Geleneksel Tiyatro ya da "Ezberi Bozmak"
Geleneksel Tiyatro ya da “Ezberi Bozmak”
 
Sinem Özlek
 
Biraz kafasını kaldırsa tepesindeki onlarca spotu görebilen, dikkatli baktığında kulis perdesinin arkasında bekleyen terzinin karaltısını seçebilen, oyun sonunda kan revan içinde ölüşüne ağladığı adamı selamda kanlı canlı alkışlayan seyircinin, birkaç metre ötesinde durup gözünün içine bakabilecekken aralarında sanki bir duvar varmış gibi boşluğa bakan oyuncularca bir “gerçeğe” ikna edilmesi; ancak ve ancak tiyatronun büyüsüyle açıklanabilir.
Belki de bu yüzdendir ki, sinemanın özel efektlerle olmayan bir gerçekliği dahi var edebilme becerisinin karşısında tiyatro; asıl özgünlüğü olan seyirciyle burun buruna oyun kurma malzemesinde kendini her akşam yeniden var etmekte, “ha öldü, ha ölecek” söylentilerine inat hala perde açabilmektedir.
Keskin metinlerle sahnede şiddet ve cinselliği gerçekten daha gerçek kurgulayan oyunlar, teknolojinin tüm olanaklarıyla yaratılan illüzyonlarla, insan malzemesini yan yana getiren yorumlamalar at başı tiyatro tarihinin bugününü yazarken, bir yandan da Ortaoyunu sahnesini anıştıran alternatif tiyatro mekanları, geleneksel tiyatro formlarında görüldüğü gibi “o anda orada ve seyirciyle birlikte” yapılan gösteriler, doğaçlamaya dayalı interaktif oyunlar çağdaş tiyatronun izleğini belirlemekte görünüyor bugün.
İnsanın karşısında gerçek bir insan görmeye pek de ihtiyaç duymadan iletişebildiği bir çağın ya da animasyon teknolojilerinin var olmayan üç boyutlu bir gerçekliği yaratabilme becerisinin, tiyatro tarihinin gelecek bin yılını nasıl etkileyeceği ise yoruma açık bir muamma.
“Özgün olan”ın “kolaj”a, “yerel” olanın “global” e yerini devrettiği şimdiki zamanlarda, Tanzimat miladıyla kendi malzemesini reddedip, geleneksel tiyatro formundan keskin çizgilerle ayrılan ve hali hazırda özgün bir kimlik sahibi olup olmadığı tartışmaya açık olan Türk Tiyatrosu ise, pek çok anlamda dünüyle hesaplaşan, yüzleşen, ezberlenmiş cümlelerini yeniden masaya yatıran ülke tarihinin aksine; hali hazırda eskimiş, eskitilmiş söylemlerin ötesinde ve araştırmaya, belge bırakmaya yönelik akademik çabalar dışında, sahne üzerinde kendi özgün malzemesiyle barışmaya, onu başka bir gözle yeniden değerlendirmeye pek hevesli görünmemekte.
Radikal kesintiler ve kopan bağlarla dolu tarihimizle paralel bir tarihin mirasçısı Türkiye Tiyatrosu’nda dün olduğu gibi bugün de geleneksele özgü kimi öğelerin kullanıldığı oyunlar sergileniyor ve yazılıyor olsa da,  anlaşılan o ki; ne yıllarca kapalı gişe oynayan; salonlarda seyirci, televizyonda reyting, barlarda müşteri bulan ve tam da geleneksel tiyatronun damarlarından aldığı kanla beslenen gösteriler, ne de 20.yy’da oyun- performans, oyuncu-seyirci ilişkisi kökeninde kendini yeniden arayan, aradığını ta Uzak Doğu’da ya da Hindistan’da bulup üzerine tiyatro teorileri geliştiren, tiyatroyu oyuncu eksenine geri döndürürken, seyir alanı ile oyun alanı arasındaki sınırı kaldıran takipçisi, taklitçisi olduğumuz Batı Tiyatrosu’nun geçtiği yollar, bu malzemeyi kendiliğinden barındıran geleneğimizle gerçek bir barışmaya yeterli isteği sağlayamamış.
Yavuz Pekman; “Çağdaş Tiyatromuzda Geleneksellik” kitabında bu ilişkiye dair şu tespitte bulunuyor; “Aslında Batı tragedyasının kaynağı olan mitolojik kökenli köylü tiyatrosu geleneği, Anadolu’daki varlığını yüzyıllardır sürdürmekte, kentlerde gelişen Karagöz, Ortaoyunu, Meddah gibi halk tiyatrosu türleri de, Osmanlı’da özellikle 18.yy’dan itibaren büyük bir ilgi görmektedir. Ancak bu geleneksel tiyatro formları, Batı’da olduğu gibi, başka biçimlere dönüşmemiş, örneğin yazılı bir tiyatro şeklini alamamışlardır. (…) Her ne olursa olsun, bu geleneksel dramatik türler, batılılaşma ile beraber, yerlerini Batı’nın seçkin tiyatro ürünlerine bırakmaya başlamıştır. Öyle ki, geleneksel tiyatronun bu türleri, çok uzun bir dönem tiyatro olarak kabul edilmemiş, tıpkı suni bir burjuva sınıfının oluşumu gibi, toplumun doğal gelişiminden kaynaklanmaksızın dışarıdan getirilen tiyatro, bu türlerin önüne geçmiştir.”
Oysa, sıklıkla dillendirildiği üzere; eskimiş mizahi dili, çocuklar için hazırlandığı düşünülecek kadar nahif konuları, istisnalar dışında yetişememiş çırakları ile Ramazan eğlencesinden öteye geçemeyen; ama belli ki özü itibariyle gayet muhalif, kalabalıkça sahiplenilecek kadar gülmeceli, yeri geldiğinde müstehcen ve bir “argo”ya ihtiyaç duyacak kadar marjinal ve illaki “usta işi” olan geleneksel tiyatro formlarının, Batı tiyatrosuna ivmesini kazandıran, bizim atlaya zıplaya geçtiğimiz oyunculuk biçimi, sahneleme anlayışı, seyir alanı-oyun alanı seyirci-oyuncu ilişkisi ile ilgili arayışlara, aslında tam da o reddedilen “ilkel”liği ile malzeme sağladığını söylemek mümkün.
Elbette burada söz konusu olan sadece bugün mizah dergilerinin en ünlü çizerlerinin kullandığı, gündelik dilin organik bir parçası haline gelmiş kelime esprilerinin Karagöz ve Ortaoyunu’nda gülmecenin eksenini oluşturduğundan, pek popüler tek kişilik gösterilerin meddahın, doğaçlamaya dayalı interaktif oyunların tuluat geleneğinin izlerini taşıdığından dem vurmak değil.
Sahne diline özgü kodlamalar kullanan anlatımı, seyirciyi gösterimin organik bir parçası kabul eden yapısı, o anda orada kurgulanan tekrarlanamaz performansı, oyun-seyir alanını iç içe kuran, oyuncuyu bedeninin, sesinin, oyun kurma becerisinin tüm olanaklarıyla sahnede bulunmaya zorlayan malzemesi ile tiyatronun kökenine yakın duran geleneksel tiyatro formları, sadece metinde değil sahneleme ve oyunculukta da keskin dönemeçler yaşamış Batı Tiyatrosu tarihine yadsınamaz biçimde kan akışı sağlamışken, kendini Batılı örnekler üzerinden değerlendirmeye koşullanmış bilinçaltımız, Türk Tiyatrosu’nun dünü ve geleceğiyle ilgili umutsuz tespitlerini çoğu kez “metinli tiyatro geleneğimiz yok ki” serzenişine kilitlemiş, müzelik kimliğinden öte, geleneksel tiyatronun kağıt değil de, sahne üzerinde sahip olduğu özgünlüğü ayrıştırmakta, yapı, sahneleme ve oyunculuk açısından, bunu yeniden değerlendirilebilir akademik bir malzeme haline getirmekte zorlanmıştır.
Kim bilir, belki daha uzunca yıllar da fiziki ya da sosyolojik pek çok gerekçeyle, bu tür bir değerlendirmenin olanaklı olmadığı, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun, nostaljik bir seyirlikten ibaret olduğu söylenecektir. Belki “geleneksel tiyatrodan yararlanmak” denilen şey, batılı bir sahnelemenin arasına bir iki motif yerleştirmekten ibaret kalacaktır. Belki parasını önceden ödediği biletleriyle karanlık bir salonda sessizce oturup kendisini izlemek zorunda olan seyirciye, kendini izletemediğinden yakınan bir tiyatronun, bir kahvehanenin ya da meydanın hengamesinde kendini izlettirip, sonra karşılığını alan, bu da yetmezmiş gibi kalabalığı peşinden başka meydana, başka kahvehaneye sürükleyebilen bir tiyatrodan öğrenmesi gerekenler, popüler kültür-yüksek sanat tartışması arasında gümbürtüye gidecektir.  Yüzlerce yıllık Karagöz oyunlarının nasıl olup da bugünün yeniliği sayılan “sert” metinler kadar cinsellikve eleştiri barındırdığı sorusu, gerçek bir soruya dönüşmeden müstehzi bir gülümsemeyle geçiştirilecektir. Hatta postmodern yapıya özgü; parçalı yapı, küçük anlatı, sıçramalı zaman ve uzam kullanımı, parodi ve pastiş gibi ilk akla gelen nitelikleri organik biçimde barındırıyor olması bile Batı dramının yarısı kadar model oluşturmasına yetmeyecektir.
Ama Batı Tiyatrosu’nun kadim yazın geleneği karşısında aciz kalmış geleneksel tiyatronun belki de en çok oyuncunun genetiğinde, o anda orada seyirciyle göz göze "oyun"u kurma becerisinde kendini aktaran mirası, dünya tiyatro tarihini başka bir dolu itkiyle birlikte, dönüp dolaşıp her seferinde yeniden biçimlendirmeyi, biz ayırdına varmasak dahi, olmazsa olmazı olan seyirciyle her seferinde yeniden buluşturmayı sürdürecektir.
 
BİZİM TİYATRO
 
" Oyuncularımız var, yabancı rolleri yabancılar kadar başarılı oynayabiliyorlar. Rejisörlerimiz var, Avrupa’da gördükleri mizansenleri burada aynen uygulayıp alkış topluyorlar. Yazarlarımız var, yapıtlarını yabancı örneklere benzetebildikleri ölçüde iyi yazar sayılıyorlar.
 
Hepsi iyi hoş da, peki ama nerde Türk oynayışı, Türk sahneleyişi, Türk yazışı, Türk algılayışı? Bir kelime ile nerde Türk tiyatro üslubu? “Bizim Tiyatro” işte bunun peşinde gidecek. Bize özgü olanı araştırıp bulup önünüze sermeyi deneyecek.
 
Tiyatro, elbet insanlığın ortak malı. Tiyatro tarihi, her ulusa ortak ve zengin bir birikim sağlıyor. Ama her ulus da ona yüzyıllar boyu kendi özelliğinden katkılarda bulunmuş, bulunuyor. Tiyatro alanındaki yeni görünen yolların çoğu işte hep bu eski ve yeni yöresel katkılardan doğuyor.
 
Türk oyun tarzı, Türk oyun yazımı, Türk jesti, mimiği derken şovence bir duyguya kapıldığımız, aman sanılmasın. Biz derken de bencil bir kısıtlamadan yana, hiçbir zaman olmadığımız lütfen hatırlansın.
 
Amacımız, tekelci bir kendi içine büzülüş değil, tam tersi, dünyaya, evrene açılış. Ama kendi kişiliğimizle. Bu ortak birikime kendimize özgü bir şeyler katıp yararlı olarak. Türkiye anlamına gelen bizden, insanlık boyutundaki BİZ’e uzanmak istiyoruz.”
 
HALDUN TANER
İSTANBUL EFENDİSİ
 




																	
TARLA KUŞUYDU JULİET
 



																	
ALEMDAR (Tohum ve Toprak)
 




ALEMDAR
																	
 
Bugün 20 ziyaretçi (22 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol