HAGOP BARONYAN ve ESERLERİ ÜZERİNE
BİR İNCELEME
(Kaynak: İki İstanbul: Baronyan’ın ve Apisoğom Ağa’nın İstanbulları /Bu yazı 23 Ocak 2011’de, BGST tarafından ölümünün 4. yılında Hrant Dink’i anmak için düzenlenen “Hepimiz” adlı etkinlikte “Çağının Tanığı ve Politik Bir Oyun Yazarı Olarak Hagop Baronyan” adıyla gerçekleştirilen seminerde Fırat Güllü ve Ayşan Sönmez tarafından yapılan sunumların metinleri temel alınarak hazırlanmıştır / Mimesis)
BARONYAN’IN İSTANBUL’U
Hagop Baronyan 1863 yılında Edirne’den İstanbul’a geldiğinde henüz 20 yaşındaydı. Kuşkusuz o ilk kez adım attığında şehir, 1880’lerde yazılan Haşmetlü Dilenciler’in başkahramanı Apisoğom Ağa’nın ziyaret ettiği İstanbul’dan oldukça farklıydı. Osmanlı’nın kozmopolit başkenti, yüzde doksanı Anadolu’da yaşayan Osmanlı Ermenilerinin kültürel ve siyasi başkentiydi. Baronyan İstanbul’a geldiği sırada Ermeni toplumu oldukça hareketli günler yaşamaktaydı: O yıl içerisinde sadece Ermeniler için değil tüm Osmanlı halkları için büyük önem taşıyan bir girişim hayat bulmuş, Osmanlı Ermenilerinin Anayasa, Babıâli’nin ise Ermeni Millet Nizamnamesi olarak adlandırdığı belge resmiyet kazanmıştı. Ermeni toplumu çağın ruhuna uygun bir biçimde anayasal bir parlamentarizmin Osmanlı’daki ilk örneğini hayata geçirmeyi başarmıştı. Oluşturulan yeni cemaat örgütlenmesine göre Ermeni halkı mahalleler düzeyinden başlayıp eyalet meclislerine ve ardından milli meclislere ulaşan bir örgütler zinciri içerisinde ülke çapında yeni bir oluşuma gidiyordu. Geçmişte sadece Patrikhane’nin denetiminde olan siyasi alan ciddi biçimde laikleşecek, din işleriyle ilgilenecek dini meclisin yanına sadece dünyevi işlerle ilgilenecek bir siyasi meclis de eklenecekti. Ermeni Milli Meclisi adını taşıması düşünülen bu meclis daha sonra Babıâli’nin vetosu nedeniyle sadece Genel Meclis adıyla bilinecekti. Bu meclisin sadece 20 üyesi din adamı olacaktı. Geriye kalan 120 kişi sivil olacaktı. Nüfusun %90’ı Anadolu’da yaşamasına rağmen bu sivil üyelerin 80’i İstanbul’dan seçilecek, sadece 40 delege Anadolu’dan seçilecekti. Dolayısıyla Ermeni cemaatinin örgütlenme şeması içerisinde İstanbul Ermenileri ciddi bir ağırlık kazanmış oluyorlardı. Sonuçta bu süreç başkentte etkili elit bir grubun devlet nezdindeki girişimlerinin bir sonucuydu ve yine bu kesim kendisi için ayrıcalıklı bir konum elde etmişti.
Baronyan İstanbul’a geldiğinde bir doktor olan kuzeni Hovhannes Katipyan’ın evinde kalmaya başladı. Katipyan oldukça zengin bir kütüphaneye sahipti ve çağının diğer birçok İstanbullu entelektüeli gibi evinde sık sık politik konuların gündeme geldiği toplantılar düzenlerdi. Sonuçta bu tür bir ortama dahil olabilmek taşradan gelen genç bir Ermeni delikanlısı için önemli bir şanstı. Kuzen Katipyan dönemin İstanbul’unda bir süredir görmeye alıştığımız bir tipolojinin parlak örneklerinden birisiydi: Eğitimini Paris’te almıştı, saygın bir meslek sahibiydi ve cemaatin sosyo-politik sorunlarına dair büyük bir ilgi besliyordu. O dönemde özellikle İstanbul’da yaşayan varlıklı Ermeni ailelerinin çocukları Paris, Viyana ve Venedik’te yüksek öğrenim almakta, ülkeye döndüklerinde beraberlerinde getirdikleri liberal fikirler aracılığıyla hem Ermeni cemaatini, hem de genel olarak Osmanlı toplumunu dönüştürecek faaliyetlere girişmekteydiler. Jön Ermeniler denen bu grubun Osmanlı “aydın” geleneğinin başlatıcıları arasında olduğu rahatlıkla söylenebilir -ki bu kişilerin Müslümanlar içerisindeki muadilleri “Yeni Osmanlılar” olarak adlandıran gruptu. Farklı toplumsal zümrelerden geliyor olmalarına rağmen, Jön Ermeniler ve Yeni Osmanlılar, aynı çağın havasını solumaktan gelen ortak bazı yönelimlere sahiptiler: Hepsi bilgi üretimi konusunda uzmanlaşmış kişilerdi ve bilginin toplumu değiştirebileceğini düşünüyorlardı; toplumun büyük bölümünün eğitimsizliğini ilerleme konusundaki en önemli engel olarak görüyor ve toplumu bilinçlendirmek için büyük istek duyuyorlardı; bu arzularını hayata geçirmek için okullaşmaya ve kitap, dergi, broşür yayınlamaya büyük önem veriyorlardı ve hepsinden önemlisi Şerif Mardin’in “kritik söylem kültürü” adını verdiği eleştirel bir bilince sahiptiler. Ancak bu noktadan sonra Jön Ermeniler ve Müslüman muadilleri arasında çok temel bir fark ortaya çıkıyordu: Jön Ermeniler için kendi milletlerinin kurtuluşu Osmanlı devletinin kurtuluşuyla özdeşleştirilmezken, Müslüman aydınlar kendilerini devletin bir parçası olarak görüyor ve toplumun kurtuluşunun devletin kurtuluşuyla mümkün olabileceğini savunuyorlardı. Tabii bunun altında çoğu devlet memuru olan Müslüman aydınların, kendilerini devletin gerçek sahipleri olarak görmeleri gerçeği yatıyordu. Elbette ki bir Osmanlı Ermenisinin, bir milleti mahkume mensubunun bu türden hislere kapılması asla beklenemezdi -söz konusu kişi Mustafa Reşid Paşa’nın baş danışmanı Hagop Efendi Gırcikyan ya da Mithat Paşa’nın en yakınındaki Odyan Efendi bile olsa.
Baronyan çok yakından gözlemleme fırsatı bulduğu, ülke dışında eğitim almış ve Batılı düşünce ve davranış biçimlerini Osmanlı ülkesine taşımayı amaç edinmiş Jön Ermenileri eserlerinde genellikle biçimci ve derinlikten yoksun bir Batı taklitçiliğine saplanmakla eleştirmiştir. Bu yüzden bir yandan kamuoyu oluşturmak için onların kullandıkları modern iletişim yöntemlerini kullanmanın gerekliliğini savunurken ve diğer yanda gerek Şark Dişçisi’indeki Levon karakteri, gerek Bağdasar Ağpar’ın düzenbaz Kibar’ı, gerekse Haşmetlü Dilenciler’in malum dilencileri bu kesimi sahne üzerinde esaslı bir biçimde eleştirmek için yaratılmış figürlerdir. Sonuçta Baronyan’ın Jön Ermenilere uzun süre katlanmasına gerek kalmadı, kısa süre sonra bir iş buldu ve kuzeninin evini terk etti. Bunun hemen ardından da edebi kariyerine başladı. Bu kariyer, ilginçtir ki, ilk olarak tiyatro eserleriyle başlamıştı. 1865 tarihli bir uyarlama olan İki Efendili Bir Uşak’ı bir yana bırakırsak orijinal bir komedi olarak görebileceğimiz Şark Dişçisi onun edebi dehasının ilk sinyallerini vermekteydi. Oyun yazıldığında Ermeni Anayasası’nın ilanının üzerinden yaklaşık beş yıl geçmişti ve Baronyan işlerin çok da yolunda gitmediğini düşünüyordu. Ama yine de süreçten tümüyle ümidini kesmemişti. Oyunda dişçi Taparnigos ile damat adayı Markar arasında geçen –ve aslında oyunun öyküsünden bağımsız olan- aşağıdaki diyalog Baronyan’ın bu konudaki görüşlerini özetler niteliktedir:
TAPARNİGOS: Eh! Konuş bakalım Markar Bey. Sende ne haberler var? Millet işleri nasıl gidiyor?
MARKAR: (Kendi kendine) Ben düğün gününü konuşmaya geldim, o kalkmış bana millet işlerini soruyor. (Yüksek sesle) Ahh, çok kötü efendim. Ama ben istiyordum ki…
TAPARNİGOS: Meclis toplantıları düzgün bir şekilde devam ediyor diyorlar…
MARKAR: Tabii… Biz kendi işimize…
TAPARNİGOS: Oturumlar düzenli olarak yapılıyormuş, bütün üyeler kendi mevkilerine uygun yerlere oturuyormuş.
MARKAR: Ben de öyle duydum. Aman, bize ne… Nasıl isterlerse öyle otursunlar. Ben şey için geldim…
TAPARNİGOS: Biz de Ermeni değil miyiz? Ne yaptıklarını bilmemiz lazım.
MARKAR: Yaptıkları ne ki? Boş şeyler Her gün yeni üyeler, yeni sorunlar, yeni davetler, sonu gelmez istifalar, sayısız ret, bitmeyen oylar, milyonlarca sıfır. Hepsi bu… Bize ne!
TAPARNİGOS: Eh daha ne yapmalarını istiyordun? Demek ki çalışıyorlar.
MARKAR: Haftada bir kez bile düzenli toplantı yaptıkları yok.
TAPARNİGOS: Peki neden bu vekiller toplantıya gelmiyorlar? Milletlerini sevmiyorlar mı?
MARKAR: Sevmemeleri mümkün değil. Herhalde kendilerine göre bir sebepleri vardır.
TAPARNİGOS: Acaba hak iyi seçim yapamıyor mu? Gazeteler ne diyor?
MARKAR: Her şeyi diyorlar. Manzume-i Efkar isimli gazete Patrikhane’yi diline dolamış. Maaşlı uzmanlar iş başına gelmedikçe anayasamız kullanılamaz hale gelecek diye bas bas bağırıyor. Bu fikirlere karşı “para yok, para yok” diyorlar. Halbuki ahali, milletin menfaati için yardım etmeye hazır olduğunu söylüyor. Masis kurulduğu yüksek tepelerden “sevgi” ve “birlik” diye bağırıyor. Ne yazık ki bu kelimeler birçoğunun kulağına girmiyor bile. Bazen de o tepelerin eteklerinden ses vermeye çalışıp oradan daha kolaylıkla duyulabileceğini zannediyor. Yine para etmiyor, çünkü büyük çoğunluk kulaklarını tıkayarak geçiyorlar önünden. Hoş kokulu, yaz kış açan, her bir goncası milletin aydınlanma özünü taşıyan Dzağig, pıtladığı gibi tatlı tatlı kokmaya başlar. Kokusu güzel ve keskindir, ama bizim millette akıl nezlesine tutulanlar çok olduğundan, bir sürü insan ondan ve kokusundan mahrum kalır. Jamanak da milletin ilerleyebilmesi için zamana ihtiyaç olduğunu söylüyor. Ama söylemekle olmuyor tabii. Uygulamak tabii ki aynı şey değil. Fakat lütfen, ben milletimizin sorunlarını konuşmaya gelmedim, bilhassa…
TAPARNİGOS: Demek Ermeni milleti bugün çok fena bir durumda ha?…
MARKAR: Aynen öyle. Hâlbuki ileri milletler çeşitli makineler icat ederek hayvanların işini makinelere gördürüyor. Biz Ermeniler ise, bunu söylemeye utanıyorum ama, hayvanların yapması gereken işleri bile üzerimize alıyoruz. Taşradan İstanbul’a çalışmaya gelen kardeşlerimiz günlük ekmeklerini boyunlarını hamallık boyunduruğuna uzatarak kazanabiliyorlar ancak; gündüzleri sokaklarda, geceleri bekâr odalarında, memleketlerinden uzakta, aile hasreti içinde, belki de bir daha vatanlarına dönme ümitlerini kaybetmiş olarak yaşıyorlar. Bu kadar acıklı bir durum karşısında hangi Ermeni duyarsız kalabilir? Mademki milletinin durumunu duymak istiyorsun, aç kulaklarını, dinle ve düşün de, gözlerinden fışkıran yaşlar çenene doğru süzülsün. Onlardan bahsediyorum, çünkü hepimiz Ermenistan’ın evlatlarıyız ve vatanın özgürlük umudu gücünü onların kollarından alıyor. O kollar bugün giderek zayıflamakta ve kim bilir, bir gün özgürlük umuduyla birlikte büsbütün yok olacak.
TAPARNİGOS: Söylediklerinde gerçekten çok haklısın Bay Markar ve senin gibi milletini seven bir damadım olacak diye kendimi çok mutlu hissediyorum. Peki, söyler misin bana, Anayasa ne işe yarar?
MARKAR: Anayasa tembel bir adama benzer. Elinden tutmazsan yürümez, oturduğu yerde kalır. Sonra zayıflar, güçsüzleşir ve ölür. Anayasa kendi başına ne yapabilir ki. Ayakları yok ki yürüsün. Milletvekillerinin onu yürütmesi gerekir ama onların da birçoğu yılda bir defa katılıyor toplantılara.
Baronyan Şark Dişçisi’ni hayattayken sahne üzerinde hiç göremedi -tıpkı diğer oyunları gibi. Bunda yazarın eseri beğenmeyerek basıldığı ilk yıl içerisinde kitapçılardan toplatmasının da bir payı olduğu düşünülebilir.
Baronyan’ın edebi kariyerine tiyatro oyunları yazarak başlaması elbette bir tesadüf değildi. Bu ilk eserler yazıldığı sırada Osmanlı Ermeni tiyatrosu belli atılımlarını çoktan gerçekleştirmiş ve Osmanlı başkentinde modern tiyatronun temellerinin atılmasını sağlamıştı. Osmanlı Ermeni tiyatrosunun kökenleri 18. Yüzyılın sonlarından itibaren yurt dışındaki Mıkhitaryan okullarında düzenlenen müsamerelere dayanır. Ardından Mıkhitaristler 1810 civarında İstanbul’da iki okul kurdular ve bu okullarda klasik Ermenice ile yazılmış trajediler sahnelemeye başladılar. Bu oyunların ağır etkilerini dağıtmak için de kısa komediler, vodviller sergileniyordu. Bu Katolik Ermeni okullarında sergilenen oyunlardan etkilenilerek diğer Ermeni okullarında da tiyatro oyunları sahnelenmeye başladı. 1850’lere gelindiğinde artık Ortaköy, Hasköy gibi bazı yerleşim merkezlerinde semt tiyatroları ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunlar belli bir seyirci potansiyeline sahipti ve düzenli olarak temsiller veriyorlardı. 1860 itibariyle Ermeni tiyatrosunun ilk kez profesyonelleşmesi söz konusu oldu. Bu girişimleri geliştiren öncü kişilikler (örneğin Beşiktaşlıyan ve Hekimyan) büyük oranda Mıkhitaryan okullarından mezun olmuşlardı. Dolayısıyla Ermeni tiyatrosunun oluşumunda Mıkhitaryan etkisi çok güçlüdür. 1869-1870 döneminde Gedikpaşa Tiyatrosu ortaya çıktı. Hagop Vartovyan ya da Türkçe olarak bilinen adıyla Güllü Agop Türkçe temsiller de vermeye başladı ve bu konuda saraydan 10 yıllık bir tekel koparmayı başardı. Bu dönemde Ermeni tiyatrolarının repertuarlarının büyük kısmı trajedilerden oluşuyordu. İlk dönem için güçlü bir tiyatro yazımından söz etmek zordu ama zamanla bir oyun yazarlığı geleneği ortaya çıkmaya başladı. Yazılan oyunların büyük bölümü sadece el yazması kopyalardan ibaretti, çoğu hiçbir zaman basılmadı. Kimi araştırmacılara göre bu, Ermeni tiyatrosunun emekleme çağında yazılan trajedilerin sayısı yüzlercedir. Ancak bunlardan sadece belki sekiz on tanesi bize ulaşmıştır. Çoğu oyunlar sahnelendikten sonra kaybolup gitmiştir. Bu oyunların adlarından yola çıkarak konularını da tahmin edebiliriz. Konuların çoğu Ermeni tarihiyle bağlantılıdır. Kahramanlar Ermeni tarihinden alınmadır. Komedi geleneğine gelirsek: Komediler de Mıkhitaryan okullarında yürütülen çalışmalarla başlamıştı. Ancak bu alanda birinci sınıf yazarlardan bahsetmek zordur. Erken dönemde tek bir örnekten bahsedebiliriz: Alafranga. Ermeni aydınlarının Batı taklitçiliğini alaya alan bir oyundu. Kendi kültürlerine uygun olup olmadığını sorgulamadan Batılı yaşam tarzını taklit etmeye çalışan Ermeni burjuvazisini hedef almıştı. İstanbul dışında pek çok yerde sergilenmiş olmasına rağmen ne yazık ki İstanbul’da hiç sergilenmemiştir. Dolayısıyla Batı Ermenileri içerisinde komedi türü deyince akla gelen en önemli isim bugünkü konuşmanın asıl konusunu oluşturan Hagop Baronyan’dır. Baronyan’ın edebiyat kariyerinin başladığı 1870’li yıllarda İstanbul’da iki Ermeni tiyatrosu arasında bir çatışma yaşanmaktaydı. 1861 yılında kurulan Mağakyan Tiyatrosu ile 1870’te Gedikpaşa’da kurulan Hagop Vartovyan’ın (Güllü Agop’un) tiyatrosu pek çok konuda anlaşamıyorlardı. Bazı Ermeniler tiyatronun Ermeni aydınlanmasına hizmet etmesi gerektiğini ileri sürüyor ve tüm temsilleri Ermenice oynamak gibi bir ilkeyi savunuyordu, Vartovyan’ın tiyatrosu ise geniş bir seyirciye ulaşmak için hem Ermenice hem de Türkçe temsiller sergiliyordu. Baronyan Gedikpaşa taraftarıydı ve Mağakyan’a karşı ciddi biçimde Vartovyan’ın yanında yer aldı. Vartovyan öncü bir kişilikti, Baronyan onunla ilgili olarak hem olumlu, hem de olumsuz şeyler yazmıştır. Ama genel anlamda onu ilkesel olarak savunmuştur. Onun özellikle yerli bir Osmanlı repertuarın oluşturma girişimini ciddi biçimde desteklemiştir.
Kendisine göre başarısız olan Şark Dişçisi deneyiminin ardından Baronyan sağlık sorunları nedeniyle İstanbul’dan ayrılarak Edirne’ye dönmek zorunda kaldı. 1970’de tekrar İstanbul’a geldi ve bir süre için dramatik yazın faaliyetlerine ara vererek basın yayın alanında yoğunlaşmayı tercih etti. O tarihlerde tüm Osmanlı ülkesinde ciddi bir basın yayın hareketliliği söz konusuydu. Başlangıçta İstanbul’da yaşayan Avrupalıların kendi dillerinde çıkardıkları gazete ve dergilerle başlayan bu hareket zamanla farklı Osmanlı halkların kendi dillerinde yayın yapmasıyla devam etti. Özellikle 1840 sonrasında şahısların kendi adlarına basım yayın yapma hakkı almasına izin verilmesiyle bir anda gazete ve dergilerin sayısı katlanarak çoğalmaya başladı. Baronyan yayıncılık alanına Poğ Arevedyan (Sabah Borusu), Yeprad (Fırat), Meğu (Arı) adlı dergilerde çalışarak başladı. 1874-1876 yılları arasında ilginç bir denemeye girişerek Ermenice Tadron ve Osmanlıca Tiyatro adlı dergileri eş zamanlı olarak çıkardı. Ardından Ermenice olarak çocuklar için bir Tadron yayınladı. Ve sonra yedi yıllık bir sessizlikten sonra Khigar’ı (Zeki) yayınladı. 1880’lerden sonra pek çok eserini bu dergide neşretmiştir. Son dergisi ise Dzidzağ (Neşe) oldu.
1878 yılı Baronyan açısından kişisel olarak berbat bir yıldı. Sıtmaya yakalandığı için uzun bir süre Edirne’de kalması gerekti. Aynı yıl içinde Rusya ile yapılan savaş sona erdi ve Berlin Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma Osmanlı Ermenileri için tarihi bir dönüm noktasıydı. Bu anlaşmayla Balkanlar’da önemli toprak kayıpları yaşayan Osmanlı Devleti, Ermeni halkının yaşadığı sorunlara dönük uluslararası toplum tarafından takip edilecek çözümler üretmeyi vaat ediyordu. Tabii ki uluslararası toplumunun etkisi beklenenin çok altındaydı ve bu anlaşma sonrası Abdülhamit rejimi Ermenilere karşı çok daha az hoşgörülü olacaktı.
Ertesi yıl Baronyan İstanbul’a döndüğünde, belki de yaşadığı bekar hayatının artık sağlığını tehdit ettiğini düşündüğünden, Satenik Ekmekçiyan’la evlenmeye karar verdi. Ondan Aşot ve Zabel isimli iki çocuğu olacaktı. Çağının pek çok aydını gibi o da ailenin geleceğin toplumunun inşasındaki önemine inanıyordu. Batılı ahlaki değerlerin sorgulanmadan sahiplenilmesi genel anlamda tüm Osmanlı halklarının ortak bir problemiydi. Bu bağlamda ailede kadının rolünün önemine şiddetle inanıyordu. O dönemde Ermeni aydınlanmasının etkileri sadece erkeklerin dünyasında hissedilmemekteydi. Pek çok Ermeni kadını da o dönem için radikal kabul edilecek talepler dillendirmeye başlamışlardı. Hatta Baronyan kendi dergilerinde bu kadınlardan bazılarının çabalarını övmüş ve yazılarına yer vermişti: Örneğin ilk Ermenice kadın dergisi olan Gitar’ın yayıncısı Elbis Gesaratsyan –Baronyan bu derginin yaygınlaşması için çaba sarf etmiştir- ve Ermeni bir kadın tarafından yazılan ilk kitap olan Mayda’nın yazarı Sırpuhi Düsap –ki kitap üzerine Baronyan’ın bir eleştirisi yayınlanmıştır– bu önemli kadın figürleri arasında sayılabilir. Bu önemli kadın figürlerle belli düzeylerde ilişkisi olmasına rağmen Baronyan aslında kadının aile içindeki geleneksel rolünü reddeden feminist yaklaşımlara karşı oldukça eleştirel bir tutum benimsemekteydi. Bunun ailenin çöküşüne zemin hazırlayacağını ve toplumsal yozlaşmanın kaçınılmaz olacağına inanıyordu. Bu materyalist eğilimlere sahip modern kadın tipi özellikle Bağdasar’da ciddi biçimde eleştirilir.
Aslına bakılırsa 1880’lerle birlikte sadece evlenip çoluğa çocuğa karışan Baronyan için değil, tüm Osmanlı Ermenileri için yeni bir dönem başlamaktaydı. Abdülhamit’in iktidarda olduğu bu yıllarda oldukça baskıcı, tüm bireysel hakların tek tek yok edildiği bir dönem yaşanacaktı. Çok katı bir sansür söz konusu olacaktı ve önceki dönemde kamusal alanda varolma konusunda nispeten özgür olan aydınların toplumla olan tüm bağları tek tek koparılacaktı. Özgür bir yaratı ortamı söz konusu bile olmayacaktı. Peki birden bire ne olmuştu da Osmanlı’nın kültürel aurası bu denli büyük bir değişim geçirmişti?
Bu soruya yanıt vermek için öncelikle 1880’den önce neler olduğunu hatırlamakta fayda var. Osmanlı Devleti 19. yüzyılın başından itibaren çeşitli biçimlerde Batı sistemine siyasi ve ekonomik bir entegrasyonun peşinde koşmaktaydı. Özellikle 1838’de İngiltere ile imzalanan serbest ticaret anlaşması Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisine entegrasyonunu sağlayan ilk adım olduğu için bu dönüşümün sembolik başlangıcı olarak kabul edilir. Bu andan itibaren Osmanlı ekonomisinin hızla liberalleşmesi söz konusu oldu. Öyle ki liberalizm adeta resmi ekonomi politikası haline geldi ve Mekteb-i Mülkiye’nin müfredatına dahil edildi. Dönemin gözde liberali Sakızlı Ohannes Paşa da verdiği ekonomi dersleri kapsamında geleceğin çağdaş Osmanlı bürokratlarına serbest ekonominin ulusları nasıl zenginleştirdiğini anlatmaya başladı. Ekonomik liberalleşme Osmanlı devletini hızla küresel ekonominin işleyişi içerisine dahil etti: Osmanlılar mamül mallar satın alıp tarım ürünü ihraç ederek yola devam etmek durumunda kalacaklardı. İlk dönemde tarım ürünlerinin tüm dünyada yüksek fiyatlarda seyretmesi bu işbölümünü kısmen karlı bir hale getirmiş gibi görünüyordu. Bu süreçte Osmanlı liman kentleri hızla büyürken, hala geleneksel üretim biçimlerinin geçerli olmaya devam ettiği iç kesimlerle aralarındaki servet farkı hızla arttı. İstanbul Batılı olan her şeyin Osmanlı ülkesine ilk kez girdiği büyük bir ithalat limanıydı. İzmir, Trabzon ve Samsun gibi Anadolu limanları ise Osmanlı tarım ürünlerinin dış pazarlara gönderildiği ihracat limanları olarak gelişmişlerdi. Demiryolu, karayolu ve liman işletmeciliği, belediye hizmetleri, bankacılık ve sigortacılık gibi alanlarda Fransız, Alman, İngiliz, Belçika, Avusturya ve İtalyan menşeili yabancı sermayenin etkinliği artmıştı. İlk kez borsa faaliyetleri başlamıştı. Her gün yeni bir anonim ya da limited şirket ekonomiye dahil olmaktaydı.
Elbette tüm bu ekonomik dönüşümlerin yarattığı sosyal ve siyasi etkiler söz konusuydu. Özellikle Osmanlı’da dış ticaret sayesinde zenginleşen belki de ilk gerçek burjuvazi sınıfından söz etmek mümkün oluyordu. Osmanlı kıyı kentlerinde yaşayan bu yeni burjuvazi, tarihsel ve kültürel nedenlerden dolayı ağırlıklı olarak İmparatorluğun gayrimüslim unsurlarından meydana gelmekteydi ve bu kesim uluslararası sermayenin Osmanlı’daki operasyonel gücünü oluşturmaktaydı. Konuşmanın başında bahsedilen Ermeni aydınlanmasının finansmanını da büyük oranda bu kesim karşılayacaktı. Diğer yandan ekonomik liberalleşmeye eşlik eden bir siyasi liberalizasyon söz konusuydu. Çeşitli hukuki düzenlemelerle bazı temel haklar garanti altına alınmaktaydı: can ve mal güvenliği, mülkiyet hakkı, vergilendirmede adalet ve eşitlik, din ve mezhep ayrımcılığın son verilmesi vs… Bu kısmi düzenlemeler bile yukarıda bahsettiğimiz kültürel canlanmanın oluşması için gerekli ortamın yaratılmasına hizmet etmişti. Ve şimdi halklar daha fazlasını istiyorlardı. Böylece Osmanlı toplumu birden bire kendisini anayasa tartışmalarının içerisinde buldu. Bu süreçte daha önceden benzeri bir deneyimi hayata geçirmiş olan Ermeniler başı çekmekteydiler. Ama demokrasi talep edenler aslında istediklerinin çok azını alabildiler. 1876 tarihli Kanuni Esasi düşünce ve ifade, örgütlenme, basın ve yayın gibi birçok hakkın görmezden gelindiği, padişahın yetkilerinin büyük oranda korunduğu bir “ferman anayasa” olma niteliğini taşımaktaydı. Ve ardından daha fazla demokratikleşme için gündeme getirilen taleplerin birden bıçak gibi kesilmesi, bu anayasanın sonuçta yaklaşık yarım yüzyıldır verilen özgürleşme mücadelesinin ciddi anlamda duraklamasına yol açtığı anlamına geliyordu. Üstelik bu anayasayı takiben bir savaşa ve ardından çok uzun sürecek bir içe kapanma dönemine girilecekti.
Dışa açılmanın ekonomik koşulları olduğu gibi iç kapanmanın da ekonomik koşulları söz konusuydu. 1870’lerin ortaları İmparatorluk için hiç iyi geçmemişti: 1873 krizi yabancı sermaye ihracatını sekteye uğratmış ve Osmanlı gibi borç sayesinde dönen devlet yapıları uygun şartlarda borç bulmakta zorluklar yaşamaya başlamışlardı. Sonunda her geçen yıl daha da ağırlaşan şartlar 1876’da Osmanlı devletini iflasa sürükledi. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı bu durumu Osmanlı açısından daha da kötü hale getirdi. Böylece 1880’den sonra Osmanlı için yeni bir dönem başlamış oluyordu. Özellikle Duyun-u Ümumiye’nin kurulmasıyla beraber Osmanlı ekonomisinin büyüme hedefleri ciddi biçimde askıya alınmış, asıl vurgu dış borç ödemelerine doğru kaymıştı. Bu da içte kemer sıkma politikası uygulanacağı anlamına geliyordu. Her ekonomik krizin yarattığı beklenen sonuçla karşı karşıyaydık: Rejimin baskıcı ve totaliter bir nitelik kazanarak hayatta kalmaya çalışması. Osmanlı söz konusu olduğunda bazı özel durumlar da vardı: Devlet bu içe kapanma durumundan istifade ederek ve küresel aktörlerin de kendi dertlerine düşmüş olmalarından yararlanarak önceki dönemde kendi kontrolü dışında ortaya çıkan yeni burjuvaziyi kontrol altına almak, alamadığı durumlarda da kendine bağlı olacağını düşündüğü unsurlarla değiştirmek için ilk girişimlerini başlatabilecekti. Diğer yandan 1878 tarihli Berlin Anlaşması’nın yarattığı şok etkisi gayrimüslimlere karşı baskıcı politikaların haklılaştırılması için kullanılacaktı.
İşte Baronyan’ın aksine Haşmetlü Dilenciler’in Apisoğom Ağa’sı İstanbul’a ilk kez ayak bastığında böyle bir başkentle karşılaşacaktı: Ermeni aydınlanmasının devletin de baskısıyla sönümlenmeye başladığı, anayasa ve meclis deneyimlerinin hayal kırıklığı yarattığı, Ermenilerin özgürlük mücadelesinin bir varoluş mücadelesine dönüşmeye başlayacağı karanlık günlerin habercisi olan günlerdi bunlar.
APİSOĞOM AĞA’NIN İSTANBUL’U
Baronyan’ın Teatral Romanı Haşmetlü Dilenciler
1881 tarihinde yazılan Haşmetlü Dilenciler (Medzabadiv Muratsganner) gerçekte hicivsel bir roman olmakla beraber, kolaylıkla sahneye uyarlanabilecek biçimde kaleme alınmıştır. Dolayısıyla gerek Batı, gerekse Doğu Ermenistan’ında farklı kişilerce defalarca oyunlaştırılmıştır. Oyun Trabzonlu Apisoğom Ağa’nın 1880’li yılların İstanbul’una yaptığı bir kısa ziyaret süresince başından geçenleri konu edinmektedir. Toplam yirmi yedi episoddan oluşan eser genellikle iki perde halinde oyunlaştırılmıştır. Baronyan, dönemin genel eğilimleriyle uyumlu bir biçimde halkın anlayacağı sade bir dil kullanmıştır. Oyunda anlatılan olaylar da, dönemin teatral edebiyatında hakim tür konumunda olan melodramların aksine, tümüyle Osmanlı Ermeni toplumunun gündelik hayatından alınmıştır. Yazar oyunun açılış cümlelerinde bunu net bir biçime ortaya koyar:
“Yazar hikayesine yalın bir başlangıç yaptığı ve örneğin limanda kopan bir fırtına kükremesiyle veya telaş içinde Galata meydanına doğru akan devasa kalabalıkla ya da genç ve güzel bir kızı tutuklamaya çalışan polislerle ve yazarların hikayelerini canlandırmak için başvurmayı sevdikleri benzer diğer dramatik ayrıntılarla süslü daha sansasyonel bir açılış yapma hevesine kapılmayı tereddütsüz reddettiği için kendisiyle gurur duyar. Bunların hepsinden bahsedebilirdi ancak yapmadı çünkü o gün ne rüzgar esiyordu, ne kalabalık vardı, ne yağmur yağıyordu, ne de bir geç kız polisin eline düşmüştü. Okuyucu yazarın bu konudaki samimiyetine güvenmeli ve herhangi bir şüpheye mahal vermemelidir.”
Buna rağmen söz konusu gündelik olayların “gerçekçi” değil, Molièresk ve abartılı bir üslupla bir araya getirildiklerini de belirtmek gerekir. Hatta oyun Kevork Bardakçıyan ve diğer araştırmacılar tarafından tema ve üslup açısından Molière’in Kibarlık Budalası’na benzetilir. Ancak bu oyunun basit bir taklit olduğunu söylemek doğru olmaz. Yazar söz konusu oyundan etkilenmekle beraber Osmanlı Ermeni toplumunun o dönemdeki sosyal ve kültürel durumunu çarpıcı biçimde yansıtan güçlü bir oyun yazmıştır. Bu anlama Boğos Zekiyan’ın genel anlamda Ermeni aydınlanması için yaptığı şu tespitin Baronyan için de geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
“Ermeniler modellerini kopya etmemişler, daha ziyade bunları yeni ve çoğu kez çok parlak sentezler halinde birleştirip uyumlu hale getirmişlerdir”.
EserinÖyküsü
Trabzonlu varlıklı bir tüccar olan Apisoğom Ağa (40), evlenecek bir kız bulmak üzere İstanbul’a gelir. Bu o dönemde Doğu Anadolu Ermenileri için revaçta olan bir davranış biçimidir: Okumak için Fransa ve Almanya’ya, evlenmek içinse İstanbul’a gidilir. Bavullar dolusu eşya ile Galata limanına indiğinde etrafını hamallar sarar. Aslında hiçbiri Ağa’nın arkadaş tavsiyesi üzerine bulduğu Pera-Çiçek sokaktaki pansiyonun yerini bilmez ama eşyaları yükleyip gözden kaybolurlar. Ağa tam eşyalarının peşine düşmeye hazırlanırken yerel bir Ermeni gazetecisinin yayıncısı yanına yaklaşır. Ona övgü dolu sözler söyler ve gazetesine abone olmasını ister. Ağa gazetede adı büyük harflerle yazılacak, tüm İstanbul onun gelişini duyacak, mal varlığını öğrenecek ve bu sayede zengin bir aile kızı bulması kolaylaşacak düşüncesiyle gazeteye abone olmayı kabul eder. Apisoğom Ağa’nın konaklayacağı pansiyonda ise, pansiyonun sahibesi misafir ağırlamaya hazırlanmaktadır. Hamallar Ağa’nın eşyalarını getirirler. Kadın fakirlikten ve kocasının evi geçindirmek için hiçbir şey yapmamasından yakınır. Kocası Manug Ağa kendini birkaç gün sonra yapılacak Ermeni konseyi seçimleri için lobi faaliyetlerine vermiştir. Evin ve ailesinin sorunlarına ayıracak vakti yoktur. Pansiyonda yiyecek, içecek, yakacak türünden en temel ihtiyaçları karşılamak bile mümkün görünmemektedir. Manug Ağa uzun bir listeyle alışveriş için yollara düşer ancak yolda karşılaştığı kişilerle gerek seçimler gerekse Apisoğom Ağa’nın gelişi hakkında konuşmak için zaman kaybedeceğinden gecikecektir. Apisoğom Ağa pansiyona geldiğinde Manug Ağa henüz alışverişten dönmemiştir bile. Pansiyoncu kadın onu oyalamaya çalışır ve evli olmadığını öğrenince evermeyi önerir. Ağa da buraya gelişteki asıl niyetinin bu olduğunu söyler.
Akabinde oyunun ana temasını oluşturacak olan Ağa’yı ziyaret furyası başlar: Ağa’nın gelişini Manug Ağa’dan öğrenenler ve sonra gazete ilanından okuyanlar Ağa’ya önce teker teker, sonra gruplar halinde hoş geldin ziyaretine gelirler; yolda önünü keserler, onu gittiği her mekânda takip ederler.
İlk ziyaretçi olan Rahip ölmüşlerinin canına dua tertip etmek için para alır. Hemen arkasından bir şair gelir, Ağa’nın malvarlığını sergileyecek bir pastoral şiir yazmak için para alır. Hala sofra kurulmamıştır. Ağa açtır ve evini özler; orada yemeği istediği an hazırdır ve hizmetçileri peşine gezmektedirler. Sonunda sofraya otururlar. Ağa’nın derdi yemektir, genelde yemeklerle ilgili sorular sorar. Manug Ağa ise politikadan, seçimlerden konuşur ve uzun hikayeler anlatır. Bir nevi körler sağırlar diyalogu gerçekleşmektedir. Bu durum tüm oyun boyunca sürecek ve Ağa’nın İstanbullularla anlaşması mümkün olamayacaktır.
İkinci gün, Ağa uykusuz kalmıştır ve söylenir: “Burada uyuma özgürlüğüm bile yok” çünkü ziyaretler sabahın köründen başlamıştır. Ağa’yı pansiyonda ziyaret eden fotoğrafçı onu evlenme adaylarına gösterebileceği bir fotoğrafa ihtiyacı olacağını söyleyerek ikna etmeyi başarır. Ağa bu teklifi fotoğrafta kendisine hizmet eden uşakların, tarlalarının, hayvanlarının, saatinin vb.’nin de görünmesi koşuluyla kabul eder. Ardından pansiyoncu kadının daveti üzerine Çöpçatan Kadın gelir. Ağa’nın isteyerek kabul ettiği tek ziyaretçi budur. Ağa’ya olası kız seçenekleri sunulur. Ağa hemen görmeye başlamak ister. Burada dönemin evlenecek ideal kadın tiplerinin bir ayrıntılı bir betimlemesine yer verilir. Pansiyona mektuplar yağmaya başlar ve talepler sıralanır: satın alması için kitaplar, dergi ve gazeteler için abonelikler vs… Bu sırada Doktor gelir. Avrupalarda okumuş ve kendi milletine hizmet için İstanbul’a geri dönmüştür ama millette Ermenilik bilinci olmadığı için hasta olan herkes yabancı doktorlara gitmektedir. Ağa hasta olursa adının gazetede çıkabileceğini öğrenince tedavi olmayı kabul eder.
Pansiyonda bunalıp kendini sokağa atan Ağa, Pera’da yürürken yolunu Öğretmen keser. Eğitimde yeni yaklaşımlar üzerine yazdığı kitaptan satın almasını ister. Ağa açtır, yemek yemek için bir restorana girer. Öğretmen de yemeğe kalır. Sonra Yazar, Avukat, Yayıncı vb. kişiler restoranı adeta basarlar, mali destek istemekle kalmaz bir de oturup yemek yer ve hesabı Ağaya ödetirler.
Ağa zor bela pansiyona döner. Geldiğinden beri karşılaştığı insanların yüzsüzlüğünden ve yalnız kalamamaktan yakınmaktadır. “İnsanda biraz onur şeref olur. İnsan hiç ‘Merhaba efendim, bana biraz para verin’ der mi? Buraya para saçmaya mı geldim? Bu adamları başımdan defetmek için 5-6 adam tutmalıyım” diye düşünmeye başlamıştır. Bu sırada oyuncu ve matbaacı gelir. Oyuncu bilet satın almasını ister, Ağa onu kovar. Hemen ardından matbaacı girer, oyuncudan bilet alırsa, onun da kendisine olan borcunu ödeyebileceğini söyler. Ağa’yı bilet almadığı ve oyuncuyu kovduğu için utanmazlıkla suçlar. Ağa onu başından savmak için gerekli ödemeyi yapar ve kurtulur. Pansiyonun sahibinden kapıların kilitli tutulmasını ister.
Ağa fotoğraf çektirmek üzere stüdyoya gider. Fotoğrafçı onu Berber’e gönderir. Berber Paris’te doktora yapan oğluna göndermek üzere borç para ister. O sırada Papaz gelir ve Ağa’yı bildiği birkaç hoş ve zengin kızdan biriyle evermeyi önerir. Berber ve Papaz ittifak halinde, Ağa’nın çöpçatanını devreden çıkarıp onu para karşılığı evermeyi planlarlar ama akabinde Papaz, Berberi satar ve onun aslında zenginleri soymaya çalışan bir üçkağıtçı olduğunu söyler. Bu durumu haber alan Çöpçatan Berberi basar ve büyük bir kavga başlar. Etraftakiler toplanır. Manug Ağa yetişir ve Ağa’yı bir kenara çekerek, ona bir kız bulduğunu, tek yapması gerekenin ona 50 kuruş vermek olduğunu söyler. Ağa bunu reddeder. Manug Ağa, pansiyonda kaldığı için zaten bundan fazla borcu olduğunu, kendisi için bir sürü masraf yaptığını söyler. Bu parayı vermeden hiçbir yere gidemeyeceğini söyler. Ağa eşyalarını toplamak üzere pansiyona koşar. Pansiyoncu kadın, Ağa’dan kocasının talebi nedeniyle özür diledikten sonra kendisine yanlış bilgi verdiğini, aslında 150 kuruş borcu olduğunu söyler. Ağa eşyalarını hamallara verir ve bir otele sığınır. Arkasından oyun boyunca ondan para dilenen kişiler oteli ablukaya alır ve dilenmeye devam ederler. İstanbul’a kız almak için gelen Ağa, tek bir aday dahi göremeden memleketine geri dönmek zorunda kalır.
Apisoğom Ağa
Trabzonlu, varlıklı bir tüccar olan Apisoğom, zengin ve soylu bir aileden kız almak ümidiyle İstanbul’a gelir. Baronyan oyunun başında onu şöyle tasvir eder:
“Bu yolcuya, Apisoğom Ağa’ya, bir çift kocaman kara göz, bir çift uzun, kalın kara kaş, bir çift koca kulak bahşedilmiştir (ve de bir çift burun… Hayır, hayır, sadece bir burnu vardır elbette fakat kolaylıkla iki burun gibi görülebilir; yani boyutuyla ve çeşitli yönleri göstermesi sebebiyle kafa karışıklığına yol açabilir.) Gözlerinde öyle bir bakış vardı ki işbilir bir yönetmen onu gördüğü an oyunlarından birinde rol vermek için üzerine atlardı, hele de açıkta kalan bir aptal rolü varsa.''
Böyle bir karakter esas olarak İstanbul’da yaşayan Ermeni entelijensiyası ile karşıtlık içerisine kullanılmak üzere yaratılmış gibidir. Apisoğom Ağa sık sık onur, şeref namus gibi feodal erdemlerden bahsederken İstanbul’da karşılaştığı mürekkep yalamış kişiler maddi çıkarların peşinde koşmaktan bu tür değerlere ehemmiyet vermez hale gelmişlerdir. Apisoğom kültüre, sanata ve politikaya prim vermez. Bunlar ancak kişinin şanına katkı sundukları ölçüde değerlidir. Zaten Apisoğom’un en büyük zaafı kişisel onura ve şana verdiği abartılı önemdir. İstanbul’un fırsatçı tiplemeleri de onun bu zaafından yararlanmayı bilirler. Dolayısıyla Apisoğom aslında İstanbul’un üç kağıtçı sanatçı ve esnafları arasında zor duruma düşer ve mağdur olur. Ama Baronyan onu hiçbir zaman acınacak ya da empati duyulacak bir karakter olarak göstermez. O da tüm, kaba anlamda, feodal ve muhafazakar değerleriyle “kurnaz” bir taşralı olarak Baronyan’ın eleştiri oklarından kurtulamayacaktır. Baronyan, dilencilerin sahtekarlığını eleştirirken aslında Apisoğom Ağa gibi tiplerin kendi çıkarları için bu tür tavırlara prim vermesini de eleştirir. Apisoğom Ağa, oyun boyunca kendi kendine yaptığı konuşmalarda, bu dilencilere verdiği parayı kendi lehine nasıl çevireceğinin planlarını yapar:
“Bu yayıncının düşündüğü gibi önemli bir adam olduğumu bilmiyordum doğrusu. Ama tabi ki o büyük bir adamın nasıl bir şey olduğunu daha iyi bilir, çünkü o bir yayıncı ve iyi eğitimli. Yarın gazetede benim hakkında yazılanları okuyan herkes heyecanlanacak ve beni görmek isteyecek. Pazar kıyafetimi giymeliyim ve saatimle zincirimi takmalıyım. Hizmetçilerimi de yanımda getirseydim keşke. Ama nerden bilebilirdim ki? Yarın herkes çok önemli bir adamın, soylu, ilim irfan sahibi bir dilbilimcinin İstanbul’a gelmiş olduğunu öğrenecek. Kadınlar kocalarına şöyle diyecekler: “Hadi bizim kızla çöpünü çatalım”. Ve kocaları da şöyle diyecek: “Apisoghom Ağa onu kabul eder mi? O zengin aileden bir kız ister.” Bu cevap kadınları üzecek ve karı koca kavgaları başlayacak, büyük kavgalar kopacak ama bana ne? Gazetede ismimin görülmesinin en azından iyi bir sonucu var; hemen zengin bir kız bulmama yardımı olacak. İstanbul’a gelmemin nedeni de buydu zaten…. evlilik.”
Dilenciler
Oyunda İstanbul entelijensiyası Ermeni aydınlanmasının değerlerinden uzaklaşmış, maddi çıkarlar peşinde koşan dilenciler olarak resmedilmektedirler. Bu grubun içerisinde her meslek grubundan insan vardır: Editör, Yayıncı, Öğretmen, Doktor, Avukat, Şair, Oyuncu, Fotoğrafçı, Berber, Matbaacı ve kanaat önderleri olarak Rahip ve Papaz. Hemen hepsi Ermeni ulusunun ilerlemesini savunan milliyetçi bir söylem kullanırlar; milletleri için çalıştıklarını ancak kadirlerinin kıymetlerinin bilinmediğinden yakınırlar. Bu karakterler arasında Baronyan’ın sempati beslediği veya umur vaat ettiğini düşündüğü tek bir unsur bile yoktur. Oyunda ortaya konduğu kadarıyla Baronyan’ın Ermeni aydınlanma hareketinden bir umudu kalmamıştır. Yüz yıllık tarihi olan aydınlanma başarısız olmuştur ve bu alanın aktif unsurları ya ciddi yozlaşma içine girmişlerdir ya da sefilliğe mahkûm olarak acınası hale gelmişlerdir. Milletin derdi aydınlanmak veya bu alana yatırım yapmak değildir. Ermeni milletinin varlıklı kesimi ise kendini Batılı tarzda bir eğlence/tüketim kültürüne teslim etmiş ve milli aydınlanma bilincini kaybettiği gibi aydınlanma çalışmalarından maddi ve manevi desteklerini çekmişlerdir.
Bir Rant Olanağı Olarak Politika
Oyunda Apisoğom Ağa’nın evinde kaldığı Manug Ağa ve karısı yoksulluk nedeniyle evlerini pansiyona çevirmişlerdir. Koca çalışmaz, zamanını çok yakında yapılacak Ermeni konseyi seçimleri için lobi faaliyetlerine ayırmaktadır. Karısı Manug Ağa’dan şöyle yakınır:
“Lanet olsun benim kocama. İşe gitmiyor, akşama kadar kahvede oturup Ermeni politikası tartışıyor. Evin odalarını tanımadığım insanlara kiralamak zorunda kalıyorum ve böyle sıkıntıya düşüyorum. Bir parça anlayışı olsaydı, şimdi kraliçeler gibi yaşardım. Çocuğum yok, başka derdim de yok. Ama onun tek düşündüğü o temsilciyi seçmek diğerini defetmek. Hadi bizi perişan eden şu temsilcilerin nereden geldiğini Allah biliyor. Ama size ne oluyor? Bırakın ne istiyorlarsa yapsınlar. Memleketin bütün sorunlarını çözmek size mi kaldı?”
Oyunun geçtiği dönemde ülkede çok ciddi bir yoksulluk yaşandığı anlaşılmaktadır. Pansiyoncu kadının kocasını alışverişe gönderirken söylediği sözlerden anladığımız kadarıyla, yiyecek, evi ısıtacak, gece evi aydınlatacak hiçbir şey yoktur. Kadın, evi pansiyona çevirmekle bir gelir kapısı açmayı düşünmüştür. Manug Ağa ise evde pek durmaz. Ama bizim oyundaki repliklerden anladığımız kadarıyla konsey seçimlerinde, aday destekleme rantları sayesinde yemekli toplantılara katılarak, kendi adayını desteklemeye ikna edilmek üzere yemeklere götürülerek, aslında minimum insani ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Kadının bunlardan mahrum olduğunu görürüz. Yine Manug Ağa’nın aktarımından, onun iki arkadaşının da benzer hayatlar sürdüğünü öğreniriz. Baronyan gündelik hayatın en temel sorunlarını çözemeyen, kendi evlerine ekmek bile götürmekten aciz bu “hazır yiyici” kesimin politikaya girerek millete hizmet için aday olmalarını ağır biçimde eleştirir. Bu tipolojinin örneklerinden birisi olan Vekil Mardiros’un karısı, bu seçim tartışmaları sürerken doğum yapmış, “bir erkek çocuğu doğurmuş ama ölümlerden dönmüş”tür. Manug Ağa alışverişe giderken yolda Mardiros’un kızı Agavni ile karşılaşır. Annesi rahatsızdır ve çocuk soluk soluğa ebeye haber vermek üzere yollara düşmüştür. Babası ise ortalıklarda yoktur. Her şeye rağmen Baronyan’ın yozlaşmışlıklarını en az eleştirdiği, en insaflı davrandığı odak budur. Çünkü yoksulluğun en ağır yaşandığı odak da budur.
Kadınlar
Oyunun kadın tiplemeleri açısından çok zengin olduğunu söylemek zor olmakla beraber özellikle Çöpçatan tiplemesi ile İstanbul’da modernleşen Ermeni kadınlarının yaşam biçimlerine dair bazı değerlendirmeler yapmak mümkündür. Çöpçatan, zengin bir aday olarak Apisoğom’a elindeki olası kızların özelliklerini sayar: Kimi kızlar zengin ailelerden gelirler, iyi bir eğitim almışlardır, piyano çalar, şarkı söyler ve dans ederler; ama bu tipler kocalarına hizmet etmeyi sevmezler ve genç bir aday çıktığında kocalarını hemen aldatabilirler. Diğer bir kadın tipi kendini tümüyle kocasına adar ama o da köle gibi hizmet etmek dışında bir şey yapmaz. Baronyan bu sahnede gerçekte zengin erkeklerin bir cariye alıyormuşçasına evlenecek kızlar aramasını alaya almaktadır. Sonuçta bu anlayışla bir aile kurulmamakta sadece bir tür iş anlaşması yapılmaktadır. Aynı zamanda bir muhasebeci olan yazarın araya girerek yaptığı şu ironik değerlendirme bunun en iyi kanıtıdır:
“Aslında Çöpçatan’ın söylediklerinde hiçbir mübalağa yoktur. Bir ara yazar, sadece meraktan, tanıdığı evli bir adamın romantik münasebetlerinin bir çetelesini tuttu. Yıl sonu muhasebesi için defteri kapatmak üzere geri dönüp baktığında bu adamın ahlakı olarak iflas ettiğini gördü. Yazar bu adamla ilgili hesap tutmayı o anda bıraktı ama toplum içinde büyük saygı görmeye ve örnek bir kişilik olarak parmakla gösterilmeye devam etmesi üzerine merakı yeniden depreşti ve adamın muhasebe defterini yeniden açtı ve gördü ki bu adamın karısı onun malvarlıkları arasında listelenmiş. Böyle bir sürü adam var. Evlilik muhasebeleri içinde kimi karısını genel harcama kalemi altında, kimisi mefruşat kalemi, kimisi ise hane içi harcamalar kalemi altında listelerler. Bazıları karılarını yanlarında “alınabilir” mal olarak taşırken, bazıları da “satılabilir” mal olarak taşırlar. Evlilik münasebetlerinde karılarını partnerleri olarak gören erkek sayısı pek azdır”.
Baronyan’ın bu konudaki eleştirisi dönemin kadın hareketinin savunucularının argümanlarıyla uyum içerisindedir. Sonuçta Baronyan modern dünyada kadının alınıp satılan bir mal olarak görülmesine karşıdır. Bu bağlamda Apisoğom’un evliliğe ticari bir meseleymiş gibi yaklaşması onun “kazıklanması” için daha baştan bir fırsat yaratacaktır. Nitekim, Çöpçatan ile diyalogunda bu konudaki “görgüsüzlüğünü” gayet açık bir şekilde ortaya koymuştur:
ÇÖPÇATAN: Evlilik çok hoş bir şeydir. Doğru kızı bulursanız, her gününüz cennetteymiş gibi geçer.
APİSOĞOM AĞA: İşte bu yüzden evlenmek istiyorum.
ÇÖPÇATAN: Ama şansınız yaver gitmezse her gününüz cehenneme döner.
APİSOĞOM AĞA: İşte bu yüzden evlenmekten korkuyorum.
ÇÖPÇATAN: Siz ünlü bir şahsiyet olduğunuz için varlıklı bir aile kızı istersiniz herhalde.
APİSOĞOM AĞA: Evet evet, varlıklı aile olsun.
ÇÖPÇATAN: Tamam bu yönde ilerleyeceğim. Efendimiz Fransızca bilirler mi?
APİSOĞOM AĞA: Varlıklı aileden kız almak için Fransızca bilmem mi gerekir?
ÇÖPÇATAN: Evet, çünkü varlıklı ailelerin kızları Fransızca konuşurlar. Ve eğer kocalar karılarının konuştukları dili anlamazlarsa kıskanırlar.
APİSOĞOM AĞA: Tamam öğrenirim.
ÇÖPÇATAN: Ayrıca, bir evlilikte kocalar karılarından daha az şey biliyorlarsa o evlilikte mutluluk olmaz.
APİSOĞOM AĞA: Haklısınız. Eksikliklerimi tamamlayacağım.
ÇÖPÇATAN: Efendimiz Avrupa müziğinden anlarlar mı?
APİSOĞOM AĞA: Hiç! Çok sıkılırım.
ÇÖPÇATAN: O halde karınız piyanoda saatlerce Avrupa müziği çaldığında ne yapacaksınız?
APİSOĞOM AĞA: İzin vermeyeceğim. Bu benim için bir azap.
ÇÖPÇATAN: Ama onun için bir zevk.
APİSOĞOM AĞA: Niye bir kadın kocasının başını ağrıtmaktan zevk alsın ki!
ÇÖPÇATAN: Niye bir koca karısının zevk aldığı bir şeyi reddetsin ki!
APİSOĞOM AĞA: Olay bu noktaya geliyorsa ben evlenmiyorum.
ÇÖPÇATAN: Ama çözümü basit. Tek yapmanız gereken piyano çalmayı öğrenmek.
APİSOĞOM AĞA: Öğrenebilir miyim dersiniz?
ÇÖPÇATAN: Neden olmasın? Sizin çalmayı öğrenmeniz, karınızın çalmayı unutmasından daha kolay.
APİSOĞOM AĞA: Tamam bir çaresine bakarız.
ÇÖPÇATAN: Bunları size söylüyorum çünkü şöhretimin hiçbir şekilde zarar görmesini istemiyorum. Başta her şeyi açık açık söylemeliyim ki sonrasında şikayete mahal verecek hiçbir şey kalmasın. Her sınıftan kız tanırım: üst, orta, alt. Bunların hepsine iş yaptım. Efendimiz cüzdanına bakmalı ve “şu sınıftan bir kız istiyorum” demeli. Elbette üst sınıftan kız almak pahalıya patlayacaktır. Orta sınıf daha hesaplı olur, alt sınıfsa pek masraf çıkarmaz.
APİSOĞOM AĞA: Ucuz bir şey olsun istemiyorum.
ÇÖPÇATAN: Güzel. Sarışın mı olsun, esmer mi?
APİSOĞOM AĞA: Sarışın severim.
ÇÖPÇATAN: Mavi göz, siyah göz.
APİSOĞOM AĞA: Biraz düşüneyim. Siyahı da severim maviyi de.
ÇÖPÇATAN: İkisi bir arada olmaz. Ya mavi ya siyah. Bir gözü mavi diğeri siyah olan kız tanımıyorum.
APİSOĞOM AĞA: Tamam mavi olsun o halde.
ÇÖPÇATAN: Boyu, saçları?
APİSOĞOM AĞA: Uzun, uzun olsun.
ÇÖPÇATAN: Beli?
APİSOĞOM AĞA: İncecik olsun. Ama sıska birini istemem. Yürüdü mü eti budu sallansın.
ÇÖPÇATAN: Anladım. Şimdilik bunlar yeterli. Böyle bir kız tanıyorum. Çok iyi huylu ve erdemli. Ve kocasına tapacak cinsten.
APİSOĞOM AĞA: İşte tam da böylesini arıyorum.
ÇÖPÇATAN: Belki de sizin adınızı söylediğim anda size aşık olacak. Ona göstermek üzere bana bir resminizi verin.
APİSOĞOM AĞA: Yarın gelecek. Varlıklı bir aileden değil mi?
ÇÖPÇATAN: Evet.
APİSOĞOM AĞA: Babası zengin değil mi?
ÇÖPÇATAN: Çok zengin ama bununla övünmez.
APİSOĞOM AĞA: Bir sürü dükkanı var mı?
ÇÖPÇATAN: 20 tane.
APİSOĞOM AĞA: Evleri?
ÇÖPÇATAN: Kırk tane.
APİSOĞOM AĞA: Güzel. Yarından sonra hemen gidip görelim.
Ekonomi ile Yükselen Kültür, Ekonomi ile Batar
1880’li yıllarla birlikte kendisini sansürler ve yasaklamalar ile göstermeye başlayan yeni bir dönemin açıldığını ve Abdülhamit iktidarı ile birlikte istibdat döneminin başladığını söylemiştik. 1850’li yıllar sonrasında etkisini daha belirgin bir şekilde göstermeye başlayan ulusal aydınlanma hareketleri ve demokrasi mücadeleleri sahip olduğu idealizmi ve romantizmi kaybetmeye başlamış ve nihilizan yaklaşımlar baskın olmaya başlamıştı. Baronyan bu oyununda bu konuyu ekonomik arka plana vurgu yaparak gösterir. Daha önce Baronyan’ın yaşadığı dönemde Ermeni toplumunun Osmanlı ülkesinde yaşanan ekonomik liberalizmin etkileriyle zenginleştiğini ve bu yeni zengin kesimin Ermeni aydınlanmasının en önemli sponsorları olduklarını söylemiştik. Ancak 1880’lerle birlikte ülkede yaşanan ekonomik kriz doğrudan doğruya kültür alanını vurmuştur. Sonuçta bir dönemin aydınlanma hareketinin özneleri olan İstanbul entelijensiyasını dilenci durumuna düşüren en önemli etken budur. Özellikle Osmanlı’nın ithalata dayalı dış ticaretinin ilk durağı olarak İstanbul’da yaşanan ahlaki ve moral çöküntünün nedeni arka planda büyük ölçüde ekonomik krizle bağlantılandırılır.
Sonuç
19. yüzyılda Osmanlı devletinin ve halkalarının büyük bir dönüşüm geçirdikleri bir dönemde yaşayan ve edebiyat, yayıncılık ve tiyatro alanlarında faaliyet gösteren Hagop Baronyan kendi döneminin en önemli tanığı olmasını sağlayacak eserlere imza atmıştır. Ermeni aydınlanmasının altın çağını yaşadığı bir dönemde İstanbul’a gelmiş, o aydınlanmanın en önemli nimetlerinden yararlanmış ancak ilerleyen yıllarla birlikte onun sorumsuzca tüketilmesini gözlemleme fırsatını bulmuştur. 1880’lerden sonra yazdığı oyunlarla bu tükenişin getirdiği yozlaşmayı tiyatro sahnesine taşımayı amaçlamıştır. Teatral bir roman olan Haşmetlü Dilenciler bu çabanın en önemli örneklerinden birisidir.
|