı çıkanlarını akıllarını başlarını almaya davet etmesi, hatta Almanya’nın aslında Norveç’i İngiliz işgaline karşı korumak için orada bulunduğunu söyleyebilmesi akıl alacak gibi değildir. Hele, Hitler’i insanlıgın kurtarıcısı olarak selamlaması ve bizzat elini sıkması ise günümüzde bile hala tartısılan agır zihinsel travmalardan biridir. Bütün bunlar dolayısıyla, işgal sonrasında malikânesine el konulması işbirlikçilikten yargılanması, arkasından da, ‘akli dengesi yerinde olmayan bir ihtiyar’ muamelesine tabi tutularak akıl hastanesine kapatılması ilk bakısta makul gibi görünmektedir. Ne var ki, davranış ve düşüncelerindeki bu hazmı güç çizgilere rağmen Knut Hamsun büyük yazardır. Ama Norveç toplumu, onun bu yönünü değil, Nazi yanlısı yönünü görmeye devam edecek ve ölümünden 41 yıl sonra bile. 1997 de yaşadıgı malikâneye büstünün dikilmesi kararına büyük tepki göstererek bu teşebbüsü engelleyecektir.
 
 
2.5 CLAUDE FARRERE
 
1902-1904 yılları arasında İstanbul’u kendisine mesken edinen, 1902 yazında Fransa’dan ayrılırken "Türkler’den ölesiye hoşlanmadığımı söylersem bana inanın. Zaten koleji bitiren bütün Fransızlar öyledir" itirafından sonra "Ve 1904 sonbaharında tepeden tırnağa kadar Türk dostu olarak vatana döndüğümü söylersem yine bana inanın"29 demekten çekinmeyen de Claude Farrere’den başkası değildir. Fransa’ya döndükten sonra 1911’de yeniden İstanbul’a gelen, arkasından Trabzon’dan Korfu’ya, Sıvastopol’dan Bursa’ya bütün bölgeyi dolaşan, yeni dostluklar kuran Claude Farrere; Anadolu’da istiklâl Savaşı’nın başladığı günlerde, "Eğer Fransız olmasaydım, Yunanistan’a karşı, İngiltere’ye karşı, hemen hemen bütün Avrupa’ya karşı Ankaralı dostum (Mustafa) Kemal Paşa’nın yanında öyle candan savaşırdım ki"30 diyebilecek kadar adaletten yana olan bir askerdir. Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce, L’Intransigeant adlı Fransız gazetesinde yayımlanan, "Hazırlanan bu kavgada ben, kuvvetliye karşı zayıfın, zalime karşı mazlumun, Hıristiyan’a karşı Müslüman’ın tarafındayım"31 manifestosu da Claude Farrere imzasını taşıyordu. Tüm bunlardan dolayısıyla Cağaloğlu’nda her gün binlerce kişinin zerre merak duymadan adımladığı caddeye Claude Farrere’in adı verilmiştir. İstanbul’a gelen bütün seyyahların, İstanbul’un köpeklerine dair özel sayfalar ayırmışlardır. Bir bakıma bu da son derece doğaldır. Ordular halinde dolaşan bu kadar çok köpeği, Batı’nın hemen hiçbir kentinde görmek mümkün değildir. Ancak, kabul etmek gerekir ki, karşılıklı bir istikrar söz konusu burada. Bugün de İstanbul’da köpekler sürüler halinde dolaşırken kentin ana caddelerinde bile, Batı’da böyle bir manzaraya rastlamak zor değil, imkânsızdır. Ne var ki, bugüne kadar okuduğumuz seyahatnamelerde kedilerle ilgili bir bölüm yoktur. Köpeklere ayrılan o kadar sayfanın yanında, kedileri ciddiye alan herhangi bir seyyah yoktur. Bu nedenle Claude Farrere’in kedilerle ilgili söyledikleri kendiliğinden ayrı bir önem kazanmaktadır. Katolik olduğunu her fırsatta dile getiren seyyah, Rumları ve Ermenileri sevmediğini gizlememektedir. Bunun arkasında, onların Ortodoks, kendisinin ise Katolik olmasının yattığını da gizlememektedir. Tıpkı günümüzün milliyetçiliklerinde olduğu gibi, o devrin milliyetçiliklerinde de, bir genelleştirme eğilimi söz konusudur. Örnek vermek gerekirse, sevmediğimiz milletlerin veya mezheplerin, sadece diğer millet veya mezheplerle değil, kedilerle ilişkisi de sorunludur, tarzında bir yorum getirilebilir. Claude Farrere’in yaptığı da bundan başka bir şey değil zaten. "Kruvazörümüzün sandalı rıhtımdaydı. İçinde gemiye dönmek üzere olan üç subaydık. Tam rıhtımdan ayrılmak üzereyken, nereden çıktıysa, bir tekir kedi peyda oluverdi. Sandalımıza yaklaştı, kürekleri koklamaya başladı. Arkadaşlardan biri:
-Hele bak, dedi, bir Türk kedisi! Evet, bizden korkmadığına göre, hiç şüphesiz bir Türk kedisiydi. Gerçekten, İstanbul’un kedileri çok bariz şekilde ikiye ayrılır: Müslüman mahallelerinde yaşayan Türk kedileri -bu mahallelerde herkes hayvanlara karşı daima iyi davranır - ve Rum yahut Ermeni kedileri; bunlar reaya mahallelerinde yaşar; buralardaki Doğu Hıristiyanları, Gregoryenler yahut Ortodokslar zayıf olan her şeye karşı alçakcasına zalim davranırlar. Bu mahallelerde yaşayan kediler, daha insan yüzü görür görmez selameti kaçmakta bulur. Tophane’deki tekir kedi, bir Türk kedisiydi. "
Claude Farreree kitabında kedi ve köpekler ile ilgili hikayelerini burada bitirmez ve devam eder. Zira onun kedi ve köp köpekler ilgili hikâyeleri bize İstanbul ve Türkler hakkında da bilgi verecektir:
“Kediciğimin, nazikane gayretlerle elde edilen, nadir sempatisini kazanmak kadar da hiçbir şey beni memnun etmez. Kedim, kendisini esirim gibi görmemi daima reddetmiştir, sadece benim dostum olmaya razıdır. -Beni gülünç mü buluyorsunuz?- Olsun!Pekala biliyorsunuz ki, ben de sizin fikirlerinize gülmüyorsam bu, sırf basit bir nezaket eseridir... Susuyorum, ama ben de başka türlü düşünmüyorum... Her neyse, kedileri severim, köpekleri sevmem. Yalnız bunun bir istisnası olduğunu belirtmeliyim: Sevmiş olduğum, sevmekte olduğum bir köpek ırkı da vardır. Hangisi olduğunu boşa düşünmeyin. Ne colley, ne lulu, ne de foklar arasında bulabilirsiniz. Bu lüks hayvanların hepsinden aynı derecede nefret ederim. Bekçi yahut av köpeklerine karşı olan nefretim de, bunlara olandan az değildir. Benim indimde sevilmeye layık tek köpek cinsi, ehli bir ırktır. Bu ırk, Türkiye’nin başıboş sokak köpekleri ırkıdır. Bunlar gerçekten hür köpeklerdir. Ne sahipleri, ne kulübeleri vardır; ne ipleri, ne tasmaları vardır, bunlar açtır, fakat yaltaklanmazlar... Tabiri caizse bunlar en az ‘köpek’ olan, bir bakıma ‘kedi’ olmaya layık köpeklerdir. Hür hayat, bu yarı vahşi hayvanlara, Mirza ve Azor’da bulunmayan faziletler vermiştin Türklerin sokak köpekleri - Üsküdar, Bursa, Konya ve eski İstanbul köpekleri, Müslümanların acıdığı ve sevdiği köpekler, hür köpekler, ciddi, makul, mütefekkir ve filozoftur. Ses çıkarmadan, yağmura, kara dayanırlar; aksine kötü İnsanların hiçbir hakaretine tahammül etmez, kendilerine vuran eli, yalamasını bilmezler. Ama yine de son derece iyi köpeklerdir, kibar ve sakindirler.Bana öyle geliyor ki yaşadıkları topraklardaki cemiyet, Türkler, onlara örnek olmuştur. Zira Türkler’in kendileri de mükemmel insanlardır. Nazik ve sakindirler. Kuvvetlerini, hayvanları, çocukları ve kadınları dövmek için asla harcamazlar. Hem ne ehemmiyeti var; ister örnek alsın, ister almasın. Türk sokak köpeklerinin toz kondurulacak tarafı yoktur. Ve Jön-Türk hükümeti, medeniyet bahanesiyle-yersiz olduğu kadar, barbar bir bahaneyle- İstanbul, Galata, Beyoğlu ve Boğaziçi’nin bütün köylerindeki altmış kadar zalim ve kan dökücü olduklarını gösterdiler. Bunun ardından, o hükümet, aynı şekilde Türkiye’yi de katletti. Onu gördükten sonra, bunu tahmin etmek için peygamber olmaya lüzum yoktu... Neyse, burada köpeklerden bahsediyoruz, insanlardan değil. Diyeceğim, Türkiye’nin sokak köpekleri ilk bakışta aklınıza geleceği gibi, öyle ananesiz, örf ve adeletsiz, kanunsuz nizamsız, anarşist bir hayat sürmez. Onların cumhuriyeti, tam aksine harikulade bir düzen içindedir. İstanbul, henüz hür köpek nüfusuna sahipken, ben İstanbul’un pitoresk medeniyetine hayrandım. Paris’ten biraz büyük bir hükümet merkezi olan İstanbul, yüz kadar mahalleye ayrılır. Aynı şekilde sokak köpekleri de yüz kadar sürüye ayrılmıştır. Bunların her biri kendi mahallesinde oturur, asla mahallesinden çıkmaz ve başka köpeklerin de asla ayaklarını mahallesine sokmasına izin vermez. Böylece, cumhuriyet, sulh içinde hayatını sürdürüp gider. Her aile annesi, yavrularını rahat rahat büyütür; ve halkın, fakir varlığından ayırıp attıklarından meydana gelen çöplükte, en iyi yeri edinme hakkını elde eder. Evet... Doğrusu orada ziyafet, yahut öyle bol yiyecek filan yoktur ama Türkiye’nin köpeği kanaatkardır. Zavallı köpekler için, iki meteliklik kara ekmek alacak yabancıyı büyük bir sabırla bekler. Böyle bir ikram ise bütün bir aile için efsanevi bir ziyafet olur, artık günlerce oyalanır dururlar. İşte, bu hikâyeyi yazan ben, günün birinde, kara ekmeği alan bir yabancı oldum. Çok iyi hatırlıyorum, güneşli bir gündü. Aradan yıllar geçti, bir temmuz günüydü... Evet: 20 Temmuz 1904... Hikâyem gerçektir... Görüyorsunuz ya uydurmuyorum... Vakit öğle sularıydı, Süleymaniye Camii’nin avlusuna girmek üzereydim... Süleymaniye Camii, muhteşem İstanbul’un camilerinin en muhteşemidir... Taş duvarlarla çevrili çok geniş bir avlusu vardır. Evet, avluya girmek üzereydim. Yalnız da değildim: Bir dostum vardı yanımda... Evet, bir kadın dostum... O 20 Temmuz günü, ilk defa beraber çıkıyorduk. O günden sonra da bir daha hiç ayrılmadık, hatta, Allah kaderlerimizi ayırdıktan sonra bile. Hayatın en sert yollarında benimle beraber yürümekten ayrılmadı."331876’da yani Birinci Meşrutiyet’in ilan edildiği yılda doğan, İkinci Meşrutiyeti, Balkan bozgununu ve Birinci Dünya Savaşı’nı yaşayan, 1957’de de yeryüzüne veda eden Claude Farrere, bütün bu süreç boyunca, sadece bir kez şikâyetçi oluyor memleket mensuplarından: 1910’da yaklaşık yüz bin köpeğin ölümüne sebep olan köpek katliamı, Claude Farrere’i bile çileden çıkarıyor. Ancak buna rağmen, "Bu aptalca cinayetten Türkleri, gerçek Müslüman Türkleri tenzih etmek yerinde olur. O devir, iktidarsızlığı yüzünden Osmanlı İmparatorluğu’nu süratle mahva götüren İttihat ve Terakki komitesinin istibdat devriydi. Ve, bu zararsız yüz bin köpeği ortadan kaldırmaya karar veren İstanbul Belediyesi azası, çok çeşitli unsurlardan meydana geliyordu ve bunlar arasında, Türkler ekseriyette değildi" diyecektir.
 
 
3.9 DİNİN SOSYAL VE İKTİSADİ HAYAT ETKİSİ
 
3.9.1 F.H.A. Ubucini (19 Yüzyıl Fransız Seyyah)
 
“Konstantiniye’de sayısız resmi binalar, üç yüz elliden fazla cami, doksan iki Rum ve Ermeni kilisesi, sekiz katolik kilisesi, otuz dört sinagog, kıyamet kadar tekke ve türbe, beş yüz on sekiz medrese, otuz beş kamuya açık kitaplık, iki yüz hastane, yüz imaret, üç yüz hamam, yüzlerce han veya kervansaray, zarafet ve temizlik bakımından Avrupa’da bir benzerine rastlanmayan görkemli kışlalar bulunmaktadır.  Bu binalar içinde en ilgi çekici olanları çınar ağaçlarıyla gölgelenmiş ve dinsel
görevini yerine getirmeye gelen Müslümanların abdest aldıkları çeşmelerle çevrili avlularıyla, simli kubbeleri ve sivri minareleriyle camilerdir. (...) Dıştan bakıldığında bu camiler büyüklük ve zevk bakımından birbirlerine benzerler. İçinin görünümü de aynıdır. Sütunlardan birine dayalı bir minber, Kur’an’ın ayetleriyle meydana getirilen bir efriz; duvarlar arabesklerle süslü; kubbeyi tutan sütunların arasında gerili duran teller, bunlara sayısız lambalar asılmış; tepede asılı duran devekuşu yumurtaları, başak ve çiçek demetleri; yerde hasırlar veya kıymetli halılar. Kürsü, şeref sandalyesi, özel olarak ayrılmış sıra diye bir şey görülmez, bu boş onurların tanrının nezdinde yeri yoktur. Camilerde yoksullara yardım veya caminin bakımı için bağış toplanmaz; orada mümini duadan ve murakabeden alıkoyabilecek hiçbir faaliyete izin verilmez. Fakat yardımseverlik denilen şey kalmamıştır sanılmasın. Caminin alanı içinde imamların ve yoksul öğrencilerin odalarının bulunduğu müştemilatın yanında yoksullar ve yolcular için misafirhaneler, hasta ve sakatlar için hastaneler bulunmaktadır. (...) Bab-ı Ali’nin baş çevirmeni Emin Muhlis Efendiyle tanışmıştım; böylece memurun halkla ilişkisini yakından izleyebildim. Yukarıda da dediğim gibi bürosuna girmek serbestti; iş sahibi perdeyi kaldırıp içeri giriyor ve etrafa bir göz attıktan sonra uygun bir yeri gözüne kestirdi mi geçip oturuyordu; yer gösterilmesini veya oturmaya davet edilmeyi bekleyen yoktu. Bacaklarını ve ayaklarını redingotunun eteğinin altında titizce saklayıp iyice yerleştikten sonra bakışlarını orada bulunan öteki iş sahiplerinin üzerinde gezdiriyor, "temennalı" denen selamlar "teati" ediliyordu; sonra adam efendinin bakışlarını kendisine çevirmesini ve soru sormasını bekliyordu. O sırada, beklemenin sıkıntısı hafifletilmek isteniyormuşçasına bir hizmetkar kahve ve hatta çubuk getiriyordu.
BİZİM TİYATRO
 
" Oyuncularımız var, yabancı rolleri yabancılar kadar başarılı oynayabiliyorlar. Rejisörlerimiz var, Avrupa’da gördükleri mizansenleri burada aynen uygulayıp alkış topluyorlar. Yazarlarımız var, yapıtlarını yabancı örneklere benzetebildikleri ölçüde iyi yazar sayılıyorlar.
 
Hepsi iyi hoş da, peki ama nerde Türk oynayışı, Türk sahneleyişi, Türk yazışı, Türk algılayışı? Bir kelime ile nerde Türk tiyatro üslubu? “Bizim Tiyatro” işte bunun peşinde gidecek. Bize özgü olanı araştırıp bulup önünüze sermeyi deneyecek.
 
Tiyatro, elbet insanlığın ortak malı. Tiyatro tarihi, her ulusa ortak ve zengin bir birikim sağlıyor. Ama her ulus da ona yüzyıllar boyu kendi özelliğinden katkılarda bulunmuş, bulunuyor. Tiyatro alanındaki yeni görünen yolların çoğu işte hep bu eski ve yeni yöresel katkılardan doğuyor.
 
Türk oyun tarzı, Türk oyun yazımı, Türk jesti, mimiği derken şovence bir duyguya kapıldığımız, aman sanılmasın. Biz derken de bencil bir kısıtlamadan yana, hiçbir zaman olmadığımız lütfen hatırlansın.
 
Amacımız, tekelci bir kendi içine büzülüş değil, tam tersi, dünyaya, evrene açılış. Ama kendi kişiliğimizle. Bu ortak birikime kendimize özgü bir şeyler katıp yararlı olarak. Türkiye anlamına gelen bizden, insanlık boyutundaki BİZ’e uzanmak istiyoruz.”
 
HALDUN TANER
İSTANBUL EFENDİSİ
 




																	
TARLA KUŞUYDU JULİET
 



																	
ALEMDAR (Tohum ve Toprak)
 




ALEMDAR
																	
 
Bugün 5 ziyaretçi (7 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol