(Kaynak: T.C. MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ / SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ / DEVLET KONSERVATUVARI MÜZİKOLOJİ ANABİLİM DALI GENEL MÜZİKOLOJİ BÖLÜMÜ /TÜRKİYE’YE MÜZİKLİ SAHNE SANATLARININ GİRİŞİ- DİKRAN ÇUHACIYAN ÖNCESİ VE SONRASI /Yüksek Lisans Tezi / Özgecan KARADAĞLI)
TÜRKİYE’YE MÜZİKLİ SAHNE SANATLARININ GİRİŞİ-
DİKRAN ÇUHACIYAN ÖNCESİ VE SONRASI
2. OPERA SANATI İLE İLK TEMASLARIMIZ
Osmanlı İmparatorluğu’nda, 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat
Fermanı ile başlayan Batılılaşma politikaları, özellikle sosyal yaşamda önemli
değişikliklere neden oldu. XVIII. yüzyılın ilk yarısından itibaren Batı’ya yönelik
yeni bakış açısı ile kültür kurumlarında ve gündelik yaşamın çeşitli alanlarında
görülmeye başlanan Batılı unsurlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun sanat
yaşamını da etkiledi. Bunun sonucu olarak meydana gelen değişimlerin en
belirgin etkilerini, plastik sanatlar, mimari ve müzik sanatı içerisinde görmek
mümkündür. Bu dönem içinde, yazılan tiyatro eserleri, müzikâller, operetler
gibi Batı müziği türleri özellikle aydınlar tarafından çok benimsendi. Tanzimat,
sanatta ve diğer alanlarda yaşanan bu “yenileşme“ kararı ile, “Batılılaşma”nın
resmen ilanıdır. Tanzimat Döneminde başlayan bu yönelim, 1908 yılında başlayan II.
Meşrutiyet’te de devam eder. Bu dönemde alevlenen özgürlük düşüncesi
sanat hayatına yansımış ve ileride kurulacak olan Cumhuriyet’in adeta bir
habercisi olmuştur. Kısa bir dönemi kapsamasına rağmen İstibdat döneminin
ardından gelen Meşrutiyet sanat hayatını oldukça hareketlendirmiş, özgürlük
özleminin dile getirildiği platform olan sahne sanatları büyük ilgi görmüştür.
Tanzimat dönemine nazaran II. Meşrutiyet’te sahne sanatlarında daha çok
dönemin fikir akımları hakim olsa da müzik, tiyatro ve müzikli oyunlar eğlence
vasıtası olma özelliğinden çok da sıyrılamamıştır. Bu dönemlerin aksine
Cumhuriyet döneminde sanat yeni devletin kültür politikalarının dışa vurumunda kullanılan en etkin araç olmuştur. Cumhuriyet döneminde sanat, Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinden farklı olarak, yeni kurulmuş ülkenin kültür politikalarının ayrılmaz bir parçasıdır. Müzikli sahne oyunları ile yeni kültür ve ulusal ruh’un özümsenmesi amacı güdülmüş, bu amaç çerçevesinde çağdaş Cumhuriyet’in
kültür hedeflerinin, görsel unsurlar ve müziğin kitleler üzerindeki etkisi kullanılarak belleklerde resmedilmesi sağlanmıştır.
2.1. Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı Müziği
Osmanlı ile Batılı devletler arasındaki ilk ilişkiler II. Mehmet zamanında,
Avrupa’dan dönemin ünlü mimar ve ressamlarının İstanbul’a davet edilmesi
ve kendilerinden yararlanılması şeklinde olmuştu; fakat bu dönemde müzik
alanında bir ilişki henüz söz konusu değildi. Batı müziği ile ilgili
belgelendirilebilen ilk ilişkiler ise İstanbul’un fethinden yaklaşık bir yüzyıl sonra
başladı. Bu tanışma, bale-pandomim, opera gibi, gösteri ya da sahne sanatları aracılığı ile gerçekleşti. 1543 yılında, İspanyollara karşı gerçekleştirilen Osmanlı- Fransa Antlaşması’ndan sonra, Fransa Kralı I. Louis François’nın, teşekkür etmek amacı ile Kanuni Sultan Süleyman’a yolladığı hediyeler arasında bir orkestra da bulunur; ancak orkestra üyeleri, sarayda verdikleri üç konserden sonra, hediyeler verilerek Kanuni Sultan Süleyman tarafından ülkelerine geri gönderilir.
Batı müziği ile ilk münasebet olarak bu orkestranın gelişi kabul edilir ancak
bu olayın daha öncesinde de karşılaştığımız örnekler mevcuttur. 1524’te
Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul’daki İtalyanlar, İtalyan devletleri
arasında sağlanan barış antlaşmasını kutlamak üzere düzenledikleri şenlik
çerçevesinde, Venedik Balyosu’nun1 evinde bir de bale gösterisine yer
vermişler, gösteriye Türkler de seyirci olarak katılmışlardı.
Batı müziği ile ilişkiler çok sıcak görünmemesine karşın, Osmanlı
padişahları, halkı eğlendirmek için saray düğünlerine Avrupa’dan topluluklar
davet ederlerdi. 1562 yılında, II. Murad’ın kız kardeşi ve Sokullu Mehmet
Paşa’nın eşi Esmâ Sultan, Atmeydanı’nda özel bir oyun düzenlenmesini
emretmişti. Bu gösteri için özel hazırlanmış Hıristiyan köleler, İspanya’dan
İstanbul’a göç etmiş Yahudiler türlü eğlenceler düzenlemişler, Moreska2 ve
Matezina3 danslarını oynamışlardı4. Bu köleler müzisyenlerin de katılımıyla
Diana ve Cupido’nun öyküsünü canlandıran bir mitolojik pandomim gösterisi sunmuşlardı5. 17. yüzyılda, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, IV. Mehmet’in küçük şehzadelerinin sünnet ettirilmesi ve kızı Hatice Sultan’ın İkinci Vezir Mustafa
Paşa ile evlendirilmesi dolayısı ile Edirne’de düzenlenecek eğlenceye
Venedik’ten bir opera topluluğu davet etmek istemiş, fakat zaman darlığı
sebebi ile bu plan uygulanamamıştır. Ancak düzenlenen eğlencede Batı
müziğine yine de yer verilmiş, orglar çalınmıştır6. Yurtdışına gönderilmiş olan Osmanlı elçileri görev yerlerine giderken ve gittikleri yerlerde gördüklerini bir rapor halinde yazarlardı. Bu yazılara “sefaretnâme” denirdi. O dönemde bu sefaretnâmeler, Batı ülkelerini Osmanlı cemiyetine tanıtması açısından büyük önem taşırdı.
III. Sultan Ahmed’in, Fransa Kralı XV. Louis nezdine elçi olarak yolladığı
Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, Paris Sefaretnâmesi’nde, yalnızca politik
ve diplomatik konulara yer vermemiş, Fransızların gündelik yaşantısını ve
Batı Medeniyetini anlatması bakımından oldukça ilgi çekmiştir. 1737 tarihinde
İbrahim Müteferrika Matbaası’nda kitap halinde basılan sefaretnâme, özellikle
Batı sanatını tanıtması açısından oldukça faydalı olmuştur. Yirmisekiz Çelebi
Mehmet Efendi, sefaretnâmesinde Paris’te Saray Operası’nda izlediği bir
Lully operası temsilini detaylarıyla anlatır. Bu anlatım, İstanbul’daki aydın
çevrenin oldukça ilgisini çeker.
“Paris şehrine mahsus bir oyun var imiş. Opera derler imiş.
Acayip san’atlar gösterirlermiş. Ol şehre mahsus imiş. Şehrin
kibarları varırlar, Vasi dahi ekseriya varır, kral bile ara sıra gelir imiş
bir gün bizi Vasi Merşal davet eyledi. Anı seyre gidecek olduk.
Vasinin sarayına bitişik bir yere vardık. Ol saray mahsus pâre için
yapılmış. Rütbesine göre herkesin mahsus oturacak yerleri var.Bizi
Kralın oturduğu yere götürdüler. Kırmızı kadife ile döşenmiş idi.
Vasi Merşal dahi gelmiş, yerinde otururdu.Her taraf erkek ve kadın
ile baştan başa dolmuş idi. Ve yüzden fazla çeşitli saz hazır idi.
Akşama bir saat var idi. Her tarafı kapalı olmakla birkaç yüz
balmumu be billûr avizelerle hesapsız mumlar yanmış idi. Ol mahal
ziyade tekellüflü yapılmış olup cümle trabzanları ve direkleri ve dört
yanı ve tavanı halkâri olup gelen kadınlar ipekli kumaşlara ve
cevahirlere garkolmuş bulunup mumların alevinden öyle bir şaşırtıcı
parlaklık meydana gelmiş ki tâbir olunmaz. Önümüzde sazendelerin
olduğu mahalde,işlemeli bir büyük perde asmışlardı. Tamam
yerleşildikten sonra birden bire ol perde kaldırılup ardından bir
büyük saray zuhur eyledi. Bunun aslı bir hikayeyi canlı göstermek.
Her hikayeyi bir kitap edüp basmışlar. Hepsi otuz kitap olmuş. Her
birinin adı var. Her mecliste bir başka hikayeyi henüz oluyormuş
gibi gösterdiler Bizim olduğumuz mecliste bir padişah var imiş. Bir
başka padişahın kızına aşık olup istemiş. Amma kızı dahi bir başka
padişahın oğluna aşık imiş. Aralarında geçen halleri ayni ile
gösterdiler. Mesela padişah kızın bahçesine varacak oldu.
Önümüzdeki saray bir anda kaybolup yerinde bir bahçe zuhur etti ki
limon ve turunç ağaçlarıyle dolu idi. Ve bir vakit oldu ki, dua için
kiliseye varacak oldu. Ol bahçe yerinde gerçekten bir büyük kilise
peydâ oldu. Aralarını soğutmak ve ayırmak için sihirbaza müracaat
iktiza edüp türlü türlü sihirler gösterüp ateş oyunları ettiler.Ve atlı bir
asker ile cenkler gösterdiler; gökten bulut ile âdemler inüp ve
yerden âdemler uçurdular.Sözün kısası ol kadar şaşılacak şeyler
gösterdiler ki, tâbiri kabil değildir. Gök gürlemeleri ve şimşekler
gösterdiler. Görülmedikçe inanılmayacak acayiplikler ve gariplikler
temâşa olundu. Hele aşk hallerini öylesine gösterüp icrâ ettiler ki,
gerek padişahın ve gerek kızın ve gerek kralzadenin tavır ve
hareketlerine bakıldıkça insanın acıyacağı gelirdi. Bu opârenin kibar
takımından bir itibarlı kimse Nazırı var. Masrafı çok bir sanat
olmağla gelirini dahi düşünmüşler ve büyük devlet malı bağlamışlar.
Çok şey hâsıl olur imiş. Ve bu şehrin hussusiyetlerinden imiş. Üç
saat kadar vakitte opâre tamam olup yine hanemize gelüp karar
eyledik.”7
Sözleri ile operayı anlatır. Ayrıca bu sefaretnâme ile bize aktardıkları,
müziğin, Fransa’daki yerini de ortaya koyar. Türk aydınlarına müzikli sahne
oyunu-opera hakkında bilgi veren ilk kaynak, bu sefaretnâme olmuştur.
Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in, opera seyreden ilk Türk olma özelliğini de
gözardı etmemek gerekir.
I. Mahmut’un Avusturya’ya ortaelçi olarak yolladığı Tuğrâkeş ve Nişancı
Mustafa Hattî Efendi ile dokuz yıl sonra başka bir Türk elçisi, 1757-58 de
komedya ve opera üzerine kısa bilgi vermektedir. Ahmet Resmî, Avusturya
operasından ayrıntılı şekilde bahseder, daha sonra tekrar III. Mustafa
tarafından Prusya’ya yollanır. Bu sefaretnâmesinde Berlin’de seyrettiği bir
operadan çok daha ayrıntılı bahseder. XIX. yüzyılın başında Sultan III.
Selim’in St. Petersburg elçisi Rasih’in yazdığı sefaretnâmede de opera
temsillerinden söz edilir; ancak daha sonraki sefaretnamelerde, opera artık yeni sayılmadığından olacak, konuya pek değinilmemiştir. III. Selim, merak ettiği Batı müziğini ilk olarak kızkardeşi Hatice Sultan’ın sarayında dinlemiş ve hoşlanmıştı; Topkapı Sarayı’nda bundan böyle Batı müziği opera, bale, dans yer aldı. 1797 Mayısında da Avrupa’dan gelen bir opera topluluğu padişah huzurunda ilk kez bir opera sahneledi.8 Sırkâtibi Ahmet Efendi tarafından tutulan Ruzname’de olay kaydedilmiş ve şu ifadelerle aktarılmıştır:
“Ertesi altıncı çahar-ı şenbih günü Topkapu’ya nuzul ve gice
Topkapu’da Aga yerinde opera nam muzahref müla’abe-i efrenci
izhar eyleyen cend nefer frenglerin temaşa ettirdikleri müla’abe-i
çengiyane ve etvar-ı efrancaneleri sohbetleri ve dimağı zükem
eyliyen is ve pasları ve tüfenglen tezkarıyla eğlenildi”9
1794’te, Yeniçeri Ordusu’nun yanında kurulan Nizam-ı Cedid birliklerinin
günlük eğitimlerinde kullanılmak üzere, Fransız subaylarının girişimi ile bir
boru- trampet takımı meydana getirildi. Ancak bu topluluk, askerin eğitimi ile
ilgileniyordu ve bir bando değildi. XVIII. yy’ın sonları ile XIX. yy’ın başlarında
Osmanlı kurumlarının yenilenmesi yolunda III. Selim’in reform çalışmaları,
daha muhafazakar çevrelerin tepkileri ile karşılandı. Kabakçı Mustafa’nın
önderlik ettiği ayaklanma sonunda, III. Selim hayatını kaybetti ve kurduğu
Nizam-ı Cedid Ordusu dağıtıldı.
Batı’yla yoğunlaşan yakınlaşma, II. Mahmut’un saltanatı döneminde daha
da hız kazandı. II. Mahmut, III. Selim’in sonunu getiren yenileşme, kurumların
yeniden yapılandırılması fikirlerini benimsedi ve uyguladı. Tasarladığı
yeniliklere girişmeden önce, artık her türlü yeniliğe karşı çıkan, XVI.yy’ın
sonlarından beri mevcudu iyice artan, disiplini bozulmuş ve karışıklık yuvası
haline gelen Yeniçeri Ocağı’nı, 15 Haziran 1826’da bir başkaldırma girişimi
sırasında tamamen ortadan kaldırdı. Bu olay tarihe “Vak’a-i Hayriye” yani
“hayırlı olay” olarak geçti.10
II. Mahmut, “Vak’a-i Hayriye”den sonra, yapmayı planladığı yenilik
hareketlerini hayata geçirdi. Bu yenilikler özellikle, eğitim, toplum hayatı, hükümet kurumları ve askerlik alanında oldu. Kanlı bir hareketle ortadan
kaldırılan Yeniçeri Ocağı’nın yerine Batı tarzında Asakir-i Mensure-i
Muhammediye kuruldu, Yeniçeri Ocağı’nın bir uzantısı gibi görünen
Mehterhane de kaldırıldı. Mehterhane’nin yerine, Batılı düzendeki askeri
mızıka takımı olan bandonun kurulması çalışmaları başladı.
2.2. Muzika-i Hümayun
Haziran 1826’da, bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Taşkışla
binasında “Muzıka-i Hümâyûn” adlı Türk ve Batı müziği bölümlerinden oluşan
bir teşkilat kuruldu.11
Bünyesinde aynı zamanda Saray Bandosunu, Saray Orkestrasını ve bu
bölümler için sanatçı ile öğretmen yetiştiren Muzika-ı Humayun Mektebini de
barındırıyordu. Kuruluş yıllarında Sultan II. Mahmut, Muzıka-i Hümâyûn’un
saraya mensup gençlerden kurulmasını emretmişti. Bu sebepten Enderun’a
bağlı gençler, bu ilk bando için yetiştirilmeye başlandı. Mehterhane, Türk müziğinin en önemli ve en eski kurumlarından biriydi.
Askeri mehterhanenin dışında bir de esnaf mehterleri bulunurdu. Mehter
esnafı mehter sazları çalarak düğünlerde, derneklerde halkı eğlendiren ve bu
yolla geçimlerini sağlayan müzisyenlerdi. Esnaf mehterleri, “mehterbaşı” adı
verilen bir loncaya bağlı olarak çalışıyorlardı. Savaş dönemlerinde mehter
miktarını iki katına çıkarılması mehter esnafının katılımıyla sağlanabiliyordu.
Mehter esnafı resmi mehterhanenin bütün havalarını vurabildiği gibi asıl
meslekleri olan eğlence müziğini de icra ediyorlardı. Müzik esnafı olup savaş
sırasında ordu mehter takımlarında görev alan müzisyenlerin askeri mehtere
katılımı, askeri müzik repertuvarını geliştirmiş, sadece savaş ve yürüyüş
havaları çalan bir askerî müzik topluluğu değil, peşrev, saz semaisi, saz,
nakış, murabba, semai gibi söz eserleriyle oldukça geniş repertuvara sahip bir
açık hava orkestrası niteliği haline getirmişti12. Kurulan Muzıka-i Hümâyûn’da, bir gelenek olmadığı için kısa sürede ortaya bir repertuvar sorunu çıktı. 1826-1828 yılları arasındaki ilk dönemde çalınan parçalar sadece yürüyüş ritmini düzenleyen ve ezgi niteliği taşımayan parçalardı. Konser vermek amacı ile gelen müzisyenlerin ya da Batılı bestecilerin besteledikleri marşlardan zaman içinde bir repertuvar oluştu13.
Muzıka-ı Humayun, kurulduğu ilk yıllarda bünyesinde yalnızca bando ve
temel müzik öğrenimi bölümlerini barındırıyordu. Daha sonra Fasıl Heyeti ve Müezzinan bölükleri de kuruma eklenmiş ve bir
Türk Müziği Bölümü oluşturulmuştu. Bunun ardından Fasıl Heyeti, Fasl-ı Atik
ve Fasl-ı Cedid olmak üzere ikiye ayrılmıştır. II. Abdülhamit döneminde
Muzika-ı Humayun’a opera- operet, tiyatro, ortaoyunu, hokkabaz, canbaz,
karagöz ve kukla bölümleri de eklenmiştir. Bu gruplara bir dönem Mandolin
takımı da katıldı. Bu bölümleri biraz daha yakından incelersek:
2.2.1 Fasl-ı Atik
Bu topluluk geleneksel fasıl anlayışını koruyordu. Geleneksel Türk müziği
enstrümanları olan tanbur, ud, ney gibi sazlar kullanılıyor ve klasik Türk
müziği örnekleri seslendiriliyordu. Bu bölümde Türk müziğinin önemli
bestecileri hanendeleri ve enstrümancıları görev almışlardır. Bazı besteciler
klasik Batı müziği etkisinde eserler yazmışlardır. Bu gruba dahil önemli
sanatçılar arasında, Dede Efendi, Dellalzade, Haşim Bey, Rıfat Bey, Hacı Arif
Bey, Latif Ağa, İsmail Hakkı Bey, Lütfi Bey, Şekerci Cemil Bey ve Nuri Halil
Poyraz sayılabilir14.
2.2.2 Fasl-ı Cedid
Bu grup, çok önemli sanatsal çalışmalar yapmamış; fakat yaptıkları çok sesli
Türk müziği denemeleri ile halka klasik Batı müziğini sevdirmeye
çalışmışlardır. Fasl-ı Cedid, Zeki Üngör’ün dedesi Miralay Santuri Hilmi Bey,
Binbaşı Pazı Osman Bey ve Hamidiye, Mecidiye, Hamidiye Marşlarının bestecisi Binbaşı Faik Bey tarafından kurulmuştur. Burada Türk müziği
sazlarının yanında keman, viyolonsel, gitar, trombon, mandolin, flüt,
kastaniyet ve zil gibi batı müziği enstrümanları da kullanılıyordu. Topluluğun
10-15 kişilik bir hanende grubu mevcuttu. Fasl-ı Cedid’de Rıfat Bey ve Hacı
Arif Bey’in eserleri, bazı klasik Türk müziği parçaları, armonize edilmiş
köçekçeler ve gerektiğinde de Batı müziği eserleri icra edilirdi.
2.2.3. Müezzinan Bölüğü
Bu topluluk, sarayda gerçekleştirilen dinsel törenlerde, özellikle cuma ve
bayram selamlıklarında ve kandillerde görev alırlardı. Ayrıca tüm vakit
namazlarında nöbet tutarlardı. Merasimler, resmi önem taşıdığı için hilafetle
ilgili törenlerde oldukça saygın yerleri vardı. Bu sebepten ötürü topluluğun
üyeleri Muzika-ı Humayun’a seçilerek alınırlardı. Seçilen adayların sadece
ses güzelliği yeterli görülmez makam ve usul bilgisine sahip olmaları da
beklenirdi. Grup, Miralay Rıfay Bey, Müezzinbaşı Baha Bey, Müezzinbaşı
Hacı Tahir Bey, Müezzinbaşı Hüsamettin Bey, Müezzinbaşı Hafız Hakkı Bey,
Müezzinbaşı Hidayet Bey, Fevzi Bey, Hafız Tevfik Bey, Çamlıcalı Halid Bey,
Tatar Hafız Sadık, Hafız Hüseyin, Şaşı Hafız İsmail Efendi’den oluşuyordu.
2.2.4. Opera-Operet Grubu
Hazine-i Hassa ve Yıldız Sarayı Tiyatrosuna bağlı bir koldu. Bu grup
özellikle saray hayatının renklendirilmesi amacı ile Sultan Abdülhamit
tarafından kurulmuş ve ramazan ayı dışında neredeyse her gece temsil
verirdi.
2.2.5. Saray Orkestrası
Opera-operet grubunun da yanında yer alan bu orkestranın önemli
elemanları: piyanist Dussap Paşa, repetitör Mülazım-ı Evvel Gaçyo, kemancı
Binbaşı Vondra Bey, kontrabasçı Solkolağası İtalyan Spinelli Efendi, flütçü
Solkolağası İtalyan Miliyaço Efendi, viyolonselci Solkolağası Alman Ellinger
Efendi, piccolocu Yüzbaşı Vensan Çelentano Efendi, akordör Mülazım İtalyan
Kalisto Kumbaro Efendi, kemancı Mülazım-ı Sani Boris, viyolonsel muallimi
Kolağası Romano’nun kardeşi kemancı serçavuş Josef Romano, kemancı
Samuel, Safvet, Şevket Beyler, Flütçü Arnavut Ali Rıza, klarnetçi Mehmet Ali,
Zati, Ahmet ve Veli Beyler, obuacı Pazı Osman, Ebuzer Bey, fagotçu Şevki,
kornocu Cemal, Sabri, Ahmet, pistoncu Cemil, Mustafa, İzzet Emin,
tromboncu Binbaşı Şükrü, Canbaz Mehmet, ve basçı Avni, Fail Beylerden
oluşuyordu.
2.6. Bando
Batı örneğine göre kurulan ve Enderun gençlerinden oluşturulmuş bu ilk
bandoyu, III. Selim’in Nizam-ı Cedid Ordusu’nda süvari borazanı ve trompet
çalmayı öğrenen Vaybelim Ahmet Ağa ile Ahmet Usta çalıştırıyordu. Ancak
bu kişilerin müzik bilgileri Batı modelindeki bir bandoyu yetiştirmeye yeterli
olmadığından, bandonun başına İstanbul’da bulunan Fransız uyruklu
Monsieur Manguel getirildi. İki yıl kadar görev yapan Manguel’den de istenilen
verimin alınamayışı üzerine, Sardunya Krallığı’nın İstanbul Elçisi Marki
Grappalo’ya başvuruldu. Sardunya hükümeti de ünlü İtalyan opera bestecisi
Gaetano Donizetti’nin ağabeyi, Giuseppe Donizetti’yi 17 Eylül 1828’de
İstanbul’a gönderdi.15
İtalyan ve Fransız ordularında uzun yıllar bando şefi olarak çalışan
Giuseppe Donizetti, albay rütbesi ve Osmanlı Saltanat Muzıkalarının Baş
Ustakârı ünvanı ile göreve atandı. Giuseppe Donizetti’nin sözleşmesinin bazı
maddeleri, ancak yüksek rütbeli subaylara verilen öğrencilere falaka
uygulamak gibi bazı geleneksel terbiye yöntemlerine de izin veriyordu.
Donizetti, ilk önce Hamparsum notasını öğrendi ve bu sistemi bilen
öğrencilere Batı notalarını öğretti. Yoğun bir çalışmanın ardından, altı ay
içinde bando yine Donizetti tarafından bestelenen Mahmudiye Marşı’nı,
padişahın huzurunda seslendirebilecek hale geldi.16 Donizetti, 1828’de
Mahmûdiye, 1839’da Mecîdiye marşlarını besteledi. Bu marşlar yazıldıkları
dönemde, adlarını taşıdıkları padişahın saltanatı süresince, İmparatorluğun resmi marşı olarak kabul edilirdi. Mecîdiye Marşı, 22 yıl süren Sultan
Abdülmecid’in saltanatı boyunca resmi marş olarak kullanıldı. Son padişah
Sultan VI. Mehmet Vahideddin bu geleneği bozmuş ve 1918- 22 tarihlerinde
Donizetti’nin Mahmûdiye Marşı’nı kabul etmiştir.17
Kurulan yeni bando, Padişah nereye giderse gitsin onun yanında yer
alıyordu. Bütün askeri eğitim ve törenler, yabancı devlet adamlarına verilen
yemekler, şenlik ve düğünler de buna dahildi. Ayrıca “muzika”yı halka
tanıtmak amacı ile, bando şehir içi yürüyüşleri de düzenliyor, böylece
İmparatorluğun modern yüzü olarak gündelik yaşamda da görevlendirilmişti.
İlk bando repertuvarı tam olarak bilinmese de, çalınan eserler opera
parçaları, vals, polka, mazurka, Türk müziğinin çok seslendirilmiş ilk örnekleri,
İngiltere, Fransa gibi ülkelerin milli marşları ve yabancı bestecilerin yazdığı, hem icrası kolay hem de dinleyicinin kolay anlayabileceği hafif parçalardı.
2.7. Beyoğlu’nda ve Tarihi Yarımada’da Kurulan Tiyatrolar
III. Selim ile artan, II. Mahmut ile yoğunlaşan Avrupa ile ilişkiler ve
Batılılaşma girişimleri içinde, çok sayıda yabancı, İmparatorluk sınırları içinde
yaşamaya ve ticaret yapmaya başlamıştı. Sarayda klasik Batı müziğine
duyulan ilgi, saray içi müzik eğitimi, bando tarafından halka açık mekânlarda
verilen konserler ile beraber, ülkeye yerleşen yabancılar da müzik sanatının
gelişmesinde büyük katkıda bulundu.
Batı müziği ve operanın Osmanlı’daki gelişiminde, Tanzimat dönemi
sonrasında açılan tiyatroların çok büyük önemi vardır. Ancak, ilk tiyatrolar ve
tiyatro gösterileri, Türklerin yoğun olduğu İstanbul yakasında değil, Pera, yani
Beyoğlu’nda başlamıştı. Bu bölgeyi merkez alan etkinlikler, Venedikli M.
Guistiniani’nin Galatasaray’da yaptırdığı, daha sonra Elhamra Sineması’nın
bulunduğu yerde ve o zamanlar 320 numarada kurulmuş olan ‘Fransız
Tiyatrosu’ veya ‘Palais de Cristal’ ile iyice yoğunlaştı18.
Burada sahnelenen müzikli oyunlar, opera parçaları, operetler, hem
Beyoğlu’nun yüksek sosyetesini oluşturan yabancılar, hem de Osmanlının
ileri gelenleri tarafından seyredilmiş ve desteklenmişti. Bu tiyatroda, Fransız
dramatik ve lirik toplulukları ile operet truplarının sergilediği oyunların dışında,
geçici olarak Türk toplulukları da gösteriler düzenliyordu.19
2.7.1 Bosco Tiyatrosu
I.Abdülmecid’in 1839’da tahta geçmesinden sonra İstanbul’a gelen
Giovanni Bartolomeo Bosco adındaki İtalyan impresario, padişahtan 21 Mayıs
1840 tarihinde bir ferman alarak, Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki Çiçek
Pasajı’nın bulunduğu yerde, 1831 Beyoğlu yangını sırasında yanan bir evin
arazisi üzerinde, kendi adını taşıyan bir tiyatro kurmuş ve burada birkaç yıl
boyunca tiyatro ile opera gösterileri düzenlemiştir.20
Bu tiyatro, özellikle İtalyan opera ve tiyatrosunun mekanı olacak Naum
Tiyatrosu’nun da başlangıcıdır. Bosco’nun kurduğu bu tiyatronun ilanlarında
tiyatroda oyun seyretmenin usulü hakkkında açıklamalarda da bulunulmuştur.
Bu ilk tiyatro ilanlarında, yalnızca oyun bilgileri değil, öğretici bilgiler de yer almaktadır.21
Bu tiyatroda, başlangıçta Bosco’nun illüzyon gösterileri düzenleniyordu.
Daha sonra, 1840 yılında Avrupa’dan gelen sanatçılar, pandomim, komedi ve
vodvil gibi çeşitli gösteriler sundular. Bosco Tiyatrosu ile ilgili günümüze
ulaşan çok az bilgi kaynağından biri de, Tanzimat dönemine ait belli başlı
haber kaynaklardan Ceride-i Havadis gazetesidir.22 Gazetede yayınlanan
makaleler, Bosco Tiyatrosu’nda oynanan operalarla ilgili bilgiler vermekteydi.
Ayrıca, yayınlanan bir makalede opera ve tiyatronun önemi anlatılmış,
bunların nasıl seyredileceğine dair öğütler verilmişti.
Gazetenin 184123 tarihli yayınında verilen bilgiye göre, 18 Kasım 1841’de
Bellini’nin “Norma”, 1842’de Donizetti’nin “Belisario” operaları oynanmıştır.
Daha sonra tekrar “Norma”, “Gemma di Vergy”, “Chi Dura Vince”, yeni
dönemde de Donizetti’nin “Lucia”, “L’Elisir d’Amore” ve Rossini’nin “Othello”su
oynanmıştır.24
Bosco Tiyatrosu’nda oynanan oyunlar İtalyanca olduğundan izleyiciler
genellikle yabancılar, yabancı dil bilen yerli Hıristiyan ve Müslümanlardı.
Ancak, gazetenin ilanlarından etkilenen, yabancı dil bilmeyen vatandaşlardan
da temsillere gidenler oluyordu. Bu sebepten ötürü Donizetti’nin “Belisario” operasının librettosu Türkçeye çevrilmiş ve kitapçık halinde basılmıştır. Bosco Tiyatrosu’nda 1841-1842 sezonunun temsilleri, 1842 yılının Haziran
ayına kadar sürmüştür. Gazete, tiyatro mevsiminin bittiğini iç haberler
arasında bildirmişti. Ancak kış geldiğinde tiyatronun tekrar açılacağını bildiren
ilâna rağmen tiyatro açılamamıştır.
2.7.2 Naum Tiyatrosu
1844’te, mevsim sonunda Bosco’nun tiyatrosunu, Osmanlı tebaası
Suriye Katoliği Tütüncüoğlu Mihail Naum adlı bir emprezaryoya satmasından
sonra istanbul’da bir opera hareketi başladı. Naum, tiyatroda birtakım
değişiklikler yaptırdıktan sonra “Naum Tiyatrosu” adıyla etkinliğini sürdürdü.
Bu tiyatro, yenileşme hareketleri arasında, İstanbul’da 25 yıl düzenli olarak opera faaliyetlerini devam ettirmiş, ileride saraydan göreceği destek ile bir
çeşit İmparatorluk Tiyatrosu haline gelmiştir25. Tiyatroda her yıl, sezon
boyunca dışarıdan İtalyan lirik topluluklarınca opera temsilleri veriliyor, bunun
yanı sıra dramatik eserlere ve bale gösterilerine de yer veriliyordu.
23 Aralık 1844 yılında, Naum Tiyatrosu ilk temsilini, Gaetano Donizetti
tarafından bestelenmiş “Lucrecia Borcia” operası ile vermiştir. Tiyatroda
oynanan ikinci eser ise, 1845 yılının ocak ayında sahnelenen Rossini’nin
“Sevil Berberi” operasıdır. Hemen ardından, ocak sonunda ise, yine
Donizetti’nin eseri olan “Pariziana” oparası temsil edilmiş, bu oyunları takiben
Rossini’nin “Hırsız Saksağan” ve “Kardino” operaları oynanmıştır. Böylece
Naum Tiyatrosu’nun 1844-1845’deki ilk sezonu beş opera temsili ile sona
ermiştir.
İtalya’dan getirttiği gruplarla operalar sahneleyen Naum, aldığı binanın
1846’da Beyoğlu’nda çıkan büyük yangında tamamen yanması sonucu
çalışmalarına iki yıl ara verdi. Tütüncüoğlu Mihail Naum Efendi, tiyatrosunun
yanması üzerine çok müşkül durumda kaldığını bildirmiş ve yardım sağlamak
için sık sık idari makamlara başvurmuştur. Bir taraftan devletten taksitle
ödemek şartıyla faizsiz iki yüz elli bin kuruşluk kredi istemiş, diğer taraftan
yabancı devlet elçiliklerinden yardım talep etmiştir. Meclis-i Vâlâ tarafından
hazırlanan mazbatada şu ifadelere yer verilmiştir:
”Söylemeye lüzum yoktur ki opera ve tiyatro Avrupa
memleketlerinin çoğunda bulunduğundan padişah sayesinde
İstanbul’da da kurulması güzel bir şey ve Avrupaca da hoş
karşılanacak olduğundan Mikhail Naum’un tiyatro inşası ve
temsiller vermesi uygun görülerek izin verilmişti...Tiyatro sahibinin
geri ödemek şartıyla 250 bin kuruş kredi istediği biliniyorsa da
söylendiğine göre bu şahsa inşaat için yabancı elçiler tarafında da
yardımda bulunulması dost devletler elçileri ve onların tebaasına
karşı bir çeşit saygı gösterisi olacağı gibi devletimiz tebaasından
olduğu halde Osmanlı devleti tarafından yardım edilmemesi
saltanatın şanına uygun düşmeyecektir...”
4 Rebiülevvel26 tarihli irade suretinde Padişah Abdümecit’in konuyu olumlu
karşıladığını ve onayladığını görüyoruz27. 50 bin kuruş Naum’a, 10 bin kuruş da tiyatronun yanmasından dolayı açıkta kalan ve geçim sıkıntısı yaşayan
sanatçılara verilmiştir.
İki yıl sonra, planı Mimar Fossati tarafından yapılan Mihail Naum’un yeni
tiyatrosu, 4 Ekim 1848 akşamı Verdi’nin Macbeth operası ile temsillerine
başladı.28 Yeni salon tam bir İtalyan operası biçimindeydi. Tiyatro bu sefer,
ahşap yerine kâgirden yapılmıştı. Yapının iç dekorasyonu da tamemen İtalyan
asıllı sanatçılar tarafından gerçekleştirildi. Tiyatronun müdürü Lanzoni, koro
şefi Lenotti, sahne işlerini idare eden Noci, dekoratör ise Merlo29 ismindeki İtalyanlardı. Tiyatronun açılışını takip eden birkaç gün Padişah Abdülmecit de kendi isteği ile, düzenlenen temsillere gelmiştir.30
Naum Tiyatrosu’nun inşaasının sürdüğü 1846- 48 yılları arasındaki zaman
zarfında, Beyoğlu’ndaki sahne faaliyetlerine yeni bir topluluk katıldı. Bu topluluk Mösyö Belli ve arkadaşlarından oluşuyordu.31 Beyoğlu’ndaki sahne çalışmaları imtiyazını elinde tutan Mihail Naum nedeni ile, bu topluluğun izin
alması mümkün olamamış; ancak, Naum tiyatrosu’nun kısa zamanda
bitirilemeyeceği anlaşılınca Belli’ye, yeni tiyatronun bitiminden bir hafta önce
feshedilmek şartıyla ruhsat verilmiştir. Batı müziğinden hoşlanan Sultan Abdülmecid, Naum Tiyatrosu’ndaki
operalara büyük ilgi gösteriyordu. Bu tiyatroya hem maddi hem manevi destek
veren Sultan Abdülmecid, 1846 yılında Naum Tiyatrosu’nun açılışından
sonra, Beyoğlu tiyatrolarında yabancılardan dinlediği bu müzikli sahne
sanatının hem Türk gençlerine öğretilmesini hem de sarayda müzikli oyunlar oynanmasını istemişti. Bunun üzerine Saray Muzika Şefi Donizetti, saraydaki
gençleri eğitmek üzere İtalyan öğretmenler görevlendirdi.
1846 yılının ocak ayında, Bergoma’daki dostu Dolgi’ye yazdığı mektupta
Donizetti, padişahın sarayda operet dinleme arzusundan bahseder ve bazı
küçük operetlerin partisyonlarını ister:
“Pek aziz dostum, lise’de icra edilmiş olan şu küçük operetlerin
partisyonları var mı, yok mu, bilmek isterim:
1- La prova dell’accademia finale,
2- Il piccola compasitone di musica,
3- Il piccoli virtuosi ambulanti,
4- Il Giovedi- grasso,
5- Un buon cuore scusa molti difetti.32
ve birer kopyaları elde edilip edilemeyeceğini...Türk talebelerimin
İtalyanca şarkı söylediklerini oğlum belki size anlatmıştır. Sultan
birkaç operet görmek istiyordu ama kime başvurmak lazım geldiğini
bilemiyorum. Yukardaki parçaların işimi halledeceklerini
zannediyorum33”
1848 yılında sarayda şan, koro, enstrüman, orkestra ve dans çalışmalarına
katılan altmış civarında müzisyen mevcuttu.
Dönemin padişahı Sultan Abdülmecid tarafından da desteklenen Naum Tiyatrosu, 1848’de tekrar açıldığı tarihten 1870 yılındaki büyük Beyoğlu
yangına kadar kadar etkinliklerini sürdürdü. Naum Efendi 1852’de hükümetten
aldığı İstanbul’da on yıl boyunca opera ve tiyatro gösterilerini sergileme tekel
imtiyazı ile, Avrupa’lı ünlü bestecilerin en son eserlerini İstanbul’da
sergiliyordu. 1846’dan itibaren Verdi’nin İstanbul’da sahnelenen operalarına
bakmak, bize bu konuda oldukça bilgi verecektir.
Eserin Adı Kentler İlk Temsil-İstanbul’da Temsili
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Ernani Venedik 1844-1846
Nabucco Milano 1842-1846
Macbeth Floransa 1847-848
I Lombardi Milano 1843-1850
I Masnadieri Londra 1847-1851
Il Trovatore Roma 1853-1853
Rigoletto Venedik 1851-1854
La Traviata Venedik 1853-1856
I Vespri Siciliani Paris 1855-1860
Un Ballo in Maschera Roma 1858 -1862
La Forza del Destino St. Petersburg 1862-1876/77
Aida Kahire 1871-188534
5 Haziran 1870’da Beyoğlu’nda, Feridiye Sokak’ta çıkan bir yangın, Valide
Çeşmesi, Tarlabaşı, Sakızağacı, Tepebaşı gibi peşi sıra gelen sokakları baştan başa mahvetmiş, Galatasaray’dan Taksim’e kadar olan bölgedeki
bütün binaları da yakmıştır. Bu yangına kadar yirmi sekiz yıl ayakta kalan
Naum Tiyatrosu, Batılı sahne sanatlarını, operayla opereti tanıtıp yayma
konusunda oldukça önemli rol oynamıştır.
1866’ya kadar sadece Beyoğlu tarafında seyredilebilen opera ile operet,
Naum’a tanınan tiyatro imtiyazının 1867’de uzatılmaması sonucunda,
Gedikpaşa, Hasköy, Üsküdar, Ortaköy, Beyazıt ve Şehzadebaşı’na yayıldı.
2.7.3 Dolmabahçe Saray Tiyatrosu
Batı sahne sanatlarına büyük ilgi gösteren Sultan Abdülmecid, Avrupa
saraylarında olduğu gibi Dolmabahçe Sarayı’nın yakınına da bir tiyatro binası
yaptırmaya karar verdi. Tiyatro, bugün İnönü Stadyumu’nun bulunduğu yerde,
Valde Camii muvakkithanesi karşısında, Bayıldım Yokuşu’na çıkan yolun
köşesindeydi. Diéterle ve Hammond adlı iki mimarın projesi üzerine inşa
edilen binanın iç süslemeleri Charles Polycarpe Séchan35 tarafından yapıldı.
Saray Tiyatrosu’nun resmi açılışı 12 Ocak 1859’da gerçekleştirildi36.
Bu açılış töreninde padişahtan başka, şehzadeler, bütün saray halkı,
sadrazam, nazırlar, hükümetin ileri gelenleri ile yabancı devletlerin elçileri
hazır bulundu. Naum Tiyatrosu ekibi tarafından verilen temsil, Luigi Ricci’nin
“Scaramuccia” operasının ilk iki perdesi ile başladı. Perde arasında, orkestranın kemancısı olan Padovani kendi bestesi olan bir parçayı çaldı.
Temsil “Chasse de Diane” balesi ile sona erdi37. Bundan sonra Saray
Tiyatrosu’nda hem yabancı topluluklar ve orkestralar, hem de birçok yerli
sanatçı görev aldı.
Unutulmaması gereken bir husus ise, bu tiyatroda sarayın kendi sanatçıları
ile düzenlediği Türkçe temsillerdir. İlk Türk oyunu olarak kabul edilen İbrahim
Şinasi Efendi’nin “Şair Evlenmesi” adlı komedyası, Dolmabahçe Saray
Tiyatrosu’nda oynanmak üzere ısmarlanmıştı. Bu konu ile ilgili Journal de
Constantinapol gazetesinin 25 haziran 1859 tarihli haberi şöyledir:
“Fransa’da uzun müddet tehsilde bulunmuş olan Mecli-i Maarif
azası Şinasi Efendi, Racin’den,Lafontain’den, Moliere’den seçilmiş
parçalar tercüme edip yayınlıyordu. Bu genç yazar, bu cevherli şair
bugün daha iyisini yaptı. Sultan’ın özel tiyatrosu için bir perdelik
Türkçe güzel bir komedi yazdı. Piyesin adı, Şair Evlenmesi’dir.
Şimdiden analizini yapmayacağız, fakat halkı bundan haberdar
ediyor ve bu arada güzel sanatları bilgilice korudukları için
Padişahın Başmabeyincisini ve saray eğlencelerini Tertip edenleri
tebrik ediyoruz.38
Dolmabahçe Saray Tiyatrosu’nun açılışını bildiren ilk haber, Ceride-i
Havadis’in 11 ocak 1859 tarihli sayısında çıkmıştır. Dolmabahçe
Tiyatrosu’nda temsillere başlandığını bildiren gazete haberi şöyledir:
Cenâb-ı hak ömr ü ikbâl ü ferr ü şevket ü iclâl-i mülânelerini
müzdâd ü efzûn ve kalb-i âli şâhânelerini nev-be-nev envâ-i safâ ü
şâdümânîye makrûn buyursun âmin. Beşiktaş sâhilsarayı
hümâyunu civâr-ı feyz medârında ber-muktezâi senniyye-i cenâb-ı
şehriyârî zât-ı şevket-simât-ı hazret-i pâdişâhîye mahsus olarak
müzeyyen ve bîsmisl bir tiyatro mahalli tesviye ve tanzim ve sâye-i
şevketvâye-i hazret-i şehmşâhîde kâffe-i leâzımat ı ikmâl ü tetmim
olunmuş olduğundan mâh-ı hâlin üçüncü cumartesi gecesi teşrîf-i
maâlî-redîf hazret-i cihandârî şerefvukuu ile erzân ü şâyân
buyurulan müsâade- senniyyeye menbî bilcümle vükelâ-i fihâm
hazerâtı dahi azîmet ederek mezkûr tiyatro küşâd ve bir güzel
opera icrası ile huzzâr kirâm inâyet-i celîle-i şehryâr-ı cihan
bulunmakla teşekküren duavât-ı temâdi- ömr ü şevket-i cenâb-ı
şehinşâhînin cümle tarafından tekrarı ile tezyîn-i lisan-ı meserret ü
ubûdiyyet kılınmıştır.
Aynı haberin bugünkü Türkçe şekli:
“Allah, Padişahımızın ömrünü, büyüklüğünü, yüksekliğini, pırıltısını,
şanını, şerefini arttırsın kalbini çeşit çeşit neşe ve safadan
ayırmasın, âmin. Beşiktaş sahil sarayı civarında Padişahımızın
emriyle kendilerine mahsus gayet süslü,eşsiz bir tiyatrohane tanzim
edilmiştir; gerekli her şey tamamlanmış olduğundan bu ayın üçüncü
Cumartesi gecesi Padişahımız bu tiyatrohaneyi şereflendirmişlerdir;
büyük bir lütuf olarak izin verdikleri için, vezirler ve başka ileri gelen
hükümet adamları da hazır bulunmuşlardır. Tiyatro açılmış ve bir
opera oynanmıştır. Hazır bulunanlar pek memnun olmuşlardır.
Doğrusu bu tiyatro benzeri pek az bulunur, pek muntazam değerli
bir eserdir; böyle bir eser vücuda getirdikleri için Padişahımıza karşı
teşekkür duygularını bildirmek üzere herkes onun ömrünün artması
duasını tekrarlamış, bu suretle de kendisine düşen kulluk vazifesini
yapmıştır”39.
Bu tiyatro, Sultan Abdülmecid’in saltanat yıllarında en parlak günlerini
yaşamıştır. İstanbul’a gelen yabancı opera kumpanyaları Dolmabahçe Tiyatrosu’nda da oynamışlardı. Saray Tiyatrosu açıldıktan sonra, Muzıka-i
Hümayun Mektebi’nin öğrencileri ve saray orkestrası, sarayın sahne haline
getirilmiş bir odasında verdikleri temsilleri bundan böyle Saray Tiyatrosu’nda
vermeye başladılar. Bu tiyatro, aynı zamanda Muzıka-i Hümayun Mektebi’nin
uygulama sahnesi gibi de çalıştı. Sultan Abdülmecid’in 1861’de ölmesi üzerine Abdülaziz padişah olmuş, Saray Tiyatrosu da onun saltanatı sırasında 1863 yılına kadar çalışmalarına devam etmiştir. Saray Tiyatrosu’nda müzikli oyunların yanında Türkçe tiyatro eserleri de yazıldı ve oynandı. Sultan Abdülaziz, Batı tiyatrosundan çok
Ortaoyunu gibi geleneksel gösterilere düşkündü. Kısıntı gerekçesi ile
Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu’nun sanatçıları sayısında azaltmalara gidilmişti40. Sultan Abdülaziz döneminde saray çevresinin tiyatro faaliyetlerinin
azalmasına rağmen, dışarıda Türk Tiyatrosu altın dönemini yaşamaktaydı. Bu
durum padişahtan çok yüksek devlet görevlilerinin çabaları ile gerçekleşmiştir.
1863 yılından sonra Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu’nun faaliyetleri tamamen
durmuş, bir süre sonra da tiyatro binası yanmış, bir daha da yaptırılmamıştır.
Sultan Abdülaziz, Saray Tiyatrosu’nun yanmasından sonra, ara sıra
Beyoğlu’ndaki İtalyan truplarının yabancı dilde verdikleri opera temsillerine
gitmiş, kendi sarayında Türk sanatçılarla birtakım dramatik eğlenceler
düzenletmiştir. Padişah, yeni bir tiyatro yaptırmaya gerek duymadığı için bu
temsiller yazın Dolmabahçe sarayının bahçesinde, kışın ise sarayın herhangi
bir odasında veriliyordu. Bahçenin veya salonun bir koşesine temsil bittikten
sonra sökülmek üzere geçici bir sahne kurulurdu. Bu sahne, bir iki metre
mesafe arasına gerilmiş iki perde arasındaki küçük bir odacıktan ibaretti; bu
odanın iki tarafı paravanla örtülür, orkestra da sahnenin önüne yerleştirilirdi41.
Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu’nun yanmasından sonra Abdülaziz
sarayında düzenlenen dramatik eğlencelerin çoğu, müzik eşliğinde
düzenlenmiş birtakım askeri hikayeleri konu alan pandomim gösterilerinden
ibarettir.40
2.7.4 Gedikpaşa Tiyatrosu
Tanzimat döneminde inşa edilen Gedikpaşa Tiyatrosu, düzenli olarak
Türkçe temsiller veren ilk tiyatro olması açısından oldukça önemlidir. İlk Türk
oyuncular bu tiyatroda sahneye çıkmışlardır; ayrıca dönemin ünlü
edebiyatçıları bu tiyatroda oynanması için eserler yazmışlardır. Gedikpaşa
Tiyatrosu, hem tiyatro, hem de müzikli sahne sanatlarımızın tarihi açısından
önemli bir yere sahiptir.
Tiyatronun binası, Çarşıkapı ile Beyazıt arasından denize doğru inen yolun
üzerinde kurulmuştu. Tiyatronun inşası ise şu şekilde olmuştur: Burada bir
tiyatro yapmak için Yaver Bey imtiyaz almış, binanın yapımını Abdülmecid’in
ceb kâtibi Ömer Bey üstlenmiş ve binanın yapımı için 2000 lira harcamıştı.
Ancak zarara girdiği gerekçesi ile binayı Abraham Paşa’ya sattı. Bu bina,
daha sonra Padişah II. Mahmut’un Silistre’de seyrettiği ve İstanbul’a getirttiği
Louis Souillier’nin canbazhanesi için tamamlandı.
Bu sirk topluluğu Türkiye’ye 1858’de Münire ve Cemile Sultanların düğünü
gibi çeşitli tarihler ve sebeplerle gelmişti. Topluluğa bu gelişlerinde Maslak’ta
geçici bir bina yaptırılmıştı42. Daha sonra Haydarpaşa çayırında Osman Paşa
Köşkü önünde, sonra Beyoğlu’nda Palais de Fleurs’de ve Taksim’deki boş
arazilere çadır kurarak gösteriler sunmuşlardı. Daha sonra Souillier, Azak
Sineması’nın ve çevresindeki apartmanların olduğu yere bir bina yaptırmış ve
bu binada gösteriler düzenlemişti. Hükümet, Souillier’ye Elmas İftihar Nişanı
ve imparatorluk adını kullanma iznini vermişti. Gösteriler için Gedikpaşa
Tatlıkuyu’da bir arazi alınmış, hükümet burası için “İstanbul Tiyatrosu”
tüzüğünü yürürlüğe koymuştu43.
Bu dönemden sonra burada sadece sirk gösterileri düzenlenmekle
kalınmamış, bina bir tiyatroya çevrilip sonrasında pandomim ile komedya
gösterileri de verilmiştir. 1864 yılında Souillier binayı tamamen boşaltmış, aynı
yıl burayı Karabet Papasyan adındaki bir Ermeni kiralamıştır. Papasyan,
Gedikpaşa Tiyatrosu adı altında topluluğu ile birlikte her çarşamba ve perşembe sözlü ve sözsüz pandomim oynayacağını duyurmuştu44. 1866
yılında binayı kiralayan Mösyö Razi, adını Osmanlı Tiyatrosu olarak değiştirip
temsillere başlamıştı. Temsillerde, pandomim, dans, bale gösterileri ile opera
parçaları bulunuyordu.
Bu olaydan sonra, zamanın gazeteleri bu binadan bazen Gedikpaşa
Tiyatrosu, bazen de Osmanlı Tiyatrosu diye bahsetti. Ancak bu tiyatronun,
daha sonra Güllü Agop tarafından 1867’de kurulacak ve Türk
edebiyatçılarının eserlerinin sahneleneceği Osmanlı Tiyatrosu topluluğu ile bir
ilişkisi yoktur.
Mösyö Razi idaresindeki Osmanlı Tiyatrosu’nda bir kış mevsimi boyunca
temsiller verilmiş, daha sonra tiyatro kapanmıştır. Tiyatro binası, 1867 yılında
yıktırılmıştır. Bir şirket tarafından satın alınan arsaya tekrar bir tiyatro binası
yapılmış, 1867 yılının sonlarında tiyatro tekrar açılmıştır, Naum Tiyatrosu’nda
sık sık oynamış olan Rossini’nin “Sevil Berberi” isimli operası sahnelenmiştir.
1867 yılında Güllü Agop, Asya Kumpanyası ile Osmanlı Tiyatrosu’nun
başına geçti. Topluluk, artık Asya Kumpanyası adını bırakıp Osmanlı
Tiyatrosu adını aldı. Burada Osmanlı tiyatrosunun önemli etkinlikleri
gerçekleştirilmiş, yerli oyunlardan klasik eserlere ve operaya kadar çok zengin
bir tiyatro repertuvarı sahnelenmişti. Bu grup, 1868 yılından itibaren
Gedikpaşa Tiyatrosu’nda Ermenice oyunların dışında, düzenli olarak Türkçe
temsiller vermeye başlayınca Ermenice oyunlar sahneleyen diğer tiyatro gruplanın tepkisi ile karşılaşmıştır. 1869-70 yıllarında devlet tiyatrosu niteliğinde bir Osmanlı Tiyatrosu kurulması gündemde idi. Fakat bu girişim sonuçsuz kalınca 1870’te Güllü
Agop’a, Sadrazam Âli Paşa’nın desteği ile on yıllık, müzikli ve suflörsüz
oyunlar dışında Türkçe oyun oynatma tekel imtiyazı verildi45. Aynı yıl
Beyoğlu’nda çıkan ve Naum Tiyatrosu’nun da tamamen yandığı yangınla
Gedikpaşa Tiyatrosu rakipsiz kaldı. Güllü Agop’a verilen bu imtiyazda şu hususlar dile getiriliyordu:
“Birinci madde: Dersaâdet ve bilâd-ı selâsede lisân-ı Türkî üzere
dram, tragedya, vodvil oyunları icrâ kılınmak üzere İstanbul ciheti
için 1291 senesi Ramazan’ında ve Üsküdar ve Galata tarafları için
dahi şeref-sâdir olarak fermânı âli tarihinden itibaren tab’a-i Devleti
Aliyye’den Güllü Agop’a şearit-i âtiye ve onar sene müddetle
imtiyaz verilmiştir.
İkinci madde: İmtiyâz-ı mezkûr yalnız lisân-ı Türkî üzere telif veya
tercüme olunan oyunlar hakkında olup opera misillü şarkı icrâ
edilecek oyunlara şâmil olmayacaktır.
Üçüncü Madde: Elhâleti hâzihi mevcut olan ve bundan sonra
açılacak olan sâir tiyatrolarda envâı bâlâda beyân olunan oyunların
Türkçe olarak icrâsı için müddet-i imtiyâziye zarfında sâirane ruhsat
verilmeyecektir.
Dördüncü madde: Sâhib-i imtiyâz-ı mumâileyh Üsküdar’da nihayet
altı ay zarfında ve Galata ve Tophane’de ve Beyoğlu tarafları için nihayet üç sene zarfında ve İstanbul’da dahi imtiyâz tarihinden
itibaren nihayet altı ay zarfında ve Galata ve Tophane ve mecbûr
olup bu müddetle, içinde tiyatro kürşad etmez ve devam eylemezse
hakk-ı imtiyyazdan sâkıt olacaktır.
Beşinci madde: Mumâileyh tiyatro için intihap eyleyeceği mahalleri
evvelce hükümete irâe edecek ve bil-muâyene zâbıta ve idare-i
belediyece bir gûnâ mahzuru olmadığı tahakkuk ettikten sonra icrayı
lûbiyat edecektir.
Altıncı madde: Tercüme veya te’lif olunan oyunlar şehremânetine
verilip ruhsat alınmadıkça tiyatroda oynatılmayacaktır.
Yedinci madde: Birinci sene lâakal on türlü oyun tertip olunup ilerde
tezyit edilecektir.
Sekizinci madde: Kâr ü zarara bakılmayıp beher sene lâakal
Üsküdar’daki tiyatroda otuz, Galata ve İstanbul cihetlerindeki
tiyatrolarda ellişer defa oyun icra kılınacaktır.
Dokuzuncu madde: Biroyunun üç kere icrasından sonra her
kaçıncısı murat olunursa fukara menfaati için oynatılıp masârifi
çıktıktan sonra hasılatı belediye tarafından teslim olunacaktır.
Onuncu madde: Muvafık-ı nizâm bir maslahât veyahut imtiyâzına
ait mevzuat hakkında hükümet-i seniyeye müracaatı vukuunda
teshilâtı lâzime ifa buyrulacak ve oyun vakitleri tiyatronun derûn ve
haricinde lüzumu miktar neferât-ı zaptiye bulundurulacaktır.
Onbirinci madde: Tiyatroda mevâk-i muhtelifinin fiyatı zirde muharer
miktardan ziyade olmayacaktır46. Güllü Agop’a verilen imtiyaz, hicri takvimle 15 sefer 1287 ve 16 Mart 1870
tarihli Şûra-i Devlet Umumî tezkeresi ve şartname metni Başbakanlık Arşivi
Şura-yı Devlet Belgeleri 777 numaradadır47. Bu şartnameye göre Güllü Agop
İstanbul, Üsküdar ve Beyoğlu’nda Türkçe drama, tragedya, komedya ve
vodvil oynama imtiyazını on yıl süre ile eline almaktadır. Ancak opera ve
benzeri müzikli türler imtiyazın kapsamına alınmamıştır. Tekel imtiyazı
boyunca başka tiyatrolara izin verilmeyecektir. Fakat Üsküdar’da altı ay
Galata, Tophane ve Beyoğlu’nda üç yıl, İstanbul tarafında da altı ay içinde bir
tiyatro kurması zorunluydu. Bu süre içinde tiyatro kurulamazsa imtiyaz
kaldırılacaktı. İlk yıl on değişik oyun oynanacak, daha sonraki yıllarda bu oyun
sayısı arttırılacaktı. Kâr ve zarara bakılmaksızın her yıl Üsküdar’da otuz,
Galata ve İstanbul’da en az elli gösterim verilecekti. Son üç madde ise
yoksullar yararına verilecek zorunlu gösterimler, tiyatroda bulunacak bir
zaptiye neferi ve belirlenmiş bilet fiyatları ile ilgilidir.
Ancak bu iki taraflı bir imtiyazdır. Kamu, verdiği imtiyaza karşılık Güllü
Agop’tan tiyatro sanatının İstanbul’da gelişmesi için değişik yerlerde belirli
sayıda gösterimler vermesini, bu gösterimleri belli bir sayının altına
düşürmemesini ve İstanbul’un belirli semtlerinde tiyatrolar açmasını istemiştir.
Böylelikle Türkçe Tiyatro, başkent İstanbul’un her yerine yayılacaktır. Güllü
Agop, bu imtiyazdan çok yararlanmıştır. Tiyatrosunda özellikle Türkçe metinli
eserlere yer vermiş ve Türkçe oyunların yaygınlaşmasında önemli rol
oynamıştır. Tiyatronun ve oyun yazarlığının gelişmesinde bu imtiyazın büyük
katkısı olmuştur. Ayrıca bu imtiyazın hemen ardından “Ferman-ı Ali”
neşredilip, Müslüman ahalinin de tiyatroya gidebileceği konusunda izin
verilmiş, böylelikle devlet tiyatroyu her cephesi ile kabul etmiştir. Bu imtiyaz ile birlikte Güllü Agop tiyatrosunu neredeyse bir okul haline
getirmiş, Ermeni sanatçıların yanında Ahmet Necip, Büyük İsmail, Fehim
Efendi ve Hâmit gibi ilk Türk- Müslüman sanatçıların sahneye çıkmasında ve
Türk oyun yazarlarının yetişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur48. Bu
dönemde en parlak günlerini geçiren tiyatro, daha sonra imtiyazın müzikli
oyunları kapsamadığı gerekçesi ile çalışmalarına başlayan Çuhacıyan’ın Opera Tiyatrosu Topluluğu ve bu tekel imtiyazının yalnızca metne, suflöre
dayanan oyunları içerdiği savı ile ortaya çıkan Tulûat tiyatrosu gibi iki önemli rakiple karşılaştı49.
Bu dönemde kamu kesimi ile tiyatroların ilişkisi açısından önemli bir konu da
sansür veya sıkı denetimdir. Dönemin ilk yarısında da varolan sıkı denetimin
etkisi, istibdat dönemine girildiğinde gayet yıkıcı olmuştur. Bu sıkı denetim
Gedikpaşa Tiyatrosu’nda da görüldüğü gibi tiyatroları yıktırabiliyordu. Tehlikeli
çağrışımlar yaptığı için bir takım sözcükler bile yasaklanmıştı: Yıldız, Kıbrıs,
dinamit, sosyalizm, hal, Makedonya, kıtal, hürriyet, grev, anarşi, vatan,
suikast, ihtilâf, Murat, Girit, infilâk, Kanun-i Esasî, musavat, Bosna Hersek ve
başkaları gibi. Bu çağrışımların her birinin anlamı, bu dönemin siyasal
eğilimlerini göstermesi açısından önemlidir50.
1875 yılında Gedikpaşa Tiyatrosu’nda “Vatan yahut Silistre” oynanırken
seyirciler “Yaşasın Vatan” ayrıca “Murâdımız budur, Allah murâdımızı versin”
sözleriyle Abdülaziz yerine veliaht Murat’ı istediklerini çağrıştırmışlardır.
Meydana gelen bu olaylar yüzünden önce İbret gazetesi kapatılmış ve
Sadrazam Ahmet Esad Paşa, bu gösterilerden yana olduğu için azledilmiştir.
Gelişmelerin ardından Gedikpaşa Tiyatrosu ile ilgisi olan yazarlar tutuklanmış
ve sürgüne gönderilmiştir51.
1880 yılına kadar tiyatroyu idare eden Güllü Agop 1881 yılında ayrıldı ve
Saray Tiyatrosu için çalışmaya başladı. Güllü Agop’un ayrılmasının ardından
tiyatronun başına Mardinos Manikyan ile Tomas Fasülyeciyan geçti. Ancak Osmanlı ya da Gedikpaşa Tiyatrosu 1884 yılında, Ahmet Mithat Efendi’nin
“Çengi” ve “Çerkez Özdenleri” adlı oyununda hanedana karşı ayaklanmayı
teşvik edici sözler bulunduğu gerekçesiyle saraya jurnallendi. Zaten sürekli
kendisine karşı bir komplonun hazırlanması şüphesi ile yaşayan ve saltanatı
döneminde oldukça baskıcı bir politika izleyen II. Abdülhamit, Mabeyin
Başkâtibi Ali Rıza Paşa ile sadrazama bir resmi tezkere yolladı:
“Gedikpaşa’da kâin Osmanlı Tiyatrosunda Çerkes Özdenleri ve
Çengi namlariyle oyunlar oynanmış Olduğu, padişah hazretleri
tarafından görülmüş olan Tercüman-ı Hakikat gazetesindeki
yazılardan anlaşılmıştır. Tiyatrolarda icra olunan oyunların ahalinin
ahlâkı üzerinde olan maddi ve mânevi tesirleri ve oyunların ne gibi
sebeplere dayanılarak oynandığı yüksek sadaret makamınca
padişahımız efendimiz hazretlerinin geçende beyan buyurmuş
oldukları isabetli düşüncelerden anlaşılıp tastik edilmiştir.Tiyatroda
icra olunan oyunları tertip edenler tarafından asla ehemmiyet
verilmeyip hürriyet kelimesinin dahi haddinden fazla kullanılarak
birtakım münasebetsiz oyunlar oynandığından bundan böyle bunun
gibi edebe uygun olmayan ve ahlâk bozucu olan oyunların yasak
edilmesine dikkat ve itina olunması...”
Birçok kaynağa göre bu tezkere üzerine Gedikpaşa Tiyatrosu bir gecede
yıktırılmıştır.52 Binanın enkazı sahibi Abraham Paşa’ya dekorları da kiracı
Fasulyeciyan’a verilmiştir. Bazı kaynaklarda ise Gedikpaşa Tiyatrosu’nun
kapatıldığı ve binanın bir medrese olarak kullanıldığı yazıyor53. Ancak tiyatro
yıktırıldıktan sonra da Osmanlı Tiyatrosu adına bağlı kalınarak çeşitli
topluluklar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Gedikpaşa Tiyatrosu’nun yıkılışını takip eden isdibdat yılları, ne yazık ki sanatsal etkinliklerin azaldığı bir dönemdir. II. Abdülhamit’in baskıcı politikaları yüzünden uygulanan sıkı sansür sebebi ile çok az oyun yazılmış ve yazılan oyunlarda da mümkün olduğu kadar sarayın tepkisinden uzak konular
seçilmiştir. 1886 yılında Tanzimat döneminin sevilen ve sık sık oynanan
Leblebici Horhor Efendi gibi müzikli oyunları bile isdibdat devrine girildiğinde
sansür kurulu tarafından sakıncalı oyunlar arasına alınmış ve sahnelenmesi
yasaklanmıştır54.
Sultan Abdülaziz döneminde saray ve çevresinin tiyatro etkinlikleri
kısıtlanmış olmasına rağmen, dışarda Türk tiyatrosu altın çağını yaşamıştır.
Bu durum yüksek devlet görevlilerinin katkısı ve çabalarıyla olmuştur. Sultan
Abdülhamit çağında ise tam tersi saray dışı tiyatro sansür ve sıkı denetim
sebebiyle çok gerilemiş, saray tiyatrosu ise, yerli ve yabancı sanatçılarla çok
güçlenmiştir55.
2.7.5 Yıldız Saray Tiyatrosu
Sultan Abdülaziz’in zorla tahttan indirilmesinin ardından 1876’da II.
Abdülhamit padişah oldu. II. Abdülhamit, sürekli bir suikaste uğrayacağı,
öldürüleceği korkusu ile yaşadığından, 1889’da sahildeki Dolmabahçe
Sarayı’nı bırakıp kendini güvenceye almak amacı ile etrafı kalın ve yüksek
duvarlarla çevrili büyük bir park içinde bulunan Yıldız Saray’ına taşındı56. Saraya taşınmasının ardından güvenlik nedeni ile de ihtiyaç duyacağı herşeyi
etrafında toplamaya çalışmış, tiyatroya meraklı olmasına rağmen hep tedbirli
davranıp kendinden önce padişahlık etmiş olan Abdülmecit ile Abdülaziz gibi
Beyoğlu’ndaki tiyatrolara gitmemiştir.
Dolmabahçe Saray Tiyatrosu yandıktan sonra, Sultan II. Abdülhamit
1889’da Yıldız Sarayı içinde bir tiyatro yaptırmıştır. Tiyatro, Dolmabahçe
Sarayı Tiyatrosundan sonra ikinci, günümüze ulaşan tek Saray Tiyatrosudur. Bu tiyatronun mimarı o dönemin ünlü ustalarından Vasilâki kalfanın oğlu
Yanko’dur. Sahne ve salon projesi mimar tarafından gerçekleştirilmiş ancak
tiyatronun yeri bizzat padişah tarafından seçilmişti. II. Abdülhamit, bahçeye
çıkmadan saray içinden en kısa ve kendine özel gizli bir yoldan tiyatroya
geçebilmek, canı istediği zaman temsilin bitmesini beklemeden ve kimseye
görünmeden tekrar saraya dönebilme konusuna özen göstermişti. Tiyatro
Yıldız Sarayının kuzeyinde Enderun veya Harem-i Hümayun denilen ikinci
avluda Valide Sultan Köşkü, Usta Kalfalar Dairesi ve Gedikli Cariyeler Dairesi
arasında yer alıyordu.
Tiyatronun salonu küçük, dar, uzunca bir dikdörtgen şeklindedir. Padişahın
locası sahnenin tam karşısındadır. Bu locasının yanlarında şehzadelere ve
davetlilere özel bir sıra loca vardır. Sahnenin iki tarafında bulunan dört loca
kafesli ve Harem-i Hümayun mensuplarına ayrılmıştı. Yüksek kademeli saray
memurları hünkâr locasının yanındaki odacıkta bulunurlardı. Padişahın
hizmetinde bulunanlar ve yaverler hünkâr locasının altında giriş yerinin iç
tarafında ayakta dururlardı. Parterdeki koltuklarda oturanlar padişaha
arkalarını dönmüş olacakları ve böyle bir durum edep ve terbiyeye uygun
sayılmayacağından, boş tutulurdu57.
Yıldız Tiyatrosu’nda bazen her akşam temsil düzenlenirdi. Ancak özel
olarak çarşamba ve cuma akşamları temsiller verilirdi. Bu temsillerde mutlaka
şehzade ve sultanlar da bulunurdu. Sultan Abdülhamit, locasında eğer gerekli
görürse sadrazamla birlikte oturur ve ayrıca locada büyük şehzadelerin
bulunmasına izin verilirdi. Padişah, kendisinin tiyatro ve müzikle zaman geçirdiğinin halk tarafından bilinmesini istemediği için dışardan bu tiyatroya
kimseyi davet etmez, arada bir mabeyin erkanıyla sevdiği nazırların bu
temsilleri izlemesine izin verirdi. Tiyatroya hanedan dışından, yüksek rütbeli
memurlar, özel davetliler ve yabancı devlet misafirleri davet edilirdi. Harem’i
tiyatroya padişah adına Hazinedar Usta davet ederdi. Harem mensupları
gösteriyi üst kat localarında eşleri ile birlikte izlerlerdi. Üst düzey görevliler,
saray görevlileri ve davetli kadınlar alt kat localarında misafir edilirdi. Önemli
gösteriler için salon yalnız erkeklere ayrılır ve davetliler teşrifatçılar tarafından
sağa sola bakmamaları için uygun bir dille ikaz edilirlerdi. Tiyatroya elçiler ve
yabancı konuklar misafir edildiğinde temsil ve müzik yalnız erkeklere açık
olurdu. Bu gösterilerde haremden kimse bulunmazdı. Bu gibi durumlarda
mevcut bütün locaların kafesleri açılır ve konuklar eşleriyle bu localarda yer
alırlardı.
Tiyatroyu Esvapçıbaşı İlyas Bey idare ediyordu. İlyas Bey, padişahın
istediği oyunu sanatçılara bildirir eğer padişah herhangi bir oyun seçmediyse
oyun seçimi ve denetimi işlerine de bakardı. Bazen padişah, son dakikada
karar değiştirir ve sanatçıların başka bir oyun oynamasını isterdi ya da oyunu
yarıda kesip başka bir gösteri seyretmek istediğini bildirirdi. İlyas Bey, yabancı
ekiplerle de yakından ilgilenir, hangi oyunu, eseri sunacaklarını, onlara saray
içinde ve oyun sırasında ne yapıp yapamayacaklarını en ince ayrıntısına
kadar anlatır, ekip sarayı terk edinceye kadar bizzat onlara refakat ederdi.
Bu dönemin en önemli özeliği olan katı sansür saray tiyatrosunda da
uygulanuyordu. Oynanacak eserler İlyas Bey ve bir sansür ekibi tarafından
ayrıntılarına kadar incelenir, eserde bir çok değişiklikler yapılırdı. Konularında
kuşku yaratan bazı operalar yasaklanır hiç oynatılmaz ya da sakıncalı bölüm
oyundan çıkarılırdı. Bu oyunlardan Maskeli Balo ve Don Carlos’u sayabiliriz İçinde özellikle ölüm, kralı devirmek, kral ve kraliyet ailesinden birinin
öldürülmesi konuları ya değiştirilir, ya da tamamen yasaklanırdı. 1888 yılında
İstanbul’a ilk defa gelen ünlü sanatçı Sarah Bernhardt’ı Sultan Abdülhamit,
ölümü çok iyi canlandırdığı gerekçesi ile seyretmek istememiştir.
Saray Tiyatrosunda cuma, pazar ve çarşamba akşamları mutlaka konser,
tiyatro, opera-operet ve sinema gösterileri düzenlenirdi. Bu gösteriler
Ramazan ayı dışında neredeyse her akşam olurdu. Sultan Abdülhamit özel
olarak batı müziğini tercih ettiği için saray tiyatrosunun yapımı
tamamlandığında ilk gösteriler Aida, Il Trovatore, Carmen, Faust gibi
operalardı. Saray Tiyatrosunun cuma akşamı gösterileri selamlıkta bulunan elçiler ve İstanbul’u ziyarete gelen yabancı misafirler şerefine düzenlenirdi.
Sultan Abdülhamit, oyun esnasında Elçileri locasına davet ederek
görüşmelerini burada yapardı. Bayramların ilk gün akşamı üst düzey devlet
erkanı, Padişah tarafından Saray Tiyatrosu’a davet edilirdi; kendilerine tiyatro,
alaturka müzik ve ortaoyunu gösterileri sunulurdu. Bu misafirler gece
yaverlerin refakatinde evlerine dönerlerdi. Bayramın ikinci günü aynı gösteriler
saray dışında evli olan Sultanlar ve Şehzadeler için tekrarlanırdı.
Saray Tiyatrosu’nda, kuruluşunun ilk zamanlarında Beyoğlu tiyatrolarına
gelen yabancı sanatçılar oynuyorlardı. Daha sonra bu sanatçıların bir kısmı
saraya maaşlı olarak alınmış ve sonraları geneli İtalyanlardan oluşan operaoperet
grubuna katılmışlardı. Bu opera-operet grubunun yanısıra bir de
Muzıka-ı Hümayun’a bağlı tûluat- ortaoyunu grubu vardı. Tûluat tiyatrosunun
önemli ismi Komik Abdülrezzak Efendi de Saray Tiyatrosu’na alınmış,
ortaoyunu bu olayla birlikte biraz itibar görmüşse de Sultan Abdülhamit
alaturkadan çok da hoşlanmadığı için zamanla sadece bayramlarda sunulur
olmuştur.
Yıldız Tiyatrosu Orkestrasını ise uzunca bir zaman Guatelli Paşa
yönetmiştir. 1848’de Abdülhamit’in padişahlığı döneminde ülkeye gelen
Guatelli, önceleri Naum Tiyatrosu’nda orkestra şefi olarak çalışmış daha
sonra 1857’de Guiseppe Donizetti’nin ölümü üzerine Saray Orkestrası’na şef
olarak atanmıştır.
2.7.6 Dönemin Diğer Tiyatroları
1852 yılından itibaren on beş yıl boyunca İstanbul’da Türkçe oyun
sahnelenmesi imtiyazını alan Naum Efendi, kendi tiyatrosundan başka yerde
Türkçe oyun oynanmasını önlemiş, bu sebepten Fransız Tiyatrosu da çok
uzun ömürlü olamamıştır. Ancak Beyoğlu’nun önemli tiyatrolarından biri
Fransız Tiyatrosu’nun karşısında bugün Saint Antoine Kilisesi’nin bulunduğu
yerde idi.58
Concordia adlı bu tiyatronun cadde üzerinde kışlık tiyatrosu, arkada ise
yazlık tiyatrosu vardı. Bu bina ilk yapıldığı dönemde tiyatro olarak
kullanılmamıştı, burası şarkılı bir eğlence yeriydi. 1871 yılında Ricci ve
Parmeggiani59 burayı tiyatro haline getirdiler. 1886 yılında adı Concordia oldu.
1904 yılında yönetmen Livadas tarafından kışlık tiyatro yenilendi. Ancak 1906
yılında Concordia yıktırıldı ve yerine bugünkü Saint Antoine Kilisesi
yaptırıldı60.
Beyoğlu’nda ki önemli başka iki tiyatro ise Tepebaşı’nda bulunuyordu. Bu
binalar yakın zamana kadar ayakta kalmışlardı. Biri İstanbul Şehir
Tiyatrosu’nun Dram Bölümü olarak kullanılan ve tamamen yanan tiyatro, öteki
ise Komedi Bölümü olarak kullanılıp sonradan yıktırılan tiyatrodur. Bu
tiyatronun tarihçesi şöyledir: 1872‘de mezarlık olarak kullanılan bu arsaya bir
İtalyan Tiyatrosu kurması için, o zaman Saray Orkestrası Yönetmeni olan Guatelli Paşa’ya bir ferman verilmişti. Burada tiyatro kurulacağını duyan Türk
basını Müslüman mezarlığına tiyatro yaptırılmasına karşı çıkmış; ama 1874
yılında tiyatronun yapımına mimar Barborini ile başlanmıştı. Kışlık Tepebaşı
Tiyatrosu’nun yapımı 1881 yılında tamamlanmıştır61.
Yazlık Tepebaşı Tiyatrosu’nu ise Claudius adlı bir opera emprezaryosu
1889 yazının başında yaptırdı ve adı Yazlık Tiyatro oldu; fakat ertesi yıl
haziran ayında tiyatro tamamen yandı. Yanan tiyatro bir aydan kısa bir süre
içinde yeniden yapıldı ve 1905 yılında mimar Campanaki tarafından kapalı
tiyatroya dönüştürüldü. “Amphithéatre” biçiminde olduğundan adı kısaca
Amphi oldu ve II. Meşrutiyet döneminde de hem tiyatro hem de sinema olarak
kullanıldı. Beyoğlu’ndaki bir diğer yazlık tiyatro ise Taksim Talimhane’deki Croissant
Tiyatrosu’dur. Bu tiyatronun kuruluş zamanının 1874 olduğu tahmin ediliyor.
Talimhane’deki atışlardan kalkan toza ve rüzgara karşı seyircileri korumak
için Croissant Tiyatrosu’na sağlam, oynak, yuvarlak perdeler konmuştu.
Tiyatronun 2000 kişi gibi yüksek bir kapasitesi vardı, ancak o dönemin
kaynakları tiyatronun akustiğinin iyi olmadığını bildirir62.
Şark Tiyatrosu ya da Alcazar Byzantin’e, Petit Alcazar’da deniyordu,
Taksim’de tramvay yolu döşenirken yıktırıldı. 1884’te Ermeni Kilisesi’ne ait
olan bu arazi üzerine daha sonra tekrar bir tiyatro yaptırıldıı. Tiyatronun adı,
Yeni Tiyatro ya da Yeni Fransız Tiyatrosu’ydu. 1892’de bir yangında
tiyatronun hem sahnesi hem de içi yandı. Ermeni Kilisesi tiyatronun tekrar
yenilenmesi için belediyeden izin istedi. Belediye bu tiyatronun yenilenmesine
izin vermesine rağmen buraya tiyatro yapılmadı. Aynı yere daha sonra
Tokatlıyan Oteli63 yaptırıldı.
Yakın zamana kadar Odeon Tiyatrosu veya Eclair Sineması olarak bilinen,
son dönemlerde ise Lüks Sineması adıyla ayakta durmuş tiyatro, Ağacamii
yakınında 1871 yılında sirk gösterileri için Elhamra Tiyatrosu adıyla açıldı ve
1874 yılında yandı.
Halep Çarşısı geçidinin sonundaki alanda Sirk Tiyatrosu vardı. Günümüzde
Ses Tiyatrosu ve Dormen Tiyatrosu olarak adlandırılan bu tiyatro, önceleri
Fransız Tiyatrosu, daha sonra da Varyete Tiyatrosu adını taşıyordu. İlk başlarda yalnız sirk gösterileri yapılmış; fakat sonrasında tiyatro gösterileri oynatılması tasarlandı ve adı Théatre- Cirque de Pera oldu. Bu sirk binasının
önceleri tiyatro olarak kullanılmasına izin verilmedi, ancak daha sonra izin
çıktı. 1904’te Ramirez yönetimindeki tiyatro yenilendi ve 70 loca yapıldı.
Önemli bir tiyatro merkezi de Galata’da idi. Galata’daki yerlerin çoğu
oldukça salaş denebilecek yapılardı. Bu yapıların çoğu baloz adı verilen
şarkılı, danslı eğlence yerleriydi. Örneğin, Apollo, Amerikan Alkazarı, Avrupa
Tiyatrosu gibi. İstanbul yakasında, Aksaray’da Hamdi Efendi’nin 300 kişilik tiyatrosu,
Beyazıt’ta Misafirhane’de Çuhacıyan’ın 800 kişilik tiyatrosu, Şehzadebaşı
Vezneciler’de çoğu kıraathaneden bozma çeşitli tiyatrolar ve Sultanahmet’te
1880’de kurulan bir açık hava tiyatrosu vardı.
Üsküdar’daki Aziziye Tiyatrosu İstanbul’un eski tiyatrolarından biridir.
1872’de Aziziye Tiyatrosu’nu Tomas Fasulyeciyan Topluluğu kurmuştur. Bu
topluluk burada sürekli temsiller vermiştir. Bu dönemde Aziziye Tiyatrosu’nun
yönetimi ise Güllü Agop’ta idi.
Bu dönemde Kadıköy ve Üsküdar yakasında çeşitli tiyatrolar vardı:
Üsküdar Bulgurlu Kariyesi Libade caddesindeki tiyatro, Kadıköy
Söğütlüçeşme caddesinde Zamboğlu Tiyatrosu, Üsküdar Bulgurlu Karyesi
Terakki Bahçe Tiyatrosu, Üsküdar Bağlarbaşı Çiftlik Gazinosu Tiyatrosu,
Üsküdar Boyacı sokağındaki tiyatro, Üsküdar Horhor yöresinde Yeni Tiyatro,
Üsküdar Çarşıboyu Demirciler içinde Yeni Tiyatro, Kuşdili Papaz Bahçesi,
Üsküdar Posta yolunda Beyleroğlu Bahçe Tiyatrosu, Kadıköy
Yoğurtluçeşmesi’ndeki tiyatro, Kadıköy Kışlık Tiyatrosu, Üsküdar Bağlarbaşı
Eşref Bey Cambazhabesi, Üsküdar Tophanelioğlu Belediye Tiyatrosu gibi
İstanbul’un çeşitli bölgelerinde kışlık ve yazlık tiyatrolar vardı64.
3. İLK TÜRK OPERETİNİN DOĞUŞU
1868 yılında Gedikpaşa Tiyatrosu’nun işletmesini İtalyan Mösyö Razi’den
devralan Güllü Agop, Osmanlı Topluluğunu kurarak Türk Opereti için önemli
bir temel atar. 1840 yılında İstanbul’da doğan Güllü Agop’un asıl adı Agop
Vartovyandır. 1861 yılında Şark Tiyatrosuna aktör olarak girmiş ve Ermenice
temsillerde rol almıştır. 1863 yılında Şark Tiyatrosu’ndan ayrılmış ve İzmir’de
Ermenice temsiller veren bir gruba rejisörlük yapmıştır65. Tekrar İstanbu’a
döndükten sonra Asya Kumpanyası’nı yönetmeye başlamış daha önceleri
Naum Efendi yönetimindeki Şark Tiyatrosu’nda sahneye çıkmış ve 1860- 61
yılları arasında burada çalışmıştır. Bu döneminden sonra önce İzmir’de
amatör bir grubun çalıştırıcılığını üstlenmiş, daha sonra İstanbul’da Asya
Kumpanyası ile Ermenice oyunlar sergilemiştir.
Kurduğu Osmanlı Topluluğu ve tiyatrosunda özel olarak Türkçe oyunlar
oynamaya önem veren Güllü Agop, 1870’te on yıl boyunca İstanbul’da Türkçe
oyun oynayacak tek tiyatro olma imtiyazını aldı. Bu Türkçe oyun oynama
imtiyazı Türk tiyatrosunda müzikli oyunların doğmasına yol açmıştır. Bu
imtiyaza göre İstanbul’da faaliyet gösteren tiyatro grupları, Türkçe vodvil,
komedi, trajedi sahneleyemiyeceklerdi. Bu sorun imtiyazın dışında kalan
müzikli oyunlar, operetler sahnelenerek aşılabilmiştir.
Dikran Çuhacıyan, Agop Efendi’ye verilen imtiyaz belgesinde opera sözcüğünün geçmemesi noktasından hareket ederek bu imtiyazda bir açık
bulmuş, hatta kurduğu Opera Kumpanyası ile Güllü Agop’a ciddi bir rakip
olmuştur. Kurduğu bu toplukla yalnızca Güllü Agop’a rakip olmakla da
kalmamış, İstanbul’daki müzikli sahne sanatlarının gelişmesinde büyük katkı
sağlamıştır.
3.1 Dikran Çuhacıyan
1837 yılında İstanbul’da doğan Çuhaciyan, Sultan Abdülmecidin
saatçibaşısı Kevork Efendi’nin büyük oğludur. İtalyan Manzoni’den piyano
dersleri ile müzik eğitimine başlayan Çuhacıyan, Avrupa’nın klasik formlarını
Doğu’nun müzik yapısı ve motifleri ile harmanlayan ilk Doğulu bestecidir.
1862’de Milano’ya gitmiş, burada kaldığı dört yıl boyunca opera-buffa
örnekleri tanıma imkanı olmuştur. O dönemde özellikle Milano Avrupanın
opera merkezi konumunda idi. Milano konservatuvarında Çuhacıyan’ın Verdi’den de dersler aldığı
söylense de bu konu tam olarak açığa çıkmamıştır. Ancak Çuhacıyan’ın
eserlerinde kullandığı dil, üslup ve teknik özellikler onun bu usta besteciden
oldukça etkilendiğini gösterir. Bestecinin müzikal kimliğinin şekillenmesi de
bu döneme denk gelir.
İstanbul’a döndükten sonra Kınar adlı Ermenice bir müzik dergisi ve aynı
isimde bir müzik derneği kurdu. Bu dönemde müzik üzerine konferanslar
vermeye, marşlar, orkestra ve koro parçaları bestelemeye başladı.
Bestelediği bu eserleri Şark Tiyatrosu’nda kendi yönetti. Çuhacıyan, XIX.
yüzyılın ortalarından günümüze kadar İstanbul’un müzik, eğlence hayatında
vazgeçilmez bir yere sahip olan operet türünün ilk yerli bestecisi olması
açısından oldukça önemlidir. Geleneksel Türk müziği ezgilerine armoniyi ve
Batı müziği tekniklerini ilk defa o kullanmıştır. 1868 yılında Tomas Terziyan’ın
İtalyanca librettosu üzerine bestelediği ve konusunu Ermeni krallarından II.
Arşak’ın hayat hikayesinden alan 4 perdelik “Arşak II” operasını İtalya’da
bestelemeye başlayıp, bölüm bölüm İstanbul’a yolladı.
İlk Ermeni operası da sayılan bu eser politik sebeplerden yasaklanınca,
Çuhacıyan ertesi yıl, operanın bazı sahnelerini çıkartıp, “Olympia” adıyla
Naum Tiyatrosu’nda bir İtalyan opera topluluğunca sahnemesini sağladı66.
1870 yıllarından itibaren Güllü Agop’un elinde bulundurduğu 10 yıl süreli
İstanbul’daki Türkçe komedya, dram, trajedi ve vodvil oynatma imtiyazı sebebi ile, İstanbul’da Türkçe tiyatro oynayamayanlar ister istemez İstanbul
dışına gidiyorlardı. Çuhacıyan ise, bu imtiyazın müzikli oyunları
kapsamadığını söylemiş ve bir opera topluluğu kurma çalışmalarını
başlatmıştır.
İlk Türkçe opera çalışmaları Temmuz 1874’te Beyoğlu’nda, bir dönem
tiyatro olarak da kullanılmış olan Haçopulo Geçidi’nde Adam’ın Konser
Salonu’nda otuz kişilik bir öğrenci grubu ile başlamıştır67. Ancak daha bu çalışmalar bile Güllü Agop’u harekete geçirmiş, sahip olduğu imtiyazı öne
sürerek, dava açıp bu çalışmaları engelleyeceğini söylemişti. Haber halka
Hayal gazetesinin 3 Temmuz 1874 tarihli sayısı aracılığı ile verilmiştir. Gazete
Güllü Agop’un böyle bir hakkının bulunmadığını belirtmiştir. Gazetenenin 31
Ağustos 1874 tarihli sayısında ise şöyle bir haber vardı:
“Beyoğlu’nda Haçopulo çarşısında vaki muzikacı Monseur Adam’ın
salonunda otuz neferden mütecaviz şakirdane Türkçe opera
talimiyle meşgul bulunan muzika muallimi Dikran Çuhacıyan
Efendi’nin İstanbul’da bir opera tiyatrosu tesis ve ihdası vaki olan
istidası üzerine hükûmet-isenîye tarafından dahi Türkçe bir opera
tiyatrosu tesisine ruhsat ita buyrulduğu mesmuumuz olmuştur. Bu
babdaki tafsilât ileri nüshamızda ita olunacaktır.”
Bu dönemde Çuhacıyan, Ağyazar Melikyan adlı varlıklı bir Ermeniden
1500 Osmanlı altını destek alarak Osmanlı Operet Kumpanyası’nı kurdu ve
hem yerli hem de yabancı eserlerin çalışmalarına başladı.
1870’te Naum Tiyatrosu’nun yanması üzerine, Çuhacıyan Beyazıt’taki
askeri misafirhaneyi (Harbiye Nezareti binası) kiraladı, temsiller de Ramazan
ayı içinde başladı. Topluluk Dikran Çuhacıyan ile Dikran Kalemciyan
tarafından yönetiliyordu. Beyazıt’daki misafirhanede önce Çuhacıyan’ın
“Mektep Ustası” adlı oyunu, daha sonra yine Çuhacıyan’ın Şinasi’nin “Şair
Evlenmesi” adlı oyunu için yazdığı iki perdelik müzik ve “Mekteb Seyri” isimli
opera komik’i sahnelenmiştir68. Dikran Çuhacıyan’ın yazdığı ilk Türkçe eser olan “Arif’in Hilesi”, Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahnelenmeye başlamıştı. Ancak Güllü Agop, ilk Türk opereti olan “Arif’in Hilesi” adlı oyununun bir vodvil olduğunu ve imtiyazının kapsamına girdiğini söylemiş, o dönemin yazılı basınında oldukça hararetli bir tartışma başlatmıştı. Fakat Güllü Agop’un bu iddiası resmi makamlar
tarafından kabul edilmedi. Bu tartışmalar sırasında Güllü Agop’un bazı
oyuncuları, Çuhacıyan’ın Operet Kumpanyası’na katıldılar. Bu olaydan sonra
Güllü Agop, bir ilan bastırıp halka dağıttı. Ama bu ilan, o sezonun oyunları
hakkında değil, tiyatrosundan ayrılarak Çuhacıyan’ın Operet Kumpanyası’na
katılan oyuncuları hakkındaydı. Amacı güçleşen durumunu az da olsa
düzeltebilmek ve tartışmayla ilgili olarak kendisini haksız bulan basını biraz
olsun kendi tarafına çekebilme kaygıları taşır:
“Tiyatromuzun az zamanda ne derece ilerlemiş olduğu eserleriyle
ispat edilmiştir. İdarenin elinden geldiği kadar gösterdiği gayrete
umumun rağbeti de eklendiği için o sayede gitgide noksanlarını
tamamlıyarak Avrupa tiyatroları gibi muntazam bir hale geleceği
şüphesizdir. Bu aralık tiyatronun lehinde veya alehinde bazı sözler
söylendiğinden ben de birkaç söz söylemeyi borç bildim.İdarenin
bugünkü hali kimin malûmu olursa bizi hakikaten mazur tutacağına
eminiz. Kumpanyamız efradından bazılarının idareyi yıkmak
maksadı ile her nasılsa yanımızdan ayrılıp çıkmaları bizi bir derece
güçlüklere uğratmışsa da yanımızdan sebepsiz savuşanların ve
onların savuşmasına ön ayak olanların umdukları kadar işimizi ve
tiyatronun intizamını bozmamıştır. Şimdi aktörler, bundan on sene
evvelki kadar saygılı olmuyor. Tiyatro terakki ettikçe aktörler de
çoğalıyor; gidenlerin yerine daha iyileri bulunuyor.Tiyatromuzun
intizamı bozulmadığı gibi seyirciler daha da terakki ettiğimizi
göreceklerdir. Ramazan-ı Şerif Tiyatronun en kazançlı zamanı
olduğu halde bazı garaz sahibi kimseler, bir takım aktörleri
Ramazan’a bir hafta kala ansızın tiyatroyu terk ettirmek gibi bir hali
uygun gördüler.Bunların ettikleri ve edecekleri dedikoduların
hamiyet ve insaf sahibi kimselerin nazarında tesirli olmıyacağı
meydandadır. Halin hakikatini bu kadar olsun bildirmekle yetinirim.69
Güllü Agop’un tiyatrosundan ayrılarak Çuhacıyan’ın Operet
Kumpanyası’na geçen oyuncularla birlikte, 35 kişilik orkestra ve 40 kişilik
koronun dışında Takvor Nalyan (bariton), Dikran Kalemciyan, Mardiros
Mınakyan (bariton), Serovpe Bengliyan (bas), Ohannes Acemyan (birinci
tenor), Dırtad, Hacik Papazyan (tenor), Karnik (tenor), Karekin Rışduni,
Andon Rışduni, Sisak Çaprastçıyan, Berberyan, Şazik Köylüyan (soprano),
Lusnak, Azniv Hraçya gibi önemli sanatçılar da yer alıyordu70.
Verdiği ilanın ardından, Güllü Agop çareyi müzikli oyunlar sahnelemekte
buldu. 1875 yılında her iki topluluk da müzikli oyunlar oynatıyordu. Güllü
Agop’un topluluğu Nalyan Efendi’nin çevirdiği, Offenbach’ın “La Belle Hélene”
adlı üç perdelik opera buffa’sını oynarken, Çuhacıyan topluluğu, Riştuni’nin
metni üzerine, Çuhacıyan’ın Alboretto ile birlikte bestelediği “Köse Kâhya”yı
oynuyordu71.
11 Ocak 1876’da Dikran Çuhacıyan, en önemli eseri olan “Leblebici
Horhor Ağa”yı 40.000 franka kiraladığı Fransız Tiyatrosu’nda, Ramazan’ın ilk
günü sahneye koydu. “Leblebici Horhor Ağa”nın ilk temsili büyük başarı
kazandı. Ramazan boyunca İstanbul’daki çeşitli tiyatrolarda her gece, o sezon
ise toplam yüz defa sahnelendi72.
Dönemin gazetelerine göre “Leblebici Horhor Ağa”nın şarkıları, evlerde
sokaklarda, kahvehane ve ticarethanelerde söyleniyordu. Eserin sahne
düzeni Takvor Nalyan’a, dekorlar Merlo’ya kostümler ise Ohannes
Hançeryan’a aitti73. Özellikle “Leblebici Horhor Ağa”nın başarısından sonra,
halkın bu müzikli oyunları dramlar ve komedilerden daha çok beğendiğini
farkeden Güllü Agop da kendi repertuvarında, Çuhacıyan topluluğunun
repertuvarına benzer tarzda eserlere yer verdi.
Dikran Çuhacıyan, 1876 yılının başlarında Güllü Agop’la aralarındaki
rekabetin artması ve kendisini destekleyen Ağyazar Melikyan’ın bütçesinin
sarsılması yüzünden maddi desteğini kesmesinden dolayı oldukça
borçlanmıştı. Bu tarihten sonra topluluğun yönetimini Benliyan’a bırakıp
kendisi de sadece müzik yöneticisi olarak kalmıştır.
1875-76 döneminde Çuhacıyan topluluğu kısmen popüleritesini yitirmişti.
Güllü Agop, hem müzikli oyunlarını hem de olağan temsillerini sürdürüyordu.
Bu sırada, sürgünde bulunan Türk yazarlarının dönmesi ile aynı hafta içinde
yedi tiyatroda74 birden sahneye konan “Vatan yahut Silistre” adlı oyun için
Çuhacıyan bir marş besteledi.
Osmanlı Tiyatrosu da 1876-77 tarihinden itibaren gerilemeye başladı. I.
Meşrutiyetin ilanı ve sürgünden dönen yazarlarla iyileşen ortam, 1877 yılının nisan sonlarında ilan edilen ”93 Harbi” adıyla anılan Rus- Türk savaşı ile
bozuldu75. II. Abdülhamit’in saltanat döneminde Balkanlar, Afrika’nın kuzey
kıyıları, Doğu Anadolu’da Kars ve Ardahan, Karadeniz kıyılarında Batum’a
kadar olan topraklar, imparatorluk sınırları içinde bulunuyordu. Bu duruma
rağmen II. Mahmut’un saltanat yıllarından beri imparatorluk karışık ve tehlikeli
durumda idi. Bu karışık dönemde Rusya, imparatorluk sınırları içinde yaşayan
Hıristiyan halkın haklarını korumak bahanesi ile Balkanlar ve Anadolu’daki
imparatorluk sınırlarına saldırdılar. Savaşın sonunda Ayastefanos Antlaşması
imzalanmış, Doğu Anadolu’da Kars ve Ardahan, Karadeniz kıyılarında Batum
ve çevresi Ruslara verilmiştir. Balkanlarda ise kaybedilen topraklarda büyük
bir Bulgaristan Prensliği kuruldu. Romanya, Sırbistan ve Karadağ tam
bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bosna- Hersek Avusturya tarafından süresiz
olarak işgal edildi. Son olarak Rusya’ya yüz yılda otuzdört milyon altın
verilmesi kabul edildi. Bu dönem Osmanlı İmparatorluğu için de, Tanzimat
Devrinin sona erip, sonraları “istibdat devri” yılları diye adlandırılacak bir
devrin başlangıcıdır.
Dikran Çuhacıyan, 1878 yılı Aralık ayında Benliyan Operet Topluluğu’nun
müzik yöneticisi ve orkestra şefi olarak Edirne’ye gidip kendi operetlerini Rus
subaylarına ve askerlerine sahneledi. Rus Çarı II. Aleksandr onu San
Stanislas nişanı ile onurlandırdı. Ayastefanos Barış Andlaşması’nın
imzalanmasından sonra İstanbul’da düzenlenen törene, Çuhacıyan
hazırladığı bir repertuvarla katılarak orkestrayı bizzat kendi yönetti. Besteci, II.
Abdülhamit tarafından nişanla ödüllendirildi. Çuhacıyan daha sonra çeşitli
tarihlerde Fransa ve İtalya devlet başkanlarından da nişanlar almıştır. 1890 yılında Çuhacıyan, Dikran Kalemciyan’ın librettosunu bir arap
masalından uyarlayarak yazdığı “Zemire” operasını besteledi. Bu komik opera
1891 yılında İstanbul Concordia Tiyatrosu’nda Fransız Bennatti Topluluğu
tarafından icra edildi. Eser 1894 yılında İtalyan Franzini Topluluğu tarafından oynandı. Sonradan bu operanın librettosu kaybolmuştur. Eserin ilk Türkçe metnini Maillard adında biri yazmış, Fransızcaya, yapılan değişikliklerle birlikte,
Stamboul gazetesine “Kim Bilir” takma adıyla yazan Anmeghian ile Panossian
çevirmiştir76.
Çuhacıyan’ın son müzikli sahne eseri ise, hayatının son döneminde
Abdülhak Hamit’in Duhter-i Hindu’sundan esinlenerek yazdığı “İndiana” adlı
operasıdır. Bu opera 1897 yılında tamamladı ve eser ilk defa Dikran
Kalemciyan yönetiminde Temâşa-i Hüner Kumpanyası77 tarafından
sahnelendi78. Fakat, İzmir’e gitmeden önce, kendisini daha önce oldukça
desteklemiş olan Ağyazar Melikyan’a birkaç altın karşılığı sattı.
Dikran Çuhacıyan, 21 Mart 1898 yılında yüzündeki kanserli bir tümör
yüzünden, yoksulluk içinde öldü. Mezarı İzmir’de, daha sonra fuar alanı haline
getirilen Ermeni mezarlığındaydı, fakat bugün, bu mezar maalesef kayıptır.
Çuhacıyan, Türkiye’deki müzikli sahne sanatlarının gelişimi açısından çok
önemli bir dönüm noktasıdır. Tanzimat sonrası Batılılaşma hareketleri
sırasında müzik hayatının seyrini değiştirmiş, Türkiye’nin ilk opera ve operet
bestecisi olmuştur. Bestecinin yaratıcılığı sadece opera ve operetlerle de
sınırlı değildir, piyano minyatürleri, romanslar, fantazyalar, bale ve oyun
müzikleri gibi besteleri de mevcuttur.
3.2 Dikran Çuhacıyan’ın Türk Operetleri
3.2.1 Arif’in Hilesi
İlk Türk opereti olan “Arif’in Hilesi”, Gogol’ün “Müfettiş” adlı eserinden Türk
yaşamına uyarlanarak 1872‘de yazıldı79. Dikran Çuhacıyan’ın ve A.
Alboretto’nun bestelerini yaptığı “Arif’in Hilesi”, ilk defa 9 Aralık 1872’de
Gedikpaşa Tiyatrosu’nda oynadı. Metnin yazarının kim olduğu konusu ise
biraz karışıktır. İlk baskısında Osep Yazıcıyan olarak gösterildi. Eser 1874’te
oynandığında ise yazarların adı Mahir Bey’le Cevdet Bey olarak geçer. Bazı
kaynaklarda ise librettisti Ohannes Acemyan olarak belirtilir. Oyun, oynandığı
dönem çok tutulmuş, yalnızca 1884 yılında Tepebaşı Tiyatrosu’nda 277 kez
oynamıştır.
Eserin konusu ise şöyledir: Kasaba halkı valinin geleceğini duyar ve
hazırlık yapar. Söylentiye göre vali kılık değiştirerek gezdiği için kasaba halkı
yoksul görünüşlü birini beklemeye başlar. Hepsinin valiye anlatacak farklı
dertleri vardır. Halk koro olarak “ Sefa geldiniz Valimiz Paşa”yı prova ederler.
Öte yandan valinin vekilharcı olan Arif kendisine verilen parayı yankesicilere
kaptırdığı için korkmuş ve kaçak gezmektedir. Tesadüfen valiyi bekleyen
kasabaya gelir, günlerdir aç ve perişandır. Uğradığı hanın sahibi ise
hapistedir. Hancının kızı Meryem kasabadaki söylenti yüzünden Arif’i vali
zanneder, Arif ise bu yanlış anlamayı düzeltmez, karnını doyurur, kasabanın
ahalisi ile konuşur onların dertlerini dinler. Meryem’le içer danseder ve “Teneni teneni, sevdim ben seni” düetini söylerler. Bucak müdürü Arif’in vali
olmadığını anlar ve onu tutuklar, bu defa gerçek vali gelir, aynı tören
kendisine de yapılır.
Vali’ye bir dolandırıcının kendini vali diye tanıtarak kasabayı aldattığını
anlatırlar. Vali, mahkumu görmek ister, bu dolandırıcının sevdiği vekilharcı
Arif olduğunu görünce onu affeder ve Meryem ile evlendirir. Arif’i tekrar
yanına vekilharç olarak alır ve kasaba halkının dileklerini de yerine getirir80.
“Arif’in Hilesi” müzikleri ya da konusundan ziyade, ilk müzikli Türk sahne eseri olması ve bu türde eserlerin yazılması ve oynanmasındaki öncü rolü
açısından önemlidir. Güllü Agop’un elindeki imtiyaz sebebi ile ‘müzikli’ sahne
eserlerine yönelen Çuhacıyan, Türkiye’nin, hem yaşadığı dönemini hem de
kendinden sonraki dönemi operet ve opera çalışmalarının geleceğini
değiştirmiştir.
3.2.2 Köse Kâhya
“Köse Kâhya”nın ilk adı Köse Abdal’dı. Bestesi, Çuhacıyan ile birlikte
Alboretto’ya aitti. Oyunun librettosu ise Karakin Riştuni’nindir. Bu eser,
Çuhacıyan’ın kendi döneminde çok oynanmış ve günümüzde hala metni
bulunan Türkçe oynanan üç operasından biridir. Eser, üç perdeden oluşan bir
komik operadır.
Köyün güzel kızlarından Gül, Köse Kâhya’ya aşık olmuştur. Halbuki Köse
Kâhya, kızlardan kaçan, böyle şeylerle pek de ilgilenmeyen biridir. Ormanda
köylü kadınlar “Köyde yaşamak ne güzel olur” korosu ile çamaşır yıkarken
Gül, “ Salime, aman Salime, acı halime” şarkısı ile sırrını Salime’ye açar.
Köylü kadınlar “Köse Kâhya pek zalimdir” korosu ile şaşkınlıklarını anlatırlar.
Salime pekmez ve tereyeğ ile helva hazırlayıp büyü yapacak: Köse Kâhya,
helvayı yedikten sonra Gül’e aşık olacaktır. Bu sırada oraya uzak diyarlardan
hayvan satın almak için üç çoban, İbiş, babası Bayram ve Dayısı İbrahim
gelir“. İlkbaharda turna gördüm, turna turna na” ile hora teperler. İbiş’in
babası, İbiş’i para kazansın diye okuldan almıştır, İbiş’in ise aklı fikri, Leyla ile
Mecnun hikayesini okumaktadır, hikayenin kitabını hep koynunda taşır. Bu
sırada köylü kızlar, “aman susalım davet oluyor” şarkısı ile büyü yapmaktadır.
İbiş gördüğü Gül’ün kendi Leyla’sı olduğuna inanır. Gül, helva tabağını bırakır
gider, Tabağı bulan İbiş helvayı yiyecekken, Köse Kâhya, eşeği ve sığır uşağı Veli
ile çıkagelir; ancak Köse’nin eşeğinin inadı tutar ve kendini suya atar. Köse
Kâhya, bunun üzerine “bu merkep değil ördek cinsidir” şarkısını söyler. İbiş,
elindeki helva tabağı ile Köse Kâhya’nın yanına gelir ve helvadan Köse
Kâhya’ya da verir. Köylü kızlarının geldiğini görünce de tabağı suya atar. Gül,
Salime ve kızlar korosu “yemiş helvayı senin sevgilin” şarkısını söyler. Bu
sırada yedikleri helvadan İbiş ile Köse Kâhya’yı sancı tutar, bu sahnede de
ikisinin komik düet’i vardır. Bu düet’in ardından Gül, Salime ve kocası
Himmet’in şarkısı “geçti bakın Köse’nin sancısı” söylenir. İkinci perde, mehtaplı bir gece ile açılır, kızlar kuyudan su çekmektedir.
Gül üzgündür, çünkü Köse onun sevgisini hiç umursamaz, çoban İbiş’le
evlense, o da kendi köyünden değildir. Salime bir başka büyü yapacak “İn,
bin, din” diye büyülü suyu Köse Kâhya’ya içirecektir, yalnız bu sırada büyü
yapılırken tavşan kulağının düşünülmemesi gerekir. Büyü tutarsa, İbiş’in aşkı
Köse’ye geçecektir. Koro “gel ağlama İbiş” i söyler. Bu sırada başka Köse,
Eğinli Zakar gelir. Veli ise onu Köse Kâhya zanneder ve komik yanlış
anlaşılmalar olur. Bu arada Köse Kâhya da gelir ve sudan içer. Koro, ”bakınız
gökte yıldızlar nice” yi söyler. Gül kendini kuyuya atmaya kalkar. Köse Kâhya
ise bu sırada “ben bu kızı almam tövbeliyim vesselam”ı söyler.
Üçüncü perde, koronun “hamd olsun gördük şu mübarek günü, tebrik
edelim Kâhya ile Gül’ü” şarkısı ile açılır. İbiş, Köse ile Gül’ün evleneceğine
çok üzgündür; ancak Köse Kâhya, Gül’e dokunmayacağına İbiş’e söz verir.
Bu arada Köse Kâhya kaçar ve İbiş ile Gül arasında bir aşk başlar. Sonunda
Gül İbiş ile evlenmeyi kabul eder. Köse Kâhya bulunur, büyünün neden
bozulduğu da anlaşılır. İlk seferde helvayı İbiş yemiştir, ikincide büyü
yaparken kızlardan biri tavşan kulağı düşünmüştür. İbiş, Gül ile evlenip
Bosna’ya gidecektir. Oyun, şarkı ve danslarla sona erer.
3.2.3 Leblebici Horhor Ağa
Çuhacıyan’ın her dönemde en çok sevilen eseri “Leblebici Horhor Ağa”
olmuştur. Oyunun librettosu Takvor Nalyan tarafından yazılmıştır. Eser, ilk
defa Beyoğlu Fransız Tiyatrosu’nda Osmanlı Operet Kumpanyası tarafından
oynandı ve büyük başarı kazandı. Bu operet, Türkçe, Ermenice, Yunanca,
Almanca, Fransızca ve Rusça’ya da çevrilmiş ve bu dillerde oynamıştır. Bu üç perdelik komik operanın konusu, yeniçeri ocağının henüz
kapatılmadığı dönemlerde İstanbul’da geçer. Birinci perde Kağıthane’de
başlar. Mirasyedi Hurşit Bey, dört dalkavuğu, Sansar, Cingöz, Canyakan,
Cımbız Şakir, Fitne Kutusu, Hayrat Yıkan ve Çingene kızlarla eğlenmektedir:
“Hep beraber içelim, Kaderi defedelim” şarkısını söylerler. Ancak, Hurşit
düşüncelidir. Şile’ye eğlenmek için gittiğinde İstanbul’da leblebicilik yapan
Horhor’un kızı Fadime’yi görmüş aşık olmuştur. Kız da ona vurulmuştur.
Hurşit, ne yapıp eder ve Sansar’ın yardımıyla Fadime’yi İstanbul’a getirirler.
Güzel bir bahar gününde Fadime, Kağıthane’de kendini bekleyen Hurşit ile
buluşur. Fadime’nin şarkısını duyarız: “bahar geldi, ah oldu yaz.” Hurşit ve
Fadime birlikte eğlenirken, Fadime’nin babası Horhor Ağa çıkagelir. Horhor,
kızını aramaktadır: ”Leblebici Horhor derler, Memlekette hep bilirler.”
Babasının geldiğini görünce hemen kızı saklarlar. Leblebici Horhor oradan
alınıp Hurşit’in konağına götürülür. İkinci perde, Hurşit’in konağında başlar. Horhor, konakta kızına kavuşur ancak onu geri götürmek istemektedir. Fadime, Hurşit’i sevdiğini söylemektedir, etraf da iki gencin evlenmesine izin vermesi için Leblebiciyi
sıkıştırmaktadır. Kızını bir şehirliye vermek istemeyen Leblebici, Fadime’nin,
köyünde Muhsin Pehlivan adında bir nişanlısı olduğunu söyler. Leblebici
Horhor, o gece konakta misafir edilir. Öteyandan bey’in dalkavukları
Leblebici’yi kandırmak için türlü oyunlar düzenlerler. Sansar Hasan kıyafet
değiştirerek Hurşit’in amcası numarası yapar. Leblebici ile sözde dostluk
kurar ve Fadime’yi kaçıracak bir yabancı dedikodusunu çıkarır. Bu plan aynen
uygulanır; ancak bu plana karşılık Leblebici’nin de bir planı vardır. O gece
kızının odasına girerek, yaşmak ve ferace takınıp, kızının yerine kendisinin
kaçırılmasını sağlayacak, sonra da bir yolunu bulup kendi de kaçacaktır. O
gece Sansar geldiği zaman, karşısında kılık değiştirmiş Leblebici’yi bulur ve
onu iffetsizlikle itham ederek dayak atar. O sırada Leblebici, Hurşit’in daha
önce kendisine “başına bir şey gelirse üç kez horoz gibi öt” dediğini
hatırlayarak ötmeye başlar. Sansar kaçar, etraftan gelenler güya Leblebici’yi
kurtarırlar. Bir yandan da onunla alay ederler. Bu sırada, Sivrisinekler:
“sivrisinek saz mı geldi, davul zurna az mı geldi?” Zanzanlar: ”Zan zan eder
tamburumuz, dan dan eder davulumuz.” Söylenir. Bu arada Sansar da
cariyelerden birine aşık olur. Kamer, Sansar, Hurşit ve Fadime arasında bir
dörtlü başlar. Kızını Hurşit’e vermek istemeyen Horhor, yediği dayak ve
ettikleri alay yüzünden İstanbul’daki diğer leblebicileri yardıma çağırmaya
karar verir.
Üçüncü perdede, leblebiciler Hurşit Bey’in konağının kapısında
toplanmıştır. Sansar ve dalkavuklarla bir kavga olacaktır. Leblebiciler korosu:
”bir Köroğlu yavrusuyuz, korkmayız.” Sansar ve dalkavuklar korosu:
“Köroğlu’ndan kaldı miras, yiğitlik.” Leblebici önce kötülük olmasın diye
yalvarıp yakararak, sonra tehtit ederek, hatta Sansar’a cebindeki on altını da
vereceğini vaadederek, kızını kendisine bağışlamalarını rica eder. Sansar buna razı olmuş görünür. Konağın taşlığında kızı yerine kendisine feraceli
Cingöz’ü getirir. Güya baba kız kucaklaşacağı sırada, Sansar, bir taraftan da
konağın muhafızı yeniçerilei ayaklandırarak “kızı kaçırıyorlar” diyerek ortalığı
velveleye verir. Yaniçerilerle, Leblebiciler birbirine girerler, o sırada
Bostancıbaşı çıkagelir. Kavgayı yatıştırır, bunca gürültünün sebebini sorar.
İlkin sesini beğenip, feraceli Cingöz’ü Fadime zannederek yüzünü açtırır.
Peçenin altından bir erkek yüzüyle belirince çok sinirlenerek derhal Fadime’yi
getirmelerini emreder. Hurşit Bey, Fadime’yi getirip babasına teslim eder,
fakat kız, ağlayarak “ Beni bu Bey’e vermezsen canıma kıyarım” der. Olayı
başından sonuna Bostancıbaşı’na anlatırlar. Bunun üzerine onun
arabuluculuğu ve etrafın bir kez daha zorlaması sonucu Leblebici Horhor
Ağa, kızını Hurşit’e vermeye razı olur. Bitiş müziği başlar: “Çalalım dümtek ,
davul, zurna dümbelek.81”
3.3 Tulûat Tiyatroları
Güllü Agop’un kumpanyasına verilen suflörlü türkçe oyun oynama tekel
imtiyazı, bu kumpanya dışındaki toplulukları oldukça güç duruma düşürmüştü.
Bu durumdan Dikran Çuhacıyan müzikli oyunların imtiyaz içine girmediğini
savunarak çıkmış, Güllü Agop’un kumapanyasından ayrılan Fasülyeciyan
bağımsız bir topluluk kuramayınca çözümü, geleneksel ortaoyununun bir
devamı gibi düşünülebilecek perdeli ortaoyunu ile bulmuştur82.
Bu oyuncular metinsiz ve suflörsüz oynadıklarını, böylelikle de Güllü
Agop’un imtiyazına dokunmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Kavuklu Hamdi Efendi
ve arkadaşlarını kendisiyle çalışmaya ikna eden Fasulyeciyan, Galata
Kulesinin yanındaki çalgılı gazinoda perdeli ortaoyunları düzenlemeye
başladı. Burada ilk olarak Fransızcadan uyarlanan Çıngırak komedyası
oynandı. Bu oyun aynı zamanda Çalma Kapıyı, Çalarlar Kapını veya Gizli
Odalar gibi isimlerle de oynanmıştı. Kavuklu Hamdi Efendi, çoğu zaman Güllü
Agop’un repertuvarındaki eserleri değiştirerek, konuya sadık kalmak şartı ile
doğaçlama oynarak seyircilere sunuyordu.
Bu topluluğa Hayalhane-i Osmanî adını veren Hamdi Efendi’nin 1874
yılında oynadığı oyunların bazıları Basiret Gazetesinde duyurulmuştu, bu
oyunların arasında acıklı 6 perdeli Tayyarzade yani Binbirdirek Vak’ası, 4
perdelik Yufkan, 3 perdelik Talihsiz Delikanlı, 1 perdelik Teodor Kasab’ın
Moliére’den uyarlaması olan İşkilli Memo, 3 perdelik Cezayir, 3 perdelik Fettan Çelebi ve Madame Angot’nun Kızı bulunuyor. Kendi repertuvarına ait oyunların da kullanılması üzerine Güllü Agop tekrar imtiyazını ileri sürmüş, ancak Tulûatçılar bunun üzerine Güllü Agop’un imtiyazındaki İstanbul’un üç yerinde tiyatro açma şartını yerine getirmediğini, yalnızca Gedikpaşa’da Tiyatro işlettiğini ileri sürerek kendilerini
meşrulaştırmışlardır83. Tulûat sanatçıları zaman zaman Beyoğlu’nda Concordia, Varyete, Odeon gibi tiyatrolarında da oyunlar sahneliyorlardı. Fakat, bu sanatçılar gösterilerini genel olarak Şehzadebaşı, Vezneciler ve Direklerarası’nda sahnelemişlerdi84. Direklerarası Beyazıt’tan Fatih’e giderken Letafet Apartmanının bulunduğu yerden sonra Saraçhanebaşı’na doğru dükkanların kemerleri ve sütunları
bulunur bu sebeple buraya Direklerarası adı verilmişti.
Tulûat tiyatrolarının ayrılmaz bir parçası ise Kantolardır. Popüler müziğin
ilk örnekleri olan kantolar Tulûat tiyatrolarında doğmuştur. Kıvrak ritmik yapısı,
akılda kalıcı melodileri ile kadın erkek ilişkileri başta olmak üzere bir çok
toplumsal olayı hicveden kantolar çok kısa süre içinde benimsenmiştir.
Kantocular arasında halkın çok değer verdiği bazı isimler vardı: Peruz,
Şamıram, Kamela, Minyon Virjin, Viyolet, Flora, Amelya Hanımlar gibi.
3.4 Dönemin Diğer Opera ve Operetleri
Bu dönemin en başarılı türü, komik opera, operet ve vodvil biçiminde
yazılmış müzikli sahne eserleridir. Bu türün başarılı olmasının iki sebebi
olabilir: eski geleneksel Türk tiyatrosu, müzik, komedi ve dansın bir
karışımıdır; bu sebeple seyirciler bu türe daha yatkındı. Bir diğer olasılık ise
Batı tiyatrosu ile tanışıklığın, Türkiye’ye gelen yabancı toplulukların sunduğu
en başarılı örneklerinin dramatik tiyatrodan ziyade lirik tiyatro eserlerinin
olması olabilir.
Dikran Çuhacıyan’dan önce ilk Türk operet denemelerini maarif
mektupçusu Halit Bey yapmıştır. Fakat operetlerinin librettosu ve notaları
kayıptır. Tarihçi, elçi ve doktor olan Hayrullah Efendi’nin de 1845 tarihli olduğu
sanılan İbrahim Paşa ve İbrahim Gülşenî adlı bir opera librettosu
bulunmaktadır85. Ayrıca Hasan Bedrettin Paşa86 da Fortunio, Orfée, Giroflé-
Girofla gibi opera komiklerin librettolarını çevirmiş ve yayımlamıştır. Bu opera
komikler çeşitli topluluklar tarafından oynanmış ve beğeni kazanmıştır.
Tanzimat devrinin oldukça sevilen bir diğer operası ise, Osman Nuri87 ve M.
Muslihiddin88 Beylerin sözlerini yazdığı ve Haydar Bey tarafından
bestelenmiş, Pembe Kız operasıdır. Eser, 3 perdeden oluşan bir komik operadır.
Eserin basılı metni olmadığı gibi notalarının da kimin elinde olduğu belli
değildir. Operetin Meşrutiyet döneminden kalma bir yazma metini mevcuttur;
ama bu metin de Tulûat tiyatrolarının kullandığı bir metindir. Orijinal metinle
arasında kişi adlarında ve olayların gelişiminde ufak tefek değişiklikler olduğu
sanılmaktadır89.
3.4.1 Pembe Kız
Mirasyedi Kâmil Bey ve dalkavuğu Bülbül, Kağıthane’ye eğlenmeye gelir.
Çingeneler zengin bir Beyin geleceğini duymuşlardır. Çingene güzeli Pembe
ve arkadaşları Bey’in yanına giderler; Pembe’nin kardeşi İbo para
düşkünüdür. Bey’in parasını alacağı için sevinçlidir. Çingene kızları Bey’i
eğlendirir. Pembe, Bey’in falına bakar ve bu arada gönlü Bey’e kayar. Aslında
Pembe’nin Kızılkurt adında bir sevgilisi vardır. Pembe, kardeşi İbo ile kimlik
değiştirerek Bey’in yaşadığı konağa giderler. Tasarladıkları oyun başarıya
ulaşır. Bey, çingene olduğunu bilmediği Pembe ile evlenecektir. Öte yandan
Çingeneler bunu öğrenmişlerdir; hem sevgilisinin kaçmasına üzülen Kızılkurt
için, hem de Çingene olduklarını saklayan Pembe ile İbo’ya bir ders vermek
üzere konağa gidip işi açıklayacaklardır. Bey’in konağında düğün hazırlıkları
yapılmaktadır, İbo, çingene olduğunu gizlemeye çalışırken daha çok yanlış
yapar. Sonunda çingeneler konağa gelir ve iş anlaşılır. Pembe, yine
Kızılkurt’un olur. Oyun, şarkı ve danslarla sona erer. Haydar Bey’in bestelediği bir başka müzikli oyun ise, Ahmet Mithat’ın Çengi
yahut Dâniş Çelebi90 adlı oyunudur. Şarkıların sözlerini ise Muallim Naci
yazmıştır. Eserin 1884 yılında Yeni Tiyatro’da oynanması üzerine Levant
Herald’ın 6 kasım 1884 tarihli bir yazısında, Haydar Bey’in bilinen parçaları
toplayıp uyarlayarak düzenlediği belirtilmektedir.
3.4.2 Çengi
Saliha Molla, Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş cinci, efsuncu bir kadındır.
Dâniş Çelebi adındaki oğlu doğuştan aptaldır. Ayrıca annesinin uğraştığı
periler, cinlerle iyice aklını oynatmış, düş dünyasında yaşamaktadır. Annesi,
oğlunun çılgınlığının iyice artmaması için ona esrar verip, peri hikayeleri, Aziz
Efendi’nin Muhayyelât’ından hikayeler okur. Engerusizade adında zengin bir
kibar ve onun dalkavuğu Yahni Kaptan konaklarında bir eğlence düzenlerler.
Dâniş Çelebi’yi de çağırırlar. Amaç, Dâniş Çelebi’nin perilere, cinlere, iyi
saatte olsunlara inancıyla alay edep hoşça vakit geçirmektir.
Engerusizade’nin cariyesi çok iyi şarkı söyleyip dans edebilen zeki, dolapçı bir
kızdır. Onu da peri yaparlar, Dâniş Çelebi onun peri olduğuna inanır. Peri,
sözde kimi zaman yokolmakta ve yalnız Dâniş Çelebi’ye görünmektedir, kimi
zaman ikisi birlikte yokolmaktadır. Konuklar da bu yanılsamanın
yaratılmasında yardımcı olurlar. Sonunda Dâniş, periyi götürmek ister. Saliha
Molla gelir, oğlunun bu tutkusu üzerine ayak direyerek Engerusizade’nin
cariyesini alır. Peri ile Saliha Molla anlaşır; Peri, aynı zamanda Dâniş’in karısı
gibidir; çengi kızlarla peri sahneleri düzenler. Gök kuşağından geçirerek
sözde erkek olan çengileri kıza dönüştürerek Dâniş’i avutur; bir yanılsama dünyasında yaşatır. Dâniş, annesinin verdiği sözde mühr-i Süleyman ile
periler arasına karıştığını zanneder. Evdeki Dilferah adındaki cariye bu işten
şikayetçidir. Dâniş’in böyle kandırılmasına karşıdır, ancak Saliha Molla
keyfindedir, bir yandan tılsımla para kazanır, diğer yanda erkeklerle gönül
eğlendirir. Sonunda Saliha Molla ölür. Peri, Saliha Molla’nın parasını, değerli
taşlarını kendisine saklar. Sonunda Dilferah, Dâniş’e Peri’nin hırsızlıklarını
anlatmayı başarır; bir gece peri uyurken yatağın yanına kara saplı bir bıçak ve
tılsım koyar, Dâniş bu bıçakla Peri’yi öldürecektir. Ancak Peri durumu
öğrenince çengi kızlara Dilferah’ı bağlatıp kendi yatağına yatırır. Dâniş, uzun
bir duraksama ve korku sonunda bıçakla dadısını vurur, değişikliği anlayınca
büyük korkuya kapılır. Peri de artık bu evden ayrılmaya karar vermiştir,
yükünü tutmuştur, çengilerle son bir bale temsili yapar; kızlar önce kara,
sonra kırmızı, en son beyaz giysiler içinde bir bale yapıp ayrılırlar, Dâniş tek
başına kalır.
Bu dönemde çok ünlü olmuş bir diğer müzikli oyun ise, Ahmet Mithat’ın
Zeybekler’idir. Oyunun müzikleri, lavtacı ve hânende Hristâki Kiryazis’e
aittir.Bu oyunun maalesef elimizde ne yazma, ne de basma metni vardır.
3.4.3 Zeybekler
Köy kahvecisi Veli Dayı ile karısı Binnaz’ın tek kızı Meruşe’yi, Aydın’dan
çiftlik sahibi Timur Bey’in oğlu Dâniş Bey adında soylu, zengin biri
sevmektedir. Ancak Veli Dayı inatçı bir adamdır, kızını köylü olduğu için
çoban Kel Memiş’e vermek ister. Kızın gönlü Dâniş Bey’dedir. Veli’nin bu
direnişi karşısında, Dâniş Bey tek başına dolaşırken zeybeklerden Sarı Efe ve arkadaşlarının arasına düşer. Bu sahnede zeybeklerin ve çingene kızlarının
koroları yer almıştır. Zeybeklerin başı, Dâniş Bey’e tanıdık çıkar. Dâniş Bey’in
derdine bir çözüm bulacaklardır. Dâniş’in kılığını değiştirerek ona aptal bir
görünüş verirler. Efeler gidecekleri bir düğüne Veli Dayı, karısını ve kızını da
çağırırlar. Orada evlenme konusu açılınca Efeler, kıza ceza olsun diye onu bir
aptalla evlendirmesini öğütlerler. Veli razı olur, böylece Dâniş ile Meruşe
evlenirler, oyun zeybek oyunları ve şarkılarla sona erer.
Tanzimat döneminde olduğu kadar Meşrutiyet döneminde de çok
oynanmış, ancak yazarı ve bestecisi bilinmeyen iki müzikli oyun mevcuttur.
Bu oyunların her ikisinin de metni, Meşrutiyet dönemi Tulûat topluluklarının
yazma defterlerinden edinilebilmektedir. Oyunlardan ilki Köroğlu, diğeri ise
Derebeyi’dir.
3.4.4 Köroğlu
Çoban Veli’nin kızı Havva ile Tosun nişanlıdır. Köroğlu, babasının öcünü
almak için giderken Havva’yı kırda görüp sever, kaçırır ve Havva ile evlenir.
On beş yıl sonra oğlu Hasan, Bolu Bey’i Kara Ali’nin kızı Benli Hanım’ı sevip
kaçırır. Arkadan yetişen Bolu Beyinin oğlu ile vuruşup onu öldürür. Bu sırada
Bolu Beyi Kara Ali ile Köroğlu gelirler. Vuruşacakları sırada, Bolu Beyinin
uşağı Güllü’nün aracılığı ile barışırlar. Köroğlu, dağda yaşamayı bırakıp
kentte Bolu Beyi ile kardeş gibi yaşamayı razı olur. Birbirini seven iki gencin
evlendirilmesine karar verilir. Oyunda şu müzikli parçalar yer almıştır: 1. perde
koro: “Şâd olmalıyız / sevinmeliyiz”; Havva, “Ben bir çoban kızıyım”; 2. perde:
müzik: “Titresin bizden dağlar”; Gül, Dilber, koro “Maşa, saçayaklar
demirden”; koro “Titresin bizden dağlar”; Hasan “Benim gibi bir daha / var mı
bahtsız acaba”, “Bir gün yatmış idim uykuya”; koro “Bugün bir saadet idi”; 3. perde: Beyin Benderleri, koro “Gürz hem kalkanlarla biraz meşk edelim”,
Benli uykuda: ”Ah ah ne rüya / bu ne güzellik”; Hasan: “Böyle güzel hiç
görmedim asla” Hasan-Benli: “Beraber yola haydin kaçalım”; 4. perde: Koro
“Titresin bizden dağlar”.
3.4.5 Derebeyi
İkinci oyun, Derebeyi yahut Çoban Kızı veya Türkmenler’dir.
Derebeylerinden Timur Bey’in kızı Şadiye ile Çoban Recep birbirlerini
severler. Timur Bey’in uşağı Körpül, iki sevgiliyi birbirine kavuşturacağına söz
verir. Timur Bey’in kahyası Raşit Ağa da Şadiye’yi sevmektedir. Timur Bey,
çiftliğini denetlemek için birkaç günlüğüne evden ayrılınca, Raşit Ağa
Şadiye’ye sevgisini açıklar, ancak reddedilir. Timur Bey çiftlikte bir ağaç
altında uykuya dalar, çoban Recep ağaçtan inen bir yılanı öldürerek Bey’i
kurtarır; Timur Bey, kızını Recep’e vermeyi vaad eder. Çobandan ve kızdan
intikam almak isteyen Raşit Ağa, Çoban Recep’in yaşlı bir çobanı dolandırdığı
iftirasıyla onu kovdurur, sonra da sırtından yaralar. Şadiye’yi zehirlemeye
kalkışsa da, Çoban Recep yetişip Raşit Ağa’yı vurur. Ölmek üzere olan Raşit
Ağa her şeyi açıklar. Timur Bey, kızı Şadiye’yi Recep’le, sadık uşağı Körpül’ü
de sevdiği Fato ile evlendirir91.
3.4.6 Anadolu Köylüleri
Bu dönemde çok oynamış bir müzikli oyun da Hasan Vahid’in Anadolu
Köylüleri’dir. Oynadığı dönemde oldukça başarı sağlamış olan oyunun ne yazık ki günümüze metni ulaşmamıştır; bu sebepten oyunun müziklerini de
kimin bestelediği konusunda bilgi mevcut değildir; fakat Tanzimat
döneminden kalan bir el ilanında oyunun konusu şöyle verilmektedir92:
“Perdelerin tasvir-i hali:
Birinci Perde- Omoş’un fitnesiyle Hatice’nin( Osman Ağa’nın karısı)
Zeyneb’i Mustafa’ya almaktan istinkâfı. Mustafa ile Zeyneb’in
muaşakası ve Osman Ağa’nın israriyle akde karar.
İkinci Perde- Düğün (h)alay nam köy horası ve şarkısı. Mustafa’ya
kur’a isabeti, Omoş ile Veli’nin (uşak) memnuniyeti. Ey Gaziler.
Üçüncü Perde- Arife’nin (Osman Ağa’nın kızı) Kadir (Hüseyin
Ağa’nın oğlu) muaşakası. Omoş’un Zeyneb’i iğfal için tertip ettiği
hile semeresi olarak Mustafa’nın kara haberi hakkında mektup.
Omoş ve avenesinin fuzuhata karar vermeleri. Zeyneb’in itlâfı
hakkında emmisinden Omoş’a gelen mektubun Memiş’in eline
geçmesi.
Dördüncü Perde- Kızların hapis edildikleri mağara. Omoş’un
yiyecek getirişi. Köylüler. Eden bulur. Memiş’in şekr olduğu
anlaşılması. Ceza ve adalet. İşbu oyun birçok senelerden beri
sahne-i temaşaya vaz olunup ancak bu defa tiyatroperver
efendilerimizin arzusu üzerine gayet mutantan surette
kumpanyamız tarafından icrasına karar verilip leyle-i mezkûrede
lûtfen ve tenezzülen teşrife rağbet buyurmalarına ümidimiz ber
kemâldir.”
Bu dönemde yazılmış ancak kendi çağında bestelenip yayınlanmayan
fakat daha sonra, yapısı ve şarkılarıyla başarı kazanan bir diğer komik opera
ise Âli Bey’in Letâfet’idir. Eser ilerde Satvet Atabinen tarafından bestelenmiştir93.
3.4.7 Letâfet
Tacir Müstecip Çelebi’nin oğlu Muhsin Efendi adında genç, güzel bir
delikanlı lalası Abdi Ağa ile Göksu’da gezinirken eski kapıcıbaşılardan, zengin
Rızkî efendinin kızı Letâfet’i görür aşık olur. Çingene falcı Naile’nin yardımı ile
gençler tanışırlar, anlaşırlar ve evlenmeye karar verirler. Bu duruma Rızkî
Efendi de razı olur; fakat Muhsin Efendi’nin başına türlü aksilikler gelir, evi
yanar, gemileri kazaya uğrar, kendisi yoksul düşer. Ancak paraya düşkün
olan Rızkî Efendi kızını Muhsin Efendi’ye vermekten vazgeçerek parası bol,
kekeme İnayet Efendi ile nişanlar; düğün hazırlıkları hızlı gerçekleştirilir. Bu
sırada Muhsin Efendi’nin Trablusgarp’ta bulunan amcası İhsan Efendi
çıkagelir, yeğeninin üzüntüsünü öğrenerek ona yardım etmeye karar verir.
Düğün günü, başka bir yalancı düğün alayı düzenler, Abdi Ağa Yeniçeri
kılığına girer. Bu alay, gerçek damadın düğün alayının gecikmesini fırsat
bilerek kız evine gelir. Çingene Naile, İnayet’in ayvazı Manuk’u kimseyi
tanıyamayacağı kadar sarhoş eder. Arkadan yetişen gerçek düğün alayının
başındaki gerçek Yeniçeri Ağası, Muhsin Efendi’nin babasının tanıdığı çıkar,
üstelik amcasının Muhsin Bey’e yüz elli bin altın bağışladığı da duyulunca
herkes Letâfet’in Muhsin Efendi ile evlenmesine razı olur. Kekeme İnayet’de
başkasını seven bir kızla evlenmek istemediğini söyleyince gençlerin
düğününün yapılması kararlaştırılır. Oyun içinde, satıcıların, Bostancıların, kadınların, Tosunların, Ağalar ve Koçucuların, gelin alayını seyreden halkın, ayvazların ve alay takımının koro parçaları bulunur. Sololar ise, Çingene Naile’nin oyun başındaki “Fal bakar, kukulya bakar”, Muhsin Efendi’nin üzüntüsünü dile getirdiği romans, “sevdiğim
günden o serv ü kaameti”; Kekeme İnayet’in kekeme şarkısı:
“Bibi...bizim...düdü...düğün”, Manuk’un parçası “Ayvazlara hor bakmayın”;
operanın finalinde Muhsin Efendi’nin “Yenemez kısmetini kimsenin âlemde
kişi” operanın başarılı şarkılarındandır94.
3.5 Tanzimat Dönemi Oyunlarında Seçilen Konular
Tanzimat Dönemi oyunlarında belirli bir toplumsal bilinç görülmektedir. Bu
oyunlarda daha ziyade evlilik ve mevcut aile düzeninin eleştirilmesi, toplumsal
sınıf farklılıkları, yanlış yorumlanan ve henüz sindirilememiş Batılılaşma, batıl
inançlar, zulme ve sömürüye karşı ayaklanma, gelenek göreneklere tepki,
vatan ve hürriyet sevgisi konuları işlenmiştir95. Ancak dönemin koşulları bu
konuların açık seçik işlenmesi için maalesef elverişli değildi. Oyunlarda çoğu
kez bu fikirler üstü kapalı olarak işleniyor, olaylar Türkiye dışında başka
ülkelerde geçiyordu. Bu oyunlarda aynı zamanda çağın değer yargılarını da
görmek mümkündür. Ama bu değer yargıları oyunların esas konusunu
oluşturmaz, oyunun kahramanlarının düşünceleri şeklinde sunulur.
Yazarlar genellikle konularını tehlikeli buldukları oyunlarını ya eski
zamanlarda ya da ülke dışında geçirirlerdi. Bu durumun dışında genellikle
oyunlar İstanbul’da ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde geçer. Bazen konu
İstanbul’da geçmesine rağmen olaylar Ermeni, Rum gibi azınlık grupları
arasında geçer. Az da olsa Anadolu Köylüleri gibi konusu köyde geçen
oyunlar da mevcuttur.
4. ULUSAL OPERETE DOĞRU
1839’da yayınlanan Tanzimat Fermanı, vatandaşlara hak ve özgürlük
tanıyan bir harekettir. Bu ışığın altında, Batı hayat ve kültürüne yakınlık
duyarak yetişen Şinasi ve Namık Kemal nesli aydınları arasında, hak ve
özgürlük düşüncesi yayılıp kökleşmişti. II. Abdülhamit devrinde tekrar koyu bir
baskıcı rejimin başlaması özellikle bu kesimde büyük tepkilere sebep
olmuştur. 1889 yılında İstanbul’da tıp öğrencileri İttihat ve Terakki96adı altında
gizli bir topluluk kurmuşlardı. Namık Kemal’in şiirleri yasaklamalara rağmen el
yazısı ile çoğaltılarak yayılmıştı. Bu gizli yayma hareketi harp okulu’na
geçmiş, yakalananlar çok şiddetli cezalandırılmıştı, bazıları ülke dışına
kaçmayı başarmıştı. Abdülhamit idaresinin karşısında bulunanlar arasında
Osmanlı Hanedanı kızlarının kocaları da bulunuyordu. Bunlardan, Asaf
imzasıyla şiirler yazmış olan Damat Mahmut Celâleddin Paşa gördüğü baskı
yüzünden 1899’da oğullarıyla birlikte Avrupa’ya kaçmak zorunda kalmıştır.
Mustafa Kemal’in 1904’te kurmay yüzbaşı olarak orduya katılması üzerine
subaylar arasındaki özgürlük mücadelesi artmıştır. Abdülhamit idaresinin
aleyhinde bulunduğu için Şam’da bulunan askeri birliğe atanarak İstanbul’dan
uzaklaştırılan Mustafa Kemal, 1906 yılında Şam’da bazı arkadaşları ile birlikte
Vatan ve Hürriyet adıyla gizli bir ihtilal cemiyeti kurmuştur. Daha sonra
doğduğu yer olan Selanik’e gelmiş, Vatan ve Hürriyet cemiyetinin bir şubesini
de orada kurmuştur. O sırada Rumeli’deki subaylar arasında Abdülhamit
istibdadına karşı ayaklanma isteği yayılmış, İttihat ve Terakki iyice genişlemişti. 1908 yılında ellerindeki kuvvetlerle dağa çıkan bazı subaylar
Abdülhamit’i açıkça tehdit etmeye başlamıştı.
Merkezi Selanik’te bulunan ordunun baskısı ve saraya çekilen telgraflar
karşısında dayanma imkanı bulunmadığını gören II. Abdülhamit 23 Temmuz
1908’de II. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalmıştır. 1876 anayasası
hükümleri tekrar yürürlüğe girmiş, imparatorluğun her tarafında seçim
yapılarak Mebuslar Meclisi toplanmıştır. 1877 âyânından ancak üç kişi sağ
kalmıştı. Bu üyelerin yerine yenileri tayin edilerek meclis çalışmaya başladı.
Meşrutiyet’in ilanı ve özgürlük ortamı içinde daha önce ülke dışına kaçmak
zorunda kalan ihtilalciler geri dönmüşler, birçok gazete ve dergide eski idare
ve Padişah Abdülhamit aleyhinde yazılar yazmaya başlamışlardı.
13 nisan 1909’da97 İstanbul’da gerilik taraftarı softaların bir grup askeri
kışkırtması üzerine bir ayaklanma oldu. Taşkışla’daki avcı taburları isyan
etmişti. Grup, “şeriat isteriz” diye bağırıyordu. Selanik’teki üçüncü ordu,
Mahmut Şevket Paşa komutasında İstanbul’a geldi. Kolağası Mustafa Kemal
de bu ordunun kurmayları arasındaydı. Taşkışla o zaman Hareket Ordusu
denilen ve Selanik’ten gelen askerler tarafından kuşatıldı, gericilerin isyanı
bastırıldı. İsyanı başlatanlardan Derviş Vahdetî isimli softa gazeteci ve
arkadaşları asılmak suretiyle öldürüldü. II. Abdülhamit’in bu ayaklanma ile
ilgisinin olup olmadığı belli değilse de uzun baskı döneminden sonra yerinde
kalması uygun görülmedi. Mebusan ve Âyân Meclisi birlikte toplanarak,
Şeyhülislam Ziya-üd-din Efendi’den de fetva alınarak, Sultan Abdülhamit
tahttan indirildi. Yerine kardeşi Mehmet Reşat Efendi, V. Mehmet ünvanıyla
padişah oldu.
4.1 Meşrutiyet Dönemi Tiyatroları
Meşrutiyet aslında 15 yıllık kısa dönemi kapsamasına rağmen, bu
dönemde yapılan çalışmalar oldukça yoğun ve sayıca fazladır. Meşrutiyet’in
ilanı istibdat döneminin ardından halkta büyük bir coşku yaratmıştı. Hürriyet
ve Meşrutiyet kavramlarının hemen huzur, refah, umut ve güvenliği getireceği
umulmuştu. Böyle bir ortamda tiyatro bu coşkunun, eski yönetime karşı
öfkenin de dile getirildiği bir platform olarak görülmüştü. Bu sebepten
Meşrutiyet’in özellikle ilk yıllarında sahne çalışmaları çok yoğunlaşmış,
İstibdat döneminin suskunluğunun aksine neredeyse eli kalem tutan herkes
oyun yazmıştır98.
İstibdat döneminin sona ermesiyle kapanan tiyatrolar tekrar açılmış, bu
tiyatrolarda eski çağın yasaklanan oyunları ve günün koşullarına uygun yeni
oyunlar oynanmıştır. Ayrıca verilen temsillerin gelirinin, yeni bir savaş gemisi
alınması, yoksullara verilmesi ya da orduya verilmesi gibi ulusun yararına
harcanacağı bilinci bu oyunlara olan ilgiyi arttırmıştır. Ayrıca dönemin ilk
başlarında iktidar partisi İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri de bu akıma
kapılmışlar ve tiyatroyu ciddi anlamda desteklemişlerdir. Fakat çok kısa süre
içinde bu coşkunluk ve büyük beklentilerin yerini hayal kırıklığı almıştır. Dış
cephelerdeki savaşlar, ülke içindeki anarşi, parti çekişmeleri ve iktisadi
gerileme tiyatroda da yankısını bulmuş, gerek meydana gelen olaylar,
gerekse düşünceler hemen sahne eserlerine aktarılmıştır. 31 Mart olayının
yarattığı sarsıntı, iç ve dış olayların getirdiği kötümserlik tiyatroya bir görev
daha yüklemişti, tiyatrolarda bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’nun eski parlak günlerini anlatan oyunlar oynanırken bir diğer taraftan günlük siyasal
olayları konu alan temsiller veriliyordu99.
Batı tarzındaki Türk tiyatrosunun gelişiminde tiyatro binalarının önemli
payı bulunur. Meşrutiyet dönemindeki tiyatroların çoğu Tanzimat döneminde
yapılmış tiyatrolardı. Özellikle 1870’teki büyük yangın sonrası Naum
Tiyatrosunun yanması ve Güllü Agop’un Gedikpaşa Tiyatrosu’nun
yıktırılmasının ardından çok da kayda değer bir tiyatro kalmamıştı. Meşrutiyet
dönemine kalan tiyatroların en önemlilerinden biri 1871 yılında Ağacami
yakınında yapılan Odeon Tiyatrosu’dur.
Meşrutiyet dönemine kalan bir diğer önemli tiyatro ise Tepebaşı
tiyatrosudur. Bu dönemin öteki tiyatroları ise şunlardır: eski Fransız
Tiyatrosu’nun yerine yapılan Elhamra müzikhol’ü, 1911 yılında İstiklal
Caddesi 140 numarada açılan Winter Palace- Skating Palace, bu tiyatro 1918
yılında Skating Ring adıyla sinema olarak kullanılmış daha sonra sahnesi
genişletilerek 100 localı amfi biçiminde eğik ve 1300 koltuklu bir tiyatroya
çevrilip, tiyatronun adı Yeni Tiyatro olarak değiştirildi. 1910 yılında Taksim’de
bulunan Reşadiye Tiyatrosu’nda daha çok Pathé sinemasının gösterileri
oluyordu. Sinemanın gelişmesiyle bu dönemde çok sayıda da sinema
açılmıştır100. Bu sayılanlardan başka şu tiyatrolar sayılabilir: Paşabahçe
Sultaniye çadırındaki tiyatro, Veznecilede Meşrutiyet Tiyatrosu, Şehzadebaşı
Kâgir Tiyatro, Bağlarbaşı Posta yolundaki Tiyatro, Halep Çarşısı Şevk-i
Hürriyet Tiyatrosu, Vezneciler’de Sanayi-i Nefise Mektebi Tiyatrosu, Sahne-i Musiki-i Osmanî Tiyatrosu, Vezneciler’de Bizans Tiyatrosu, yine Vezneciler’de
İstanbul Tiyatrosu, Arnavutköy’de Leşki Tiyatrosu, Anadolu Hisarı Göksu’da
Baruthane Çayırı Tiyatrosu, Sarıyer Pazarbaşı’nda Hacı Misak’ın Tiyatrosu,
Şehzadebaşı Küçük Kâgir Tiyatro, 1913’te Beşiktaş’ta yeni açılan Apollon
Tiyatrosu, Beşiktaş Akaretler’de bulunan Ahali Tiyatrosu, Donanma
Cemiyeti’nin Beylerbeyi’nde yaptırdığı tiyatro, Cihangir’deki yazlık tiyatro,
Beşiktaş’ta Letafet Tiyatrosu, Eski Fevziye Kıraathanesi’nin çeşitli tarihlerde
onarılarak Emperyal Tiyatro ve Millî Sinema olarak hizmete açılması;
Şehzadebaşı’nda Şark, Millet, Ferah Tiyatroları Pangaltı Tiyatrosu,
Şehzadebaşı Malûl Gaziler Millet Tiyatrosu, Şişhane Karakolu yakınında
Apollon Tiyatrosu, Beşiktaş’ta Kilise Meydanı’nda küçük Leşki Tiyatrosu,
Emirgan’da Koru Tiyatrosu, Ortaköy’de Paresiraç Tiyatrosu, Üsküdar
Paşakapısı’nda Dilkuşa Tiyatrosu, Üsküdar Cadiye tepesindeki Tiyatro,
Mühürdar’daki Tiyatro, Galata Doğruyol’da yeni yaptırılan Amerikan Tiyatrosu
gibi. Sultan Abdülhamit’in Yıldız Sarayı’ndaki özel tiyatrosu da Meşrutiyetin ilk
yıllarında halka açılmış, burada özellikle Burhanettin Bey Topluluğu101
gösteriler düzenlemiştir102.
4.2. Darülbedayi-i Osmanî
Darülbedayi-i’nin kuruluşu, Türk tiyatro hayatının dönüm noktalarından
biridir. Meşrutiyet döneminde, genç oyuncular yetiştiren ve tiyatro toplulukları
kuran belli başlı tiyatro adamları arasında Mınakyan103, Ahmet Fehim
Efendi104, Burhanettin Bey, Binemeciyan105, Muhsin Ertuğrul106, Reşat
Rıdvan107, Şâdi Fikret108 ve Raşit Rıza109 (Samako) gibi oyuncular vardı. Bu
dönemde oyuncular ancak usta- çırak ilişkisi ile yetiştirilebiliyordu. Öğrenci
yetiştiren oyuncular olmasına rağmen, artık bir tiyatro okulunun gerekliliği de
hissedilir hale gelmişti. Bu ihtiyacı anlatan bir çok yazının ardından İstanbul
Belediye Başkanı Cemil (Topuzlu) Paşa, 1913-1914 yıllarında İstanbul’da
kurulacak konservatuvar için Batılı bir uzmanın görüşlerinden faydalanmak
amacı ile Paris’ten André Antoine’ı110 Türkiye’ye çağırdı. Darülbedai’nin
açılışı, Antoine’ın rehberliğinde 27 Ekim 1914’te gerçekleşti. Okul, tiyatro ve
müzik bölümü olmak üzere iki bölümdü.
Kurumun adı Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem (Bolayır) tarafından
konservatuvar kelimesi yerine önerilmiş ve kabul görmüştü. Şehzadebaşı’nda
bulunan ve vilayetin malı olan Letafet apartmanında kurulan okulun adı, resmi olarak Darülbedayi-i Osmanî olarak yer aldı111.
Tiyatro bölümünün başına, Darülbedayi-i Osmanî heyet-i Temsiliye
Müdürü sıfatı ile Reşat Rıdvan getildi. Tiyatro bölümü’nün ders programı için
şu derslerin okutulması uygun bulundu:
1. Teorik Dram
2. Uygulamalı Dram
3. Teorik Komedi
4. Uygulamalı Komedi
5. Tiyatro Tarihi
6. Edebiyat
7. Adab-ı Muhaşeret
8. Makyaj ve mimik
9. Trajedi112
Bu ve yardımcı diğer derslere öğretmenlik yapması için şu kişilerden
faydalanılmıştır: Mınakyan, Burhanettin Bey, Ahmet Fehim, Celâl Tahsin,
Salih Fuat, Rıza Tevfik, Hakkı Tahsin, Şahap Rıza, Halit Fahri, Ertuğrul
Muhsin, Monsieur Rioti ve Arif Hikmet. Ayrıca bir de edebi komite kurulmuştu.
Bu komitede ise, Abdülhak Hâmit (Tarhan), Yahya Kemal (Beyatlı), Yakup
Kadri(Karaosmanoğlu), Rıza Tevfik (Bölükbaşı), İzzet Melih (Devrim),
Abdullah Cevdet (Karlıdağ), Müfit Ratip, Emin Bülent, Ahmet Haşim, Mehmet
Rauf, Tahsin Nahit, Asım gibi ünlü edebiyatçılar bulunuyordu113
I.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Antoine, konservatuvarın başında daha
fazla kalamadı ve Fransa’ya döndü. Savaşın başlaması okula ayrılan
ödenekte de kısıntılara gidilmesine sebebiyet vererek çalışmaların
ertelenmesi ile sonuçlandı.
Okul olarak kurulmuş olan bu kurum daha sonra bu görevini bir yana
bırakmış ve profesyonel bir tiyatro topluluğu niteliğinde çalışmaya başlamıştır.
Önceleri Tatbikat Sahnesi adı altında ve Mınakyan denetiminde bir topluluk
olarak temsiller verdi. 1915 yılında başlayan bu uygulama daha sonra
düzensiz ve seyrek hale gelmiştir114. Bu dönem oyuncuları arasında Kınar
Hanım, Eliza Binemeciyan, Adrien, Beatris, Ertuğrul Muhsin, Şadi, Muvahhit,
Reşit Rıza, Nurettin Şevkati, Galip, Onnik Binemeciyan vardı. Mevcut kadro
ile sahnelenen ilk oyun 1916 yılı Ocak ayında gündüz kadınlara, gece
erkeklere olmak üzere Tepebaşı Tiyatrosu’nda verildi115.
Darülbedai tiyatrosu oyunlar sahnelemeye başladıktan bir süre sonra
maddi sıkıntılar yaşamış ve konservatuvarın Batı müziği bölümü önce geçici
olarak kapatılmış ve Alaturka bölümünde Türk müziğinin kaybolmasını
önlemek amacı ile eserlerin notalara alınmasına karar verilmişti; fakat savaş
şartlarında bu işin yürümeyeceği düşünülmüş ve müzik bölümü tümden
kaldırılmıştı. Tiyatro bölümü ise Ferah Tiyatrosu’nda oyunlar sahneleyen bir topluluk haline getirildi116.
4.2.1 Dar’ül Elhan
I.Dünya Savaşı’nın zor şartlarından dolayı uzun ömürlü olamayan
Darülbedai’nin 14 Mart 1916’da tamamen kapatılmasının ardından yalnızca
müzik eğitimi veren ve özellikle klasik Türk müziği eserleri tesbiti ve notaya
dökülmesi için yeni bir kurum kurulması amacı ile Ziya Paşa başkanlığında
bir musiki encümeni kurulur. Bu encümenin üyeleri Rauf Yekta Bey, İsmail
Hakkı Bey, Zekaizade Ahmet Efendi ve Şehzade Ziyaeddin Efendi’dir. Kurulan okulun adı “nağmeler evi” anlamına gelen Dar’ül Elhan’dır. Sultan
Reşat’ın irade-i seniyyesi ile bütün vekillerin imzaları ile yürürlüğe giren Dar’ül
Elhan Talimatnamesi, 2764 no’lu ve 1 Ocak 1917 tarihli Takvim-i Vekai’de
yayınlanmıştır117. Okulda Mesut Cemil, Rauf Yekta, Faize Ergin, Türk Müziği,
Zeki Üngör, Cemal Reşit, Muhittin Sadak, Veli Kanık gibi isimler ise Batı
müziği dersleri veriyorlardı.
Dar’ül Elhan 1924-1926 yılları arasında Dar’ül Elhan Mecmuası adlı bir de
dergi çıkardı; okul, geleneksek divan ve halk müziği alanında araştırma,
inceleme yaparak derleme çalışmaları da yaptı. 1927 yılında önce İstanbul
Konservatuvarına dönüştürüldü, daha sonra da Belediye Konservatuvarı adını
aldı. Okul, yakın müzik tarihinde önemli bir etkiye sahiptir.
4.3 Meşrutiyet Dönemi Müzikli Sahne Eserleri ve Toplulukları
Bu dönemde de Tanzimat Döneminde olduğu gibi müzikli oyunlara önem
veriliyordu. Bir taraftan önceki dönemin “Arif’in Hilesi”, “Köse Kâhya”,
“Leblebici Horhor Ağa”, “Pembe Kız”, “Çengi”, “Köroğlu” gibi opera ve
operetleri oynanırken, bir diğer yandan da yeni müzikli oyunlar yaratılıyordu.
Ayrıca büyük ölçüde müzikli yabancı oyunlara da yer veriliyordu. Yaratılan
yeni oyunlar üzerinde, Avrupa’dan ve Azerbeycan’dan gelen toplulukların
sunduğu müzikli oyunların da etkisi vardı.
Meşrutiyet’in özellikle ilk yıllarında Arşak Benliyan’ın118 kurduğu Millî
Osmanlı Operet Heyeti119, eski ve yeni opera ve operetlerle müzikli oyunları
sahneliyorlardı120. Bu eserler arasında “Arif’in Hilesi”, “Leblebici Horhor Ağa”,
“Köse Kâhya”, “Pembe Kız”, “Nasrettin Hoca’nın Telaşı”, Hüseyin Rahmi
Gürpınar’ın ünlü “Mürebbiye” romanından önce aynı isimle oyunlaştırılmış,
daha sonra “Ahçıbaşı Tosun Ağa” adıyla müziklendirilmiş oyun, “İki Fidan Bir
Yılan”, “Himmet Ağa”, “Amca Bey”, “Memiş Çelebi” (eser Benliyan tarafından
yazılmıştır, müzikleri ise Zata’ya aittir) “Değirmenci Ali Baba”, “İstanbul
Efendisi”, “Çapkın Kız”, “Oynak Viktorin”, “İçimizde Akıllı Kim? Ah Şu Karım
yahut Bedestenli Cemal Efendi”, “Himmet Ağa’nın Evlenmesi”, “Numara 9.
Muhsin Çelebi” ve 1912’de yeni Osmanlı Tiyatrosu ile birlikte oynadıkları tek
perdelik “Hilâliahmer Kadınları” gibi yerli müzikli oyunlarla, yabancı müzikli
oyunlardan Florimond Ronger Hervé’nin “Mam’zelle Nitouche’unu Allâk Kız” yahut “Matmazel Nitouche” adıyla, Victor Roger’nin “Les 28 Jours de
Chairette”ini oynamıştır.
Benliyan topluluğu müziksiz oyunlar da oynamış, çeşitli topluluklarla
birleşmiş, temsillerini Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar sürdürmüştür.
Benliyan’ın oynadığı yerli ve uyarlama müzikli oyunların yazar ve bestecileri
haklarında bilgi yoktur, ancak bunlardan “Nasrettin Hoca’nın Telâşı” adlı
müzikli oyunu revü olarak Sahne-i Osmaniye121 topluluğu oynamıştır. Yazarlar
ise Baha Tevfik ve Ahmet Nebil’dir.
Bu dönemin bir diğer önemli müzikli oyun topluluğu ise 1919 yılında
kurulan İstanbul Operet Heyeti’dir. Kaptanzade Ali Rıza Bey tarafından
kurulmuş bu topluluk, yerli konuları geleneksel Türk müziği ile besteleyip,
daha önce denenmemiş türde eserler ortaya çıkaran düzenli bir topluluktu. İlk
zamanlar müzikli oyunların geleneksel müzik ile yazılabileceği kuşku ile
karşılanmışsa da bu konuda başarılı olmuşlardır.
Bu topluluk, kendilerinin kullandığı bir Türkçe terminoloji de oluşturmuştur:
Müzikli oyunlara, “temsili musiki”, üvertür için “küşad musikisi”, koro’ya
“cumhur terennümü”, sırayla arya, düet, trio, kuartet, kentet için “birli, ikili,
üçlü, dörtlü, beşli terennüm”, ara orkestra müziği için “sahne musikisi”
demişlerdir. Bu topluluk için en çok eser veren Musahipzade Celal122
olmuştur. Musahipzade Celal, oyunlarında geleneksel Türk seyirliği olan ortaoyunu
ve Karagöz’ün temel öğelerinden faydalanmış ve bu geleneksel öğeleri Batı
tiyatrosunun anlayışı ile birleştirmiştir. Oyunlarında karşımıza çıkan ana
karakterler bu geleneksel oyun ve gölge oyununun karakter özelliklerini taşır.
Musahipzade Celal’in en önemli eseri, “İstanbul Efendisi” Opereti’dir.
operetin müzikleri ise, besteci Leon Hancıyan tarafından bestelenmiştir123.
Musahipzade Celal’in diğer operetleri ise şunlardır: müzikleri Muallim İsmail
Bey’e ait olan “Yedekçi”; müziklerini Muallim İsmail Bey’in yaptığı “Kaşıkçılar”,
Ali Rıza Bey’in bestelediği “Macun Hokkası”; “Lâle Devri”, Dr Suphi Ezgi
tarafından bestelenmiştir; “Atlı Ases”in müziği Udî Fahri Kopuz’a aittir;
“Demirbaş Şarl”, müziklerini Muallim Kâzım Uz Bey bestelemiştir, son eser
bugün metni elimizde bulunmayan, ilk defa 20 Nisan 1923 yılında
Şehzadebaşı Millet Tiyatrosunda oynanan, müzikleri Muhlis Sabahattin124
tarafından yazılan “Moda Çılgınları”dır.
Dönemin en önemli bestecilerinden biri de Muhlis Sabahattin’dir. İlk eseri
olan “Hilâliahmer Çiçeği”, 1915 yılında Milli Operet Kumpanyası tarafından
Donanma Cemiyeti Topluluğu125 ile sahnelendi. Bu eserde I. Dünya Savaşı
sırasında müttefikimiz olan Almanya’nın propagandası yapılmaktaydı.
Bu dönemde Muhlis Sabahattin’nin sahnelenmiş müzikli oyunları şunlardır: “Ayşe”, metnini Hakkı Necip’in yazdığı “Şatırzadeler”; Celâl Sahir
ile birlikte yazdıkları “Aşk Ölmez”; “Zevcem Olunuz”, İhsan Sabit tarafından,
Oscar Strauss’un “Der Tapfere Soldat” adlı operetinden esinlenilerek yazılmış
olan “Kelebek Zabit”. Bu oyun, daha önce Hasan Ferit (Alnar) tarafından da
bestelenmiş ve sahneye konmuştu; “Çaresaz”, metni yine Muhlis Sabahattin’e
ait olan “Asri Piçler” ve metni Ali Nihat Bey’in “Merih’te Bir İnkilâb” adlı
eserinden alınmış “Zühre”; yine Ali Nihat Bey’in “Şeytanın Hatası” adlı
oyunundan uyarlanmış “Çile”126adıyla müzikli oyun haline getirilip
oynanmıştır. Çile’nin müziklerini de Zati Bey bestelemiş, şarkıların sözlerini
ise Yusuf Ziya (Ortaç) yazmıştır.
Bu dönem içinde İstanbul Operet Heyeti, Kaptanzade Ali Rıza Bey’in hem
Metnini yazdığı hem de müziklerini bestelediği iki oyun sahnelemiştir.
Oyunlardan ilki II. Ahmet zamanında geçen “Çapkın Süleyman”dır. Diğer
oyun ise “Fettan Kız”dır127. Halide Edip (Adıvar) de Lübnan’lı besteci Vedi
Sabra ile “Kenan Çobanları” adlı üç perdelik bir opera yazmıştır. Operanın
konusu Tevrat’taki Yusuf öyküsünden alınmıştır. Eser önce 1916’da Beyrut’ta,
sonra 1918’de İstanbul Robert Kolej’de sahnelenmiştir.
İstanbul Operet Heyeti’nin repertuvarında bulunan diğer oyunlar ise
şöyledir: müziklerini udî Fahri Kopuz’un bestelediği, metinlerini Kemalettin
Bey’in yazdığı “Dalkavuk- Hezarpare”, bestelerini Sezai Namık’ın yaptığı
“Nur-us Sabah”, Nahit Bey’in “Falcı”sı, yazar ve bestecilerinin bilinmediği
“Âşık Garip”, “Emel” ve “Nekes” adlı oyunlar bulunur. İstanbul Operet Heyeti, Türk Temaşa Heyeti, Jale Opereti gibi topluluklar Türk oyunlarının yanı sıra, çoğunluğu Macarca’dan pek çok çeviri ve uyarlama operetler de oynamışlardır128. Bu arada Millî Operet Heyeti ve Nıvart Hanım Kumpanyası, Cenap Şehabettin ile Hüseyin Suat’ın “Küçük Beyler” veya “Derse Devam Edelim” adlı vodvilini “Züppeler” adıyla müzikli
oyun yapmıştır. Oyunun müzikleri Cemal Sahir tarafından bestelenmiştir.
Celal Esat (Arseven)’in yazdığı “Şaban” adlı oyun ise Vittorio Radeglia
tarafından bestelenmiş, ilk defa 1918’de Viyana’da oynanmıştır.
4.4. Dönemin Ünlü Operetleri
4.4.1 İstanbul Efendisi
İstanbul Efendisi, 3 perde ve 1 tabloluk şarkılı bir eserdir. Oyunun en
büyük özelliği ise çağın ölçülerine göre düzenlenmiş, gerçekten perdeli yeni
tarzda bir ortaoyunu olmasıdır.
Oyun XVIII. yüzyılın ikinci yarısının sonlarında I. Mahmut’un padişahlığı
döneminde geçer. Oyun içinde bu dönemin bir çok töre ve görenekleri başarılı
bir şekilde işlenmiştir. Oyunun karakterleri Lale Devri günlerinin özlemi
içerisindedir.
Patrona Halil ayaklanmasından aşağı yukarı otuz yıl sonra İstanbul Efendisi
Savletî Efendinin kızı Esmâ, çarşıda tütün tüccarı olan Muhlis Efendi’nin oğlu
Sâfi Çelebi ile birbirlerini sevmektedirler. Oysa fala inanan Savletî Efendi ise
kızını, adamlarından Ferhat Ağa’ya vermek istemektedir. Esmâ’yı aynı
zamanda, yine İstanbul Efendisi’nin adamlarından biri olan Menteş Ağa da
sevmektedir. İstanbul Efendisi, Ferhat Ağa’dan vazgeçerse bu sefer fala göre
kızını yine adamlarından Dilâver’e vermesi gerekmektedir. Oysa Dilâver,
Esmâ’nın hizmetçilerinden biri olan Dilâram’a tutkundur. Esirci çengicibaşı
Afet’in çevirdiği dolaplarla mutlu sona ulaşılır, sevenler kavuşur en önemlisi
Savletî Efendi büyüye fala son verir129.
4.4.2 Yedekçi
1919 yılında yazılmış olan eser form olarak operet olmasına rağmen ancak
tiyatrocular tarafından oynanabilmesi oyunu müzikli oyun türüne sokar; fakat
müzikli oyunların aksine, eseri müzikleri olmadan sahnelemek mümkün
değildir.
Kastamonu’dan gelen yedekçi Salim, Doğancıbaşı Kerim Ağa’nın kızı
Munise Hanımı, yalının pencerisinde görüp aşık olur. Doğancıbaşı, yedekçi ile
alay etmek için kızını ona vereceğini söyler, ona acımasız şakalar yapar.
Kızını, ahlakça düşük olan bir mirasyediye vermek istemektedir. Düğün
gecesi olanları öğrenen Munise, bir takım oyunlar oynayarak temiz bir
Anadolu çocuğu olan yedekçi Salim ile gerdeğe girer. Doğancıbaşı, bu evliliğe
razı olmasa da kızı kendisine, büyükbabasının da Anadolu’dan çarıklı
geldiğini hatırlatır ve oyun mutlu son ile biter.
4.4.3 Lâle Devri
Lale Devri III. Ahmet döneminin saray yaşantısını anlatan başarılı bir
oyundur. Eserde, Musahipzade Celal, Nedim’in şiirlerini de oldukça sık
kullanmıştır. Oyunda padişah III. Ahmet, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Şair
Nedim, İmrahim Müteferrika, Fatma Sultan, Şeyhülislam Zülali Hasan Efendi
gibi gerçek kişilere yer verilmiştir. Oyunun konusu muamma denilen bir bilmece çevresinde gelişir. Saray
nedimelerinden Mihriban, köle Sabih Çelebi’ye sevgisini lalelerin anlamlarıyla
bildirmek ister ancak Mihriban’ı sevmeyen nedime Feleknaz bu lalelerin
arasına, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın adını taşıyan bir laleyi gizlice
katar. Fatma Sultan’da kıskançlık yaratan bu olaydan sonra, Mihriban
saraydan atılır. Mihriban bu kez yobaz, gerici kadı Zulali Efendi’nin evine
girer, ancak burada da Zülali Efendi’nin yaşlı, çirkin karısının kıskançlığına
uğrar ve Çırağan Sarayı’na yollanır. Burada Feleknaz’ın daha önce oynadığı
oyunlar ortaya çıkar. Fatma Sultan işin aslını öğrenince Mihriban’la Sabih
Çelebi’yi evlendirir.
4.4.4 Macun Hokkası
Macun Hokkası karagöz- ortaoyunu geleneğini operet ve Batı tiyatrosuyla
birleştiren Musahipzade Celal’in en başarılı oyunlarından biridir. Oyunun
kişileri çoğunlukla karagöz karakterleridir.130 Oyundaki Aktar Baha tipini bizzat
Musahipzade Celal, karagöz tipli olarak tanımlıyor. Macun Hokkası eski
Osmanlı yaşantısının kuvvet macunu, kapama, aktar, ermiş aptallar,
davullarla bildiri okunması, çiftbozan vergisi, geceleri fenersiz gezme yasağı,
sebil ve sebilcilik, su yolcular gibi birçok unsurunu ayrıntılarıyla işlemektedir.
Oyunun konusu şöyledir: Varlıklı Timur Ağa ölmeden kızı Seher’i Rüstem
Kaptan’la nişanlamıştır. Konağın uşaklarından Dölsüz Yunus, Seher’e vasi
olmuştur. Yunus, genç ve güzel kızı parası için kendine, Yunus’un kızkardeşi
hamamcı Ziba ise Seher’i aptal oğlu Âkif’e almak istemektedir. Bu yüzden
Rüstem Kaptan’ın gemisinin battığı ve kendisinin de kurtulamadığı söylentisini çıkarır. Yunus’un Seher’le evlenmesi için vasiliği
bırakması gerekmektedir. Türlü olaylardan sonra Rüstem Kaptan zamanında
yetişir, iki sevgili birbirine kavuşur131.
4.4.5 Atlı Ases
Oyun XVI. yüzyılda eski genelevlerin, düşük kadınların, batakhanelerin ve
köçekli meyhanelerin anlatıldığı İstanbul’da geçer. Atlı Ases takma adlı Kamer
bir genelev işletir. Yanında çalışan kızlardan Dilfikâr’a tutulan altın varakçısı
Neşe Usta, bu uğurda bütün varını yoğunu elden çıkarır, tezgahını dağıtır.
Dilfikâr’da parasız kalan Neşe Usta’dan yüz çevirir. Neşe Usta’nın ısrarcı
davranışları yüzünden Kamer, bir muhabet tellâlı olan Çivizade ile bir olup
Neşe Usta’yı öldürmeyi dener. Fakat Kamer’in yanında çalışan İncili adıyla
bilinen Pesent, gerçekten sevdiği Neşe Usta’yı, Kamer’le Çivizade’yi takip
ederek attıkları yerden kurtarır. Pesent, geçmişteki hayatına tövbe ederek
Neşe Usta’yla evlenir. Ayrıca, Yeniçeri Kenan ile küçük yaştan Kamer’in evine
alınmış ama namuslu kalabilmiş Sümbül’ün aşkları, Kenan ile Sümbül’ün
evlenmeleri ve Sümbül’ün öz babası Demli Baba diye bilinen Rahmi Çelebi’ye
kavuşması da ikincil olaylar dizidir.
4.4.6 Kaşıkçılar
3 perdelik bir komik operet olan “Kaşıkçılar”ın konusu XVIII. yüzyılda
geçer. Kaşıkçı kalfası sedefkâr Habib, Arusekçi Didar Ağa’nın cariyelerinden
Nurhayat’ı sevmekte, kız da ona ilgi göstermektedir. Habib’in ustası Recep
Usta kalfasını oğlu gibi sevdiğinden onu istediği kızla evlendireceğine söz
verir. Kızlar Ağası ile tartışan Didar Ağa’nın ise başına türlü işler gelir, konağı
basılır ve mallarına el konulur. Recep Usta, Didar Ağa’yı bu karışıklıkta bir
sandığa koyarak kaçırmayı başarır. Ancak cariye Nurhayat, Bostancılar Ocağı
baş deftercisi Neşatizade Bezmi Molla’nın konağına gönderir. Bezmi Molla’nın
aptal oğlu Sarım Molla, karagöz oynatması için Recep Usta’yı konağa çağırır.
Recep Usta karagöz oynatmak için geldiği konaktan Nurhayat’ı karagöz
sandığına koyarak kaçırır, böylelikle Habib Nurhayat’a verdiği sözde durmuş
olur.
4.4.7 Demirbaş Şarl
1921’de yazılan oyun, ertesi yıl İsveç Kralı adı ile İstanbul Operet
Heyetince müzikli olarak sahnelenmiştir. Oyunda tarihi olarak gerçek
hikayelerle birlikte bir aşk hikayesi anlatılır.
Ruslara yenilmiş İsveç Kralı Şarl, Osmanlı İmparatorluğuna sığınır Bender
Kalesi muhafızı ve serdarı olan Yusuf Paşa’ya konuk olur bu arada Demirbaş
Şarl’ın güzel Yeğeni Klara da kaçarak Bender’e gider, burada Yusuf Paşa’nın
oğlu ve kralın mihmandarı Sinan Bey’le birbirlerine aşık olurlar farklı dinlerden
olmalarına rağmen Şarl, yeğeninin Sinan’la evliliğini onaylar.
4.4.8. Ayşe Opereti
Bu dönemde çok başarılı olan müzikli oyunlardan biri de, Muhlis
Sabahattin’e ait Ayşe operetidir. Eser, sadece yazıldığı dönemde değil,
Cumhuriyet döneminde de çok oynanmıştır. Oyunda olaylar dizisi şu şekilde
gelişir: Necmi Paşa’nın oğlu Ahmet, çiiftliğindeki Veli Dayı’nın kızı Ayşe’yi
baştan çıkarır. Ayşe’nin çocuğunun olacağını öğrenince de İstanbul’a kaçar.
Ayşe’yi çiftliğin kahyası da sevmektedir. Ahmet’in arkasından Veli Dayı ile
Ayşe de İstanbul’a giderler. Ahmet, İstanbul’da eski sevgilisi Hale ile birleşir.
Fakat çocuğunu görünce aslında Ayşe’yi sevdiğini anlar; ancak Ayşe Ahmet’i
“artık çok geç” diyerek reddeder. Ahmet, Avrupa’da gezerek tüm parasını
harcar ve çiftliği satmak zorunda kalır. Çiftliği, Ayşe’yi seven kahya Hasan
alır. Ahmet, Avrupa’dan döner, intihar etmek üzereyken Hasan onu kurtarır ve
çiftliği bağışlar. Olaylardan sonra Ayşe de Ahmet’i bağışlar ve birlikte olmaya
karar verirler132.
4.5. Meşrutiyet Dönemi Oyunlarında Belli Başlı Etkiler ve İşlenen Konular
Meşrutiyet dönemi oyunlarının yaratılmasında iki önemli etki mevcuttur.
Birincisi Tanzimat döneminde yazılmış Türk eserleri; diğeri ise Avrupa
tiyatrosunun, özellikle Fransız tiyatrosunun etkisidir. Tanzimat dönemi içinde
kısa sürede Batı tarzında tiyatro eserleri yazılmaya başlanmış ve önemli
yazarlar çıkmıştır. Fakat daha sonra gelen İstibdat dönemi içinde bu
yaratıcılık çalışmaları ciddi bir kesintiye uğramış ve ancak Meşrutiyetin ilanı
ile tekrar başlayabilmişti. Bu dönemde, yakın zamanda yazılmış oyun
olmadığı için Tanzimat döneminin oyunları örnek alınarak yeni oyunlar
yazılmış, Namık Kemal, Şemsettin Sami, Abdülhak Hamit gibi Tanzimat
yazarlarının eserleri sahnelenmişti. Meşrutiyet döneminde Tanzimat dönemi
ile ortak amaçlar paylaşılmıştı: Osmanlıcılık, hürriyet özlemi, baskıya ve
zulme karşı ayaklanma, kuşak çatışması, geleneklere karşı tepkiler, evlilik
düzeninin bozuklukları, çok eşli evlilikler gibi ortak konular işlenmiştir. Ama,
Meşrutiyet döneminde bu konular Tanzimat’a göre daha doğrudan doğruya,
daha korkusuzca işlenmiştir.
Yazarlar, oyunlarında genel olarak eski dönemin eleştirisini yapıyor,
oyunun sonunda ise hürriyetin ilanı ile kötülüklerin sona erdiğini ve bu
kötülüklerin cezalandırıldığı temalarını işliyorlardı. Tanzimat döneminde
oyunlar eski çağlarda, İstanbul’da ve Türkiye dışında yerlerde geçerken,
Meşrutiyet döneminde ise Türkiye’nin çeşitli yerlerinde ve değişik çevrelerinde
geçiyordu. Ayrıca bu devir eski Osmanlı ile Cumhuriyet Türkiye’si arasında bir
köprü olması sebebi ile önemlidir. Eski kurumlar ve değerler tartışılmış, yerine gelebilecek alternatifleri düşünülmüştür; belki de en önemlisi Cumhuriyet
tiyatrosunun temelleri atılmıştır.
5. CUMHURİYET DÖNEMİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşı’nda kısa sürede uğradığı ağır
yenilgi büyük bir manevi çöküntüye sebep olmuştu. Devletin aydın kesiminde
‘Osmanlı’nın ancak büyük devletlerden birisinin himayesinde yaşayabileceği’
görüşü hakim durumdaydı. Osmanlı İmparatorluğu böyle bir durumda iken
Avrupa’da 19. yüzyılın sonlarına doğru bir cepheleşme başlamıştı: bir yanda
Almanya, Avusturya- Macaristan ve İtalya’nın oluşturduğu İttifak Cephesi;
diğer yandan Fransa, Rusya ve İngiltere’nin oluşturduğu İtilaf (anlaşma)
cephesi. Bu ülkeler yıllardır savaş için hazırlanıyorlardı. Savaşa giden
zincirleme süreç, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’yı ziyaret etmekte olan
Avusturya Veliahtı ve eşinin Sırp milliyetçiler tarafından öldürülmeleriyle
başladı.
Balkan Savaşı’nın kayıplarını gidermek umudu ile sürekli Alman
Hükümetinden borç alınıyordu, bu para alışverişi daha sonraki savaş
döneminde de sürmüş, böylelikle Osmanlı Devleti Almanya’ya maddi olarak
bağımlı hale gelmişti.
11 Kasım’da Osmanlı Devleti, Akdeniz’de İngiliz Donanması’ndan kaçıp
İstanbul’a sığınan ve Osmanlı sancağı ile kamufle edilen Göben ve Breslau
isimli iki Alman Savaş gemisinin 29 ve 30 Ekim’de Sıvastopol ve Odesa’yı
topa tutması üzerine İtilaf devletlerine savaş ilan etmiş oldu. İttifak Devletleri
savaşta başarısız olunca İmparatorluk İtilaf Devletlerinin işgaline uğradı. Mustafa Kemal, 9. Ordu Müfettişi olarak Karadeniz’deki asayiş sorunlarının
çözümü için görevlendirildi. Bu görevlendirme, Mustafa Kemal’in daha çok
İstanbul’dan uzaklaştırılması amacını taşıyordu; böylece 15 Mayıs 1919’da
Samsun’a doğru yola çıktı. Ülke, aynı gün meydana gelen İzmir’in İşgali
haberi ile çalkalanıyordu. Mustafa Kemal, 8 Haziran’da hükümetten geri
dönmesi emrini aldı. Fakat, 10 Haziran’da bir genelge çıkararak ulusal
mücadele hareketinin başına geçtiğini bildirdi. Aynı gün bazı komutan arkadaşlarını Amasya’ya toplantıya çağırdı. Hükümet, Mustafa Kemal’in 10 Temmuz’da Erzurum’da düzenlemeyi planladığı Kongre öncesinde resmi görevinden izinli sayıldığını bildirdi. Ancak Mustafa Kemal için Milli Mücadele Amasya Tamimi ile
başlamıştı. 23 Nisan 1920’de TBMM’i kurulmuş ve düzenli ordu çeşitli
cephelerde başarılar kazanmıştı ve kurulan bu meclis, İstanbul Hükümeti
yerine İtilaf Devletleri tarafından da tanınmıştı. Bu milli mücadele hareketi,
Lozan Barış Antlaşması ve 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı ile
sonlanmıştır133.
5.1. Cumhuriyet Döneminde Uygulanan Müzik Politikaları
1935 yılından itibaren, özellikle yüksek bürokratlar arasındaki mevcut fikir
ayrılığı daha belirgin hale geldi. Bir kesim Batılılaşma yanlısı iken diğer kesim
gelenekçi tavrını muhafaza ediyordu. Bu ayrım etkilerini günümüze kadar
sürdürmüş ve bu dönemle ilgili mevcut kaynaklarda bir fikir tutarsızlığı olarak
kendini göstermiştir.
Cumhuriyet döneminde uygulanan müzik politikaları, yeni kurulan devletin
kültür politiklarının bir parçasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında
belirlenmiş olan “ulus devleti” ve “çağdaş” bir devlet olmak amaçları
doğrultusunda bir çok reform uygulanmaktaydı. Bu reformlar çağdaşlaşma
projesinin bir parçasıdır. Cumhuriyet Türkiyesi’nde gerçekleştirilen kültürsanat
politikaları ile hedeflenen Batının sahip olduğu ‘ulusal ve çağdaş’
yaşam tarzıdır134. Kültür, daha Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak, bir
kamu politikası haline gelmiştir.
Cumhuriyet, Osmanlı’ya nazaran daha homojen bir ulus- devleti
oluşturmak ve görece tek tip bir “milli kültür” kurma amacı gütmekteydi.
Toplumsal yaşam baştan sona değişmiş, kadın erkek ilişkileri, gündelik
yaşam çok köklü değişikliklere uğramıştı ve yeni birey bilincinin
oluşturulmasında da özellikle kültür sanat politikaları çok etkili olmuştu. Bu
sebepten dolayı Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yılları bu amacın oturtulması ve Batı medeniyetleri düzeyine ulaşma çabaları ile geçmişti135.
Cumhuriyet döneminde sanata, önceki dönemlerden farklı olarak ayrı bir
önem verilmiş, resim, müzik, heykel gibi dallarda Batı tarzı eğitim almış
sanatçılar yetiştirmek üzere konservatuvarlar, akademiler kurulmuş ve
yetiştirilmek üzere dışarıya öğrenciler gönderilmiştir. Ayrıca Osmanlı’dan farklı
olarak sanat sadece eğlence aracı olarak değil, toplumun milli ruhunu ve
bilincini güçlendirmek için de kullanılmıştır. Özellikle müzik üzerinde çok
durulmuş, Mustafa Kemal tarafından “bir toplumun oluşmasında ve
yönlendirilmesinde en temel etkenlerden biri” olarak görülmüştür.
5.2. Müzik Reformunun Temel Prensipleri
Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat devri sırasındaki Batılılaşma
hareketlerinin müzik alanına yansıması büyük ölçüde mevcut geleneksel
müziğin ya da ezgilerin Batı tekniği ile armonizasyonu şeklinde olmuştur. Bu
uygulama XIX. yy Rus ve XIX. yy sonu İngiliz bestecilerin yaratıcılığında da
görülür.
Milli kültürün bir parçası olan Milli Müzik hakkında ise Mustafa Kemal
çeşitli yerlerde ve zamanlarda fikirlerini beyan etmiş, musiki inkılabı’nın
geleceğinin sinyallerini vermiştir. Kurtuluş Savaşı’nın yeni bittiği sıralarda bile
Mustafa Kemal çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarda ‘milli musiki’
gerekliliğinin üzerini çizmiştir. Çünkü Atatürk’ün müzikle ilgili görüşleri iki
yönlüdür. Biri estetiktir, diğeri ideolojik136. Bu sebepten Cumhuriyet’in kuruluş
yıllarından itibaren sanat, yalnızca estetik bir sorun olmamış, çağdaşlaşmayı
sağlayacak devrimlerin gerçekleştirilip halka benimsetilmesi görevini de
yüklenmiştir.
Okuma-yazma oranının oldukça düşük olduğu ülkede, sanat göze ve
kulağa hitap etmesi nedeniyle bireylerin eğitimlerinde daha etkili bir işleve
sahiptir. Bu dolaylı eğitim işlevi sebebi ile devrimlerin benimsetilmesinde aynı
zamanda bir propaganda aracı da olur137. 1930 yılında bir Alman gazeteci ile
M. Kemal arasında şöyle bir konuşma geçer:
“muhabir- Biz garplılara göre şark musikisinin kulaklarımıza gelen
garabeti cihetinden bahsettim ve dedim ki: Şarkın yegâne
anlıyamadığımız bir fenni varsa o da musikidir. Gazi itiraz ederek
şöyle demiştir: ‘Bunlar hep Bizans’tan kalma şeylerdir. Bizim hakîkî
musikimiz Anadolu halkında işitilebilir”138.
Hiç kuşkusuz ki Milli Musiki fikrinin şekillenmesinde Ziya Gökalp’in
Türkçülüğün Esasları’nın büyük rolü olmuştur. Ziya Gökalp’in bu fikirlerine göz
atmak faydalı olacaktır:
Milli musiki-Avrupa musikisi girmeden evvel, memleketimizde iki
musiki vardı: bunlardan biri Farabi tarafından Bizans’tan alınan şark
musikisi, diğeri ise Türk musikisinin devamı olan Halk
melodilerinden ibaretti. Şark musikisi de , garp musikisi gibi eski
yunan musikisinden doğmuştur. Eski yunanlılar, halk melodilerinde
bulunan tam ve yarım sesleri kafi görmeyerek, bunlara dörtte bir,
sekizde bir, onaltıda bir sesleri ilave etmişler ve bu sonkilere çeyrek
sesler namını vermişlerdi. Çeyrek sesler tabii değildi, sun’iydi.
Bundan dolayıdır ki hiç bir milletin halk melodilerinde çeyrek seslere
tesadüf edilmez. Binaenaleyh, yunan musikisi gayri tabii seslere
istinat eden bir sun’i musiki idi. Bundan başka hayatta yeknesaklık
olmadığı halde, yunan musikisinde aynı melodinin tekerrüründen
ibaret olan üzücü bir yeknesaklık vardı.
Kurunu vustâ Avrupasında teşekkül eden opera müessesesi Yunan
musikissindeki bu iki eksikliği izale etti. Çeyrek sesler operaya
uymuyordu. Bundan başka opera bestekarları ve opera oyuncular
halktan oldukları için çeyrek sesleri bir türlü anlıyamıyorlardı.bu sebeplerin tesiriyle garbın operası, garp musikisinden çeyrek
sesleri tardetti. Aynı zamanda, opera duyguların, heyecanların
ihtirasların tevalisinden ibaret bulunduğundan, armoniyi ilave
ederek garp musikisini yeknesaklıktan da kurtardı. İşte bu iki yenilik,
mütekamil garp musikisinin doğmasına sebep oldu.
Şark musikisine gelince, bu tamamiyle eski halinde kaldı. Bir tarftan
çeyrek sesleri muhafaza ediyordu, diğer cihetten armoniden hala
mahrum bulunuyordu. Farabi tarafından arapçaya naklolunduktan
sonra bu hasta musiki sarayların rağbetiyle Acemceye ve
Osmanlıcaya da naklolunmuştu. Diğer taraftan ortodoks ve ermeni,
keldani suryani kiliseleriyle yahudi hahamhanesi de bu musikiyi
bizanstan almışlardı. Osmanlı memleketinde bütün osmanlı
unsurlarını birleştiren yegane müessese olduğu için buna osmanlı
ittihadı anâsır musikisi namını vermek de gerçekten çok münasipti.
Bugün işte şu üç musikinin karşısındayız: Şark musikisi, Garp
musikisi, Halk musikisi. Acaba bunlardan hangisi bizim için millidir?
Şark musikisinin hem hasta, hem de gayri milli olduğunu gördük.
Halk musikisi harsımızın, garp musikisi de yeni medeniyetimizin
musikisi olduğu için, her ikisi de bize yabancı değildir. O halde milli
musikimiz memleketimizdeki halk musikisiyle garp musikisinin
imtizacından doğacaktır. Halk musikimiz, bize birçok musikiler
vermiştir. Bunları toplar ve garp musikisi usulünde armonize
edersek, hem milli hem de avrupai bir musikiye malik oluruz. Bu
vazifeyi ifa edecek olanlar arasında Türkocaklarının musiki heyetleri
de dahildir. İşte türkçülüğün musiki sahasındaki programı esas
itibariyle bundan ibaret olup, bundan ötesi musikarkarımıza aittir. 139
5.2.1. 1924’ten Sonra Önemli Uygulamalar
Kültür politikaları, çağdaşlaşma ve milliyetçilik eksenine oturtulmuştu. Yeni
müziğe yönelik politikalar Nisan 1924’te uygulanmaya başlandı. 1826’da II. Mahmut tarafından kurulan ve Osmanlı döneminde çok sesli
müziğin icra edildiği tek kurum olan Saray Senfoni Orkestrası ve bu
orkestranın eğitim kurumu olarak çalışan Muzika-ı Hümayun, 1924’te
Ankara’ya taşınmış ve ismen lağvedilmiştir140. Saray Muzika Heyeti Ankara’ya
icra için değil sanatçılarından yeni Cumhuriyet’in müzik öğreniminde
faydalanılmak üzere taşınmıştır. Topluluk Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış
ve Riyaseticumhur Flarmonik Orkestrası adını almıştır. Bando bölümü ise Milli
Savunma Bakanlığı’na bağlı kalmış ve Riyaseticumhur Armoni Mızıkası
olarak işlev görmüştür. 1924’ün Eylül’ünde çağdaş müzik eğitimini
yaygınlaştıracak olan öğretmen kadrosunu yetiştirmek üzere Musiki Muallim
Mektebi kuruldu141. Doğu ve Batı müzikleri öğretimini yapmak üzere yine İstanbul’da 1916’da Maarif Encümenine bağlı kurulan Dar’ül Elhan, önce İl Özel İdaresi’ne, sonra
1926’da İstanbul Belediyesi’ne ve ardından Milli Eğitim Bakanlığına
bağlanmış, 1926’dan itibaren İstanbul Belediye Konservatuvarı adını almıştır.
Aynı yıl Doğu müziği sınıfları kapatılmıştır. 1927’den itibaren hem devlet hem
özel okullarda tek sesli müzik eğitimi yasaklanmıştır142. İstanbul Belediye
Konservatuvarı Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı müziği öğretimi dışında kültürsanat
yaşamının iki önemli projesinin de merkezi oldu. Birincisi, Milli Eğitim
Bakanlığı’nın uygun görüşüyle Alaturka Musiki Tasnif ve Tespit Heyeti’nin
kurulması ve diğeri geleneksel sanat müziği eserlerinin uygun olarak
kaydedilmesidir. Cumhuriyet’in müzik alanındaki çabaları 1924’te orkestranın Ankara’ya nakli ve Musiki Muallim Mektebi ile başlar, fakat yeterli sayılmaz. Kuruluş
daha sonra Ankara Devlet Konservatuvarı haline gelmiş ve Musiki Muallim
Mektebi de Gazi Eğitim Enstitüsüne nakledilmiştir143. Bu hareketin bir devamı
olarak 1925’te Türk Hükümeti genç ve yetenekli birçok öğrenciyi Avrupa’nın
önemli konservatuvarlarına müzik öğrenimine yollar. Necil Kâzım (Akses),
daha sonra opera sanatçısı olan Nurullah Taşkıran, Halil Bedii (Yönetken),
Ulvi Cemal (Erkin), Cezmi, Ekrem Zeki (Ün), Afife Hanım, Cevat Memduh
(Altar), Necdet Remzi (Atak), Ferhunde (Erkin), A. Adnan (Saygun) gibi
isimler burslu olarak gönderilenler arasındadır144. Yutdışına devlet bursuyla yollanmış genç müzisyenler birer birer Türkiye’ye
dönerler ve Musiki Muallim Mektebine öğretmen olarak atanırlar
Musiki Muallim Mektebinin konservatuvara dönüştürülmesi fikri 1930’lu
yılların başında gündeme gelir ve Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yılını izleyen
günlerde meclisten “Müzik ve Temsil Akademisi” kurulmasına dair bir kanun
çıkar. Karar Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 25 Haziran 1934 günü kabul
edilen 2541 sayılı kanun maddesi ile yasalaşır. Yeni düzenlenen akademinin
amaçları şunlardır:
a) Memlekette bilimsel esaslara göre Milli Musikiyi işlemek,
yükseltmek ve yaymak.
b) Sahne temsilinin her dalında yeterli elemanlar yetiştirmek.
c) Musiki öğretmeni yetiştirmek145.
Atatürk, inceleyip yetersiz gördüğü bu yasayı yürürlüğe koydurmadı, fakat
yeni yönetim müzik ve sahne sanatlarının gelişimi için bir arayış içinde idi.
Yurt dışında öğrenimlerini tamamlayan müzisyenler, yabancı uzmanlarla
hükümet yetkilileri bu konu üzerinde çalıştılar. Amaç profesyonel sanatçıların
yetişeceği bir okul açmaktır. TBMM’nin 1 Kasım 1934’teki yıllık açılış
toplantısında Atatürk şöyle bir konuşma yapmıştır:
“Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü
ilerletilmesini istediğinizi bilirim . Bu, yapılmaktadır. Ancak bana
kalırsa bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk
musikisidir. Bu ulusun yeni değişikliğine ölçü musikide değişikliği
alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletilmeye yeltenilen musiki
yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Ulusal ince duyguları,
düşünceleri anlatan yüksek değişleri, söyleyişleri toplamak, onları
bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek
gerekmektedir. Ancak sayede Türk ulusal musikisi yükselebilir,
evrensel musikide yerini alabilir. Kültür İşleri Bakanlığı’nın buna
yeterince özen vermesini, kamunun da ona yardımcı olmasını
dilerim”146
Atatürk’ün, meclisin 4. dönem 4. yıl açılış konuşmasındaki Türk Müziğini
eleştiren bakışı iki sonuç doğuracaktır. Birincisi bir süreden beri “hars ve
müzik terbiyesini” yozlaştırmakla suçlanan radyodan Matbuat Umum Müdürü
Vedat Nedim Tör ve Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın çabaları ile 2 Kasım
1934’ten 6 Eylül 1936’ya kadar “ Şark Musikisi” yayınlarının kaldırılması147.
Diğer sonuç ise, 26 Kasım 1934’te Kültür Bakanı Abidin Özmen’in
başkanlığında “Musiki İnkılabı” için Ankara’da toplanan” Musiki Komisyonu”
dur. Komisyondaki müzik adamları şunlardır: Veli, Ahmet Adnan, Cemil Reşit,
Necil Kâzım, Hasan Ferit, Mahmut Ragıp, Ferhunde (Erkin), Ulvi Cemal,
Necdet, Halil Bedii ve Nurullah Şevket Bey. Bu komisyon, daha sonra
uygulanacak müzik politikalarını belirlemiştir. Kurul, teknik konuların yanısıra
“radyodan sonra, plak vasıtasıyla yahut umumi mahallerde çalınan alaturka
musikinin men’i çareleri” ya da “operetlerin, musiki, ahlak ve tiyatro
bakımından da kontrolü” gibi yasaklayıcı- denetleyici önlemler almıştır. Ulusal
Türk operasının yaratılması musiki komisyonun vardığı nihai kararlardan biri
olmuştur. Ulusal opera yaratma amacı doğrultusunda, Atatürk’ün TBMM’nin 1934
yılındaki açılış konuşmasında verdiği musiki direktifi ile, aynı yıl içinde “Türk
Beşlileri”nden Ahmet Adnan Saygun ve Necil Kâzım Akses’in besteledikleri
operalarla,ulusal operanın ilk örnekleri verildi148.
Cumhuriyet’in 13. yılında 1936’da Ankara Devlet Konservatuvarı, müzik
ve dramatik sahne sanatlarında profesyonel sanatçılar yetiştirmek amacı ile
kurulur. Okulun programını düzenleyenler ve kurucu kadro yabancı
uzmanlardır. Ünlü Alman besteci Paul Hindemith149 ve Berlin’li tiyatro- opera
rejisörü Carl Ebert150, konservatuvarın dramatik sanatlar bölümünde uzun
yıllar ders vermiş ilk opera ve tiyatro temsillerinin yönetmenliğini yapmıştır.
Hindemith ise okulun müzik bölümüyle ilgili rapor ve program önerilerini
verdikten sonra ayrılmıştır151. Bu iki müzik adamının verdiği rapor
doğrultusunda Musiki Muallim Mektebi içinde Devlet Konservatuvarı
sınıflarının çalışmaları başlamıştı. Bu sebeple Atatürk 1936 yılında Büyük
Millet Meclisi’nin açılışında şöyle bir konuşma yapar:
“...Güzel sanatlara da alâkanızı yeniden canlandırmak isterim.
Ankara’da bir konservatuvar ve temsil akademisi kurulmakta
olmasını zikretmek benim için bir hazdır. Güzel sanatların her bir
şubesi için kamutay’ın göstereceği alâka ve emek, milletin insani ve
medeni hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için çok tesirlidir.”
1935-1936 ders yılında Musiki Muallim Mektebi’nde kurulmuş olan Devlet
Konservatuvarı sınıflarında müzik sanatının bütün dallarında olduğu gibi
tiyatro ve opera alanında da çalışmalara başlanmış ve kısa zamanda uzun mesafeler alınmıştır. İstanbul’dan ünlü rejisör Muhsin Ertuğrul da davet
edilerek tiyatro eğitim öğretim çalışmalarının başına geçirilmiştir; ancak
Muhsin Ertuğrul eleman yetiştirme prensibi üzerinde pek anlaşamadı ve kendi
isteği ile yine İstanbul’a Şehir Tiyatrosu’nun başına döndü152
5.3. Cumhuriyet Dönemi Musiki İnkılabı Operaları
Mustafa Kemal, devrimlerini halka tanıtırken yaptığı gibi yeni Türkiye
Cumhuriyeti’nin başarılarını dış dünyaya göstermek için de bizzat çeşitli
mizansenler hazırladı, mesela 1926 yılında Türkiye’yi tanıtmak için
düzenlenen seyyar sergiye mekan olarak Karadeniz Vapuru 7 Haziran- 5
Eylül tarihleri arasında İskandinav ülkeleri de dahil olmak üzere Avrupa’nın
çoğu sahil şehirlerini dolaşmış ve geziye katılan Riyaseticumhur Orkestrası
da her durak noltasında konserler vermişti. Burada amaçlanan Türkiye
Cumhuriyeti’nin Batı sanatlarına ne kadar önem verdiğini ve bunu milli
politikası olarak benimsediğini Avrupa’ya göstermekti153.
Atatürk, bir ulusal opera bestelenmesi için önce Münir Hayri (Egeli)’ye üç
opera librettosu hazırlatmıştı: Bir Ülkü Yolu, Bay Önder ve Özsoy.
Bestelenmek üzere bunların ilki Ulvi Cemal (Erkin)’e, ikincisi Necil Kâzım
(Akses)’e, üçüncüsü ise Ahmet Adnan (Saygun)’a verilmişti, ancak ilkini
besteci yapmamış, ikincisinin az bir bölümü bestelenmiş, yalnız Taş Bebek
tamamlanmıştır. Tek perde olan bu eserle Bay Önder’in bestelenen bölümü
27 Aralık 1934’te Ankara Halkevinde Atatürk’ün Ankara’ya ayak bastığı günün
yıldönümünde sahnelenmiştir. Eser aynı zamanda Özsoy’un provası
niteliğindedir. Atatürk, bir dramaturg gibi bu metinleri büyük bir dikkatle
inleliyor, el yazısıyla metin üzerinde değişiklik önerileri getiriyordu ve bu
değişikliklerin gerçekleşmesini oyunu yeniden okuyarak ayrıca provalarda
hazır bulunarak denetliyordu. Bunlar Milli Kütüphane’de Münir Hayri Egeli
dosyasında, Atatürk’ün el yazısı notlarıyla saklanmaktadır154. 1934 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye’ye yapacağı ziyaret
sebebi ile Türk toplumunun temeli olan inkılapların da tanıtılması açısından
bir fırsat ortaya çıkmıştı. Bu ziyaret sebebi ile Mustafa Kemal Atatürk bir Türk
operasının sahnelenmesini istedi. Operanın konusunu bizzat kendi seçmiş ve
iki ülke arasındaki dostluğu bir İran efsanesine dayandırmıştır. Burada
verilmek istenen anafikir ise yüzyıllar boyunca Türkiye ve İran’ın kardeş
olduğudur155.
5.3.1. Özsoy Operası
Op.9 Özsoy operasının çağdaş Türk müziği tarihinde özel bir yeri vardır. Atatürk ulusal bir opera bestelenmesi için hazırlattığı librettolardan, Özsoy’un
konusunu Firdevs’in Şehname’sindeki bir efsaneden seçmiştir. İran Şehinşahı
Rıza Pehlevi’nin Atatürk’ün devrimlerini de inceleyeceği Türkiye gezisi sebebi
ile ilk defa 19 Haziran 1934 akşamı Ankara Halkevinde uygulanan program
gereği konuk devlet başkanı ile Atatürk huzunda oynandı.
Özsoy operasında birbirlerini kaybetmiş olan Tûr ile İreç kardeşlerin binbir
türlü maceralarından sonra Anadolu Savaşı’na ve onu izleyen barış günlerine
gelinir. Operanın son bölümünde dağlar arasındaki tapınakta Feridun, Hatun
ve öteki Bey’ler birarada konuşur. Konuşmalardan sonra Hakan Feridun
sorar: ”peki ama ben Tûr ile İreç’i göremiyorum. Neredeler?” bu soru üzerine
hikayeyi en başta sunmuş olan Ozan, sahnenin tam karşısındaki
Cumhurbaşkanlığı locasında yanyana oturan Atatürk ve İran Şahını
göstererek “İşte Tûr, işte İreç... Her Türk bir Tûr, her İran’lı bir İreç’tir” der, bu
sözler üzerine Şah’ın Atatürk’e sarılıp ”kardeşim” diye ağladığı Ahmet Adnan
Saygun’un 30 Eylül1980 yılında tekrar kaleme aldığı Özsoy operasının
partisyonuna, kendisi tarafından bir hatıra olarak not düşülmüştür. Eserin
konusunu seçerken Atatürk iki ülke arasında yakınlaşmanın kardeşlik
temeline dayandırılarak sürdürülmesini amaç edinmiştir. Eseri İran Şahı’nın
gelişine iki ay kala bestelemeye başlayan 27 yaşındaki Adnan Saygun
dehasını inanılmaz bir sürede tamamladığı Özsoy operasıyla ortaya
koymuştur.
Özsoy’un librettosu, aralarında benzerlikler bulunan Türk ve İran
mitolojilerine dayanılarak hazırlanmıştır. Bu mitolojiye göre insanlığın
doğuşundan sonra dünya üzerine Dahhak adı verilen bir karanlık çöker. İran yorumunda Gave, Türk yorumunda ise Bozkurt diye adlandırılan bir kahraman
bu karanlık ile mücadele eder ve böylece insanlığı aydınlığa kavuşturmayı
başarır. Aydınlığa kavuşan insanlar da kendilerine lider olarak Feridun adlı bir
Hakan seçerler. Feridun’un Tûr, İreç ve Selm adında üç oğlu olur; bunlardan
Tûr Turanileri, İreç İran’lıları, Selm ise Avrupa’lıları temsil etmektedir.
Operada Selm çıkarılmış ve önceden belirtildiği gibi Türk ile İran ilişkilerinden
dolayı ikiz kardeş olarak gösterilen diğer iki karekter üzerinde durulmuştur. Üç
perde halinde yazılan Özsoy’da birinci perde bir ozan’ın, Feridun’un ülkesinin
tasvirini yaptığı monolog ile başlar:
“Ey beni dinleyenler, ey karşımdaki erler,
Tanır mısınız beni? Bana Öz Ozan derler.
Benim sesim haykırır, fakat sazım ağlamaz.
Gönlüm doğruyu duyar, boşa umut bağlamaz
Ben ne put’a tutkunum, ne de yar’a tutkunum,
Ne bir sevgi bilirim, ne didar’a vurgunum.
Ne koşmaya inanır, ne bir süs ararım,
Ne bir sevgili tanır ne de bir yar’ı sorarım
Elimde destanımla yalnız Hakka bakarım.
Doğruyu anlatırım, gönüllere akarım.
Gönlü açık olanlar beni elbet severler.
Tanıdınız mı beni?... bana öz Ozan derler.”
Bu dizeler Asya Türk’lerinin eski inancı Şamanlıktan Hak dini İslam’a
geçişleri vurgulanmış, son dörtlükte ise tasavvuf felsefesinin büyük ozanı
Saygun’un dünya görüşünün gerçek rehberi Yunus Emre’ye bir gönderme
yapılır. Gönül gözünün açık olması deyimi tasavvufta ilahi aşkın
tanımlanmasıdır. Tiradın devamında yeni ulusun kültür yapısının
anlatılmasından, kaynakların Batı’dan ve Doğu’dan değil kendi tarihimizden
alınacağı dile getirilmektedir156 “Ben ne Homeros gibi; hayali yavuzlar,
Tanrılarla sevişen kızcağızları anlatmaktan hoşlanır
Ne de eski Fin’lerin Kalavala’sı gibi,
İnsanlarla cinlerin dövüşünü süslerim hayal enginlerinde
Ben Firdevsi değilim,
Kendi dar anlayışımdan güzel renkli savaşlar yaratıp
İninde uyuyan arslanları kamçılamam
Ben vatan yavuklusu Ozan’ım
Öz tarihi söylerim, olmuşu iletirim
İşte böyle Beylerim.”
Bir tapınak sahnesi olan ikinci tablonun konusu ise Feridun’un
çocuklarının tohumudur. Ancak bu mutlu, coşku dolu an, zulüm tanrısı
Ahriman’ın gelişiyle bozulur. İkinci perde açıldığında güncel ortama
dönülmüştür; Tûr bir Anadolu kasabasında öğretmendir. Librettoda bu
noktada artık genç Türkiye Cumhuriyeti ve Anadolu’nun kalkınışı ele
alınmaktadır, temsilde üç tane halk dansına yer verilir.
Üçüncü tabloda ise günün sosyal yeniliklerini temsil eden başka
karşılama ve iyi duyguların sahnecikleri yer alır. Üçüncü perdede ise Semiha
Berksoy Avşim rolünde modern giysiler içinde Türkiye’yi temsil eder. “Bugün
23 Temmuz 1924 Lozan Muahedesi imzalanıyor ve memleket kurtuluyor” diye
bağırır.
Adnan Saygun 1980 yılında eseri yeni baştan ele aldığında üç perde
yerine tek perdelik mitolojik unsurların yer aldığı devrin politik konularını
çıkarıp, operayı yeniden düzenleyip adını daha önce Feridun olarak
değiştirdiği operaya tekrar Özsoy adını verdi. Mahmut Ragıp Gazimihal’in 55 Opera adlı kitabında verdiği bilgiye göre,
Özsoy’da Ahmet Adnan’ın o dönemde eserlerini etkilemiş olam pentatonik
yapının ağır bastığı anlaşılmaktadır. ”Birinci perdenin yakarış korosu, dua
sahnesindeki musiki bölümleri Anadolu motiflerine dayanır”. İkinci perdenin
büyük bir kısmında da böyledir. Her iki perdenin prelüdleri serbest bir
düşünceyle yazılmışlardır. Eserin kalan kısımlarında (vaktin darlığı yüzünden
ve solistlerin öğrenmelerini kolaylaştırmak amacı ile) tonal yazı tercih
edilmiştir.”157
Ahmet Adnan Saygun’a göre Cumhuriyet devrinde ve Atatürk’ün telkinleri
ile Türk operasına doğru ilk adım böyle atılmıştır.
5.3.2. Op.13 Taş Bebek Operası
Ahmet Adnan Saygun’un 1934 yılında bestelediği Taş Bebek operasının
da librettosu Münir Hayri Egeli’ye aittir. Lirik- fantazi tarzında işlenmiş olan tek
perdelik bir eserdir. Taş Bebek operası 27 Aralık 1934 günü Ankara Halkevi
Sahnesi’nde Atatürk’ün huzurunda sahnelenmiştir.
Eserin konusu kısaca şöyledir: Usta bir bebek yapımcısı olan Akman
Usta, günün birinde bebeklerinden birini güzel bir kız biçimde yapar:
Kumabanu. Güzelliğin sembolü olarak elde ettiği bu Taş Bebek’e can vermeyi
de başarır. Fakat, bebeği canlandırırken yüreğini takmayı unutur. Bebek yüreksiz bir kız olarak canlanır ve Usta’ya aşık olur. Ona “hemen kaçalım”
der. Usta’nın bu birlikte kaçışa aklı erer ve hazırlık için dışarı dışarı çıkar. Bu
kez içeri aptal çırak Varişli girer. Kız bir makine gibi aynı şeyi söylemeden
edemez ve çırakla kaçar158.
Usta gelip de kızı bulamayınca çok şaşırır. Yanında çalışan kalfa kadına
derdini anlatır. Kalfa kadın Usta’ya “yalnış yoldasın, senin işin insan yaratmak
değil, ancak Tanrı’nın yarattığı insanı ruhen zenginleştirmektir” der. Usta
yoğun düşünceler altında ezilirken çırak kucağında Taş Bebek’le içeri girer.
Can çekişen Kumabanu, ruhtan ve yürekten yoksun olduğu için ölür159.
Taş Bebek operası, Atatürk’ün yakın ilgi ve direktifleri altında tamamlandı.
Burada sanki, devrimlerin ruhunu tam anlamıyla kavrayamayan, şekilcilik ve
taklide bağlı bir geçliğin yetişmesi durumunda başımıza gelebilecek akıbete
gönderme yapılıyor gibidir160: Ulusal Ruh’un yoksa ölmeye mahkumsun.
5.3.3 Bay Önder Operası
Viyana ve Prag’daki eğitiminden sonra Akses 1934 yılının Ağustos ayında
Türkiye’ye dönmüştür. O günlerde Atatürk’ün 27 Kasım’da Ankara’ya gelişinin
15. yılı kutlanacağından, metinlerini Atatürk’ün verdiği, iki opera için iki ayrı
besteci görevlendirilmişti. Akses, Bay Önder’i besteleyecekti. İçerik olarak bu eser de eski bir Türk efsanesine dayanır. Besteci bir buçuk ay içinde operanın
bir kısmını tamamlar. Opera 27 Ararlık 1934’te Ankara Halkevi’nde
Saygun’un Taş Bebek’i ile birlikte sahnelenir161
Oyunun konusu kısaca şöyledir. Bir deli şairin açtığı sahne bizi eski
çağlarda Bay Önder’in Acunda Bay olduğu günlere götürür. Bay Önder’in
hatunu İzgen, insanoğlunun semboludür. Ne yazık ki İzgen bir fırtına gününde
ölüme mahkûmdur. O fırtana da kopar. Dünyayı alt üst eden bu fırtınada
İzgen ölürken göğsünde sakladığı altın tası bay Önder’e bırakır. Günler geçer,
Bay Önder altın tas’tan içer ve yurda faydalı işler yapar. Bir gün bütün yurdun
ulularını toplar ve onlara bir şölen veriri. En sonunda da bütün malını onlara
dağıtır. Altın tası da sonsuz enginlere atar. Altın tas onun ülküsüdür:
“Tü ne gün Türk bunalırsa
Bu enginin kıyısında bir yudum su alırsa
Altın tas’ın kenarından içmiş gibi olacak”162
5.4. Cumhuriyet Dönemi Operetleri
Tanzimat döneminden itibaren müzikli oyunlara her dönemde önem
verilmiştir. Zaman içinde bu oyunlara geleneksel tiyatronun da unsurları da
katılmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’da “Musiki İnkılabı” çalışmaları
altında Özsoy, Taş Bebek, ve Bay Önder operaları çalışmaları ve icraları
sürerken İstanbul’da Meşrutiyet döneminden kalma topluluklar oyunlarının
icralarını sürdürüyorlardı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Muhlis Sabahattin ve Cemal Sahir temsiller
vermeye devam ediyorlardı. Hale Opereti, Şehir Operet Heyeti de belli başlı
operet topluluklardandır. Bu ilk dönemde oyunlar sahneleyen toplulukların
arasında Türk Opereti, Yeni Operet, Şark Opereti, Ankara Opereti, Ozan
Opereti ve Cumhuriyet Opereti de bulunur. Hale Opereti, Çaresaz, Maskot,
Yunus Efendi Duymasın, Çardaş Fürstin, Mon Bey, Eski Yuva, Arşın Mal Alan
gibi operetlerle eski Dönemin Leblebici Horhor Ağa’sı gibi oyunlar da çeşitli
operet grupları tarafından sahneleniyordu163.
Oynanan operetler ve müzikallerde belirgin üç tür mevcuttu: Maskot,
Madame Angot’un Kızı gibi Klasik operetler, Çardaş gibi müzikli komediler
ya da Viyana Operetleri, son olarak da Amerika’da ortaya çıkan operetrevüler.
Türkiye’de operetlerin diyaloglarına yerel ağızlarla Laz, Yahudi,
Ermeni taklitleri katılmıştır. Kulakta kalan, kolay ezberlenen bol nakaratlı şarkılar; dinamik, canlı, keskin tempolu müziği ile Rey kardeşlerin (bkz resim
5.4) operetleri de operet tarihimizde önemli bir yer tutar. Bu operetler
1930’ların kozmopolit İstanbul kültürünü müthiş bir gerçeklik olgusu ve
olağanüstü bir sahneleme tekniği ile aktarmışlardır. Revülerde ise belli bir konu olmadığından dans, müzik ve kostüm ağırlık
kazanır164.
5.4.1. Üç Saat Opereti
Eser, 3 perde ve 27 tablodan oluşan bir revü operettir. Oyunun
librettosu 1932’de Ekrem Reşit Rey tarafından yazılmıştır. Şarkı sözleri ise
Nazım Hikmet’e aittir. İlk defa 1932’de İstanbul Tepebaşı Şehir Tiyatrosu’nda temsil edilmiştir.
Üç Saat Opereti’nde, Holywood’da çevrilecek “İstanbul Yıldızı” adlı filme
oyuncu bulmak için İstanbul’a gelen Amerikalı yapımcı bir yarışma düzenler.
Bir Tahran’lı ile bir Bağdat’lı da seçilecek yıldızı alıp ülkelerine götürmek
üzere İstanbul’a gelirler. Yarışma Büyükada’da yapılır. Yarışmacılardan
Melahat, kendine güvenir fakat jüri kimseyi beğenmez. Melahatin bir akrabası
olan Saadet yarışmaya katılmamıştır; Saadet, Selim adında bir genci sever,
oysa Selim, Naile ile ilgilenir. Bu durum genç kızı üzer. Jüride bulunan
Saadet’in amcası yeğenini yarışmaya sokar ve birinciliği alır. Oyun sonunda
herşey tatlıya bağlanır. Melahat Tahran’lı ile, Naile Bağdat’lı ile, Saadet’te
Selim ile evlenecektir. Holywood’a ise birden bire ortaya çıkan sarhoş bir kız
gider165.
5.4.2. Lüküs Hayat
Lüküs Hayat’ta 3 perdelik bir revü operettir. Librettosu Ekrem Reşit Rey’e
ait oyun ilk defa 1933’te İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda temsil edildi. Rey
kardeşler, çok sayıda operet ve revü yazmış olmalarına rağmen aralarında en
çok ünlenen Lüküs Hayat olmuştur.
Oyunun konusu kısaca şöyledir: Küçük hırsızlıklarla geçinen Rıza ile Fıstık
bir zengin evine girince kendilerini kıyafet balosunda bulurlar. 1930’ların Türkiye’sinde Batılaşma özentisinde olanlarla halk kesiminden olanlar
arasında doğan komik durumlar anlatılmaktadır.
5.4.3. Hava-Cıva
Operetin konusu: Kayserili Apostol bir canbazhane işletmektedir. Burada
ilgi gören numara Hava-Cıva adındaki yapışık kardeşlerin gösterisidir.
Kardeşlerin ölümü üzerine Apostol’un işleri bozulur. Diğer sanatçılar
paralarını alamadıkları için birer birer Apostol’u bırakıp giderler, bu sırada Antalya Balıkçılar Derneğinden Şetvan ile Of’tan gelen Temel Reis, açık
arttırma ile satılacak olan balıkçı teknesini almak için büyükçe bir parayla
İstanbul’a gelirler, bunlar açıkgöz geçinirler ancak kumarbazların ve
yosmaların tuzağına düşerler. Paraları ellerinden gider ve memleketlerine
gidemez hale düşerler. Bir rastlantı sonucu Apostol’la tanışırlar ve Hava-Cıva
yapışık kardeş gösterisine çıkarlar. Canbazhane eski ilgiyi tekrar kazanır;
fakat memleketlerine dönmeyen bu iki kafadarı bulmak için Of’lu balıkçıların
başkanı Memiş Dayı ile Şetvan’ın karısı Şehvar, İstanbul’a gelirler.
Canbazhanede iki kafadarı tanıyınca kıyamet kopar, Temel ve Şetvan
sonunda memleketlerine dönerler. Lakin yapışık kardeş olmaya alıştıkları için
tekrar İstanbul’a dönerler. Bu arada Apostol’un sevgilisi Melpomeni,
kumarbaz, Memiş Dayı, Şehvar ve daha başkaları da canbazhaneye katılır,
zengin bir kadro oluşur.
5.4.4 Saz- Caz
Hanry Grey adındaki bir Amerikalı, nişanlısı Mary’i alıp Kevork
Kamburtıknazyan’ın Kumdöken gazinosuna getirir. Kevork’un karısı
Hayganuş Hanry’i kandırır, birlikte Amerika’ya giderler. Mary’nin babası kızını
bulmak için geldiği zaman Kumdöken Suyunun yararını öğrenerek kârlı bir iş
yapmak için Kevork’u Hanry’nin yerine koyar öte yandan Hanry’nin arkadaşı
Dolores, Hanry’i ararken Ahmet Mehmet’i görür, onu kendine iş arkadaşı
seçer. Böylece operet mutlu sonlanır.
5.5. Cemal Reşit Rey’in Diğer Operet ve Revüleri
1- Küçük Kırmızı Şapkalı Kız-Le Petit Chaperon Rouge 1920, 2 tablo,
kayıptır.
2- Deli Dolu- 1933, 3 perde. Libretto Ekrem Reşit Rey’e aittir. İlk defa 1934’te
Darülbedai yapımı olarak Eski Fransız Tiyatrosu’da sahnelendi. Orkestrayı
Hasan Ferit Alnar ve Cemal Reşit dönüşümlü olarak yönetti. 3- Maskara- 3 perde. Libretto Ekrem Reşit Rey tarafından yazılmıştır. Oyun ilk
kez 1936’da İstanbul Şehir Tiyatrosu yapımı olarak Eski Fransız
Tiyatrosu’nda sahnelendi.
4- Yaygara 70- 3 perde. Libretto Erol Günaydın ‘a aittir. 1969-70 yıllarında
yazılmıştır. Eser ilk kez 1970 yılında Dormen Tiyatrosu’nda Haldun Dormen’in
yönetmenliğinde sahnelendi.
5- Uy! Balon Dünya- 2 perde. Libretto Erol Günaydın tarafından yazılmıştır.
1971’de yine Dormen Tiyatrosu’nda Haldun Dormen sahneye konmuştur.
6- Bir İstanbul Masalı- 2 perde. Libretto 1972 yılında Erol Günaydın tarafından
yazılmış ve Uy! Balon Dünya ile Yaygara 70’in karışımıdır. Oyunun başına
Kâtibim çeşitlemeleri ve arasına Zeynebim şarkısı eklenmiştir. Oyun ilk kez
Londra’da Aldwych Tiyatrosu’nda 1972’de sahnelenmiştir.
7- Adalar Revüsü- metin Ekrem Reşit Rey tarafından 1934’te yazılmış, aynı
yıl Büyükada Yat Kulübü Bahçesinde sahnelenmiştir. Semiha Berksoy
Büyükada, Feriha Tevfik Heybeliada, Cahide Sonku Kınalıada, Hâzım
Yassıada ve Vasfi Rıza Sivriada rollerini paylaşmışlardır.
8- Alabanda- metin Ekrem Reşit Rey tarafından 1941’de yazılmış, ilk defa
Tepebaşı yazlık bahçesinde aynı yıl temsil edilmiştir. Revüde Safiye Ayla
Kraliçe Portakal rolünü oynadı. 9- Aldırma- metinleri Ekrem Reşit Rey tarafından 1942 yılında yazılmış, ilk kez 1942’de İstanbul Opereti Tiyatrosu’nda temsil edilmişti.
6. SONUÇ
Tanzimat Fermanı ile başlayan ve Osmanlı Devleti’nin özellikle toplumsal
hayatında ve kurumlarında birçok değişikliğe sebep olan Batılılaşma
hareketleri en büyük etkisini sanat alanında göstermiştir. Ancak bu
değişiklikler toplum hayatı içinde yeni benimsenmeye başlanılan Batılı
eğlence anlayışı olarak kendini göstermiş ve benimsenmiştir. Müzik ve müzikli sahne sanatları Cumhuriyet döneminde eğlence
olmaktan çıkıp, yeni kurulan devletin kültür politikası haline gelmiştir. Bu
dönem içinde sanat dallarına daha önce hiç bir dönemde verilmeyan ölçüde
önem verilmiş, özellikle müzikli sahne sanatları “ulus devleti ve çağdaş
devlet” olma yolunda önemli rol oynamıştır, yeni ulus’un kimliğinin
oluşturulması çabaları sırasında kültür politikalarının ayrılmaz bir parçası
olmuş; özellikle kültür, bir kamu politikası haline gelmiştir. Özsoy Operası,
Taş Bebek ve Bay Önder gibi operalar, ulusal ruh’un önemini anlatmaları
açısından özel olarak yeni kurulan Cumhuriyet’in Musiki İnkılabı’na hizmet
etmişlerdir.
7. Terimler
Bale: insanın bedensel artistik olanaklarıyla ifade edilen uluslararası sanat
disiplini. Koreografik yapısıyla düzeni belirlenmiş olan müzik eşlikli sanatsal
dans gösterisi klasik- akademik dans stili.166
Pandomim: Konuşmanın hiçbir şekilde yer almadığı mimikler ve beden
hareketleriyle taklitli canlandırma esasına dayanan köklü bir sahne sanatı.
Çoğunlukla müzik eşliğinde uygulanır ve oyunda danslar da yer alabilir. Terim
Yunanca pantomimos “hepsi taklit” sözcüğünden kaynaklanır167.
Opera buffa: güldürü opera. Napoliye özgü bir opera tarzı olarak doğdu.
19.yy’da Fransa’da opera buffa deyimi kimi zaman operetle eş anlamlı da
kullanılmıştır168.
Vals: ¾’lük ölçüde üç zamanlı ( birinci vuruş kuvvetli, ikinci ve üçüncü
zamanlar zayıf) bir Fransız danstır169.
Polka: 2/4’lük ölçüde, Bohemya halk dansı ve müziğidir.19.yy.’ın ikinci
yarısında Avrupa’da soyluların oynadığı başlıca salon danslarından biridir170.
Mazurka: ¾’lük ölçüde yazılan 16.yy.’da Polonya’nın orta-doğu yöresinde
Mazurlar arasında ortaya çıkarak bütün Avrupa’ya yayılan ve salonların
başlıca oyunları arasına giren Leh halk dansıdır ( mazurek)171.
Komedi: olayların ve insanların gülünç yanlarını dramatik anlatımla
vurgulamayı esas alan sanat türü. Şarkılı komedi, baleli komedi, lirik komedi,
komik opera, müzikli komedi, vodvil komedi gibi türleri bulunur172.
Repertuvar: 1- bir müzik topluluğunun ya da sanatçının yorumlamaya hazır
olduğu parçalar. 2- bir müzik türünde yazılmış müzik parçalarının tümü173.
Romans: Piyano için genellikle kıtalar halinde ve şarkı formunda yazılmış
duygusal parçalardır. 18. ve 19.yy’larda İtalya ve Fransa’nın en popüler müzik
formlarından biridir. Zamanla sözsüz aşk şarkılarına da romans adı
verilmiştir174.
Fantazi: Biçim ve içerik bakımından bağımsız yapıtlardır. 17. ve 18.yy’larda
bağımsız biçimde yazılmış prelüdün yerini aldı. 19.yy’da sonat’ın bir bölümü
olarak kullanıldı175.
Vodvil: Şehrin sesi adındaki eski sokak şarkılarından doğma bir müzik
şeklidir. Sanattan çok eğlendirmek ve güldürmek amacıyla yazılan şarkılı
sahne eserleri176.
Revü: bağımsız bölümler halinde güncel olayları ve kişileri yergili bir dille alya
alan skeçler, şarkılar, danslardan oluşan zengin görünümlü sahne
gösterisi177.
Ortaoyunu: Sahne, perde, dekor, suflör kullanmadan meydanda halkın
ortasında oynanan Türk halk tiyatrosu. Karagöz oyununun perdeden yere,
hayalden canlı oyunculara aktarılmış biçimi olarak da tanımlanabilir178.
Karagöz: Türk seyirlik sanatlarının en eskisi olan gölge oyunudur.
Arya: şarkı, melodi, hava. Genel tanımıyla çalgı eşliğinde söylenen solo
şarkı179.
Divan: klasik Türk müziğinin dinsel olmayan, sözlü formlarından biridir180.
Halk Müziği: halkın malı olmuş, örf, adet ve gelenekleri yapısında toplayan
folklorün, müzikle ilgili koludur181.
Müzikhol: müzik eşliğinde şarkılı, eğlenceli fantazi oyunların oynandığı komik
numaraların ve varyete gösterikerinin yapıldığı yer182.
Kanto: Şarkı, ezgi, ses. Şarkı söyleme sanatı. Genellikle kadın sanatçıların
eğlence yerlerinde ve oyun başlamadan önce tûluat tiyatrolarında şarkı
söyleyip dans ederek yaptıkları gösteri ve bu amaçla bestelenmiş şarkılar183.
Tûluat: İçe doğma, yüreğe doğma anlamındadır. Aslında şair ve şiir için
kullanılan bir terimdi. Sonraları herhangi bir metin izlemeden oyunlar veren
truplara, oyunlar oynayan oyuncular için kullanılır olmuştur184. |