(Kaynak: T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ / SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI / YÜKSEK LİSANS TEZİ / TANZİMAT DÖNEMİ TÜRK ROMANLARINDA BEYOĞLU / Emine UZUN)
1.BEYOĞLU’NUN SEMTLERİ
Beyoğlu’nun çekirdeği olan bölge, bugün Galata dediğimiz yöredir. Bu yörenin, bilebildiğimiz en eski adı, “Sike” Grekçe’de (İncir Ağaçları) anlamına gelmektedir.1 Sekizinci yüzyıldan sonra “Galata” adı ortaya çıkar.2 Galata’nın kuzeyinde kalan bölgeye, Bizans çağında Grekçe (öte,ötesi) anlamına gelen “peran” sözcüğünden esinlenerek “Pera” deniliyordu. Buradaki bağların adı da “Pera Bağları’ydı. Biz bugün, eski Galata ve Pera’nın bulunduğu alanların ikisine birden “Beyoğlu” diyoruz. Bu iki ad, uzun süre bir arada kullanılmışlardır. Hristiyan Osmanlılar ve Avrupalılar , “Pera” adını kullanırken; Türkler yöreye “Beyoğlu” demişlerdir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, 1925 yılında, kent ve mahalle adlarının Türkçeleştirilmesi sırasında, “Pera” adı kaldırılmış, yalnızca “Beyoğlu” adı bırakılmıştır. Ancak Galata adına dokunulmamıştır.3 Fatih Sultan Mehmet, Trabzon Rum Devleti’ni ortadan kaldırınca (1461), sonTrabzon İmparatoru David Komnenos’u ailesiyle birlikte İstanbul’a getirerek ,Galata surlarının dışındaki bölgeye yerleştirdi.4 “Beyoğlu” adının, Trabzon RumPontus İmparatorluğu’nun son prenslerinden , İslam Dini’ni kabul ederek burayayerleşen ve yaşayan Aleksios Komninos’dan dolayı bu yöreye verildiği ileri sürülür.5 Bir diğer görüşe göreyse, 15. ve 16.yy Osmanlı belgelerinde “Beg oğlu” (veya Bey oğlu) sözcükleriyle tanımlanan kişiler , aslında “Bey” olarak tanınan Andrea Gritti’nin oğullarıdır. Andrea Gritti, İstanbul’da önceleri zengin bir tüccar , sonraları Venedik Cumhuriyeti’nin elçisi (Balyos: Baillo) olarak bulunduktan sonra , 1523-1538 yılları arasında “Doge”luk (Venedik Devlet Başkanlığı) görevini sürdürmesi nedeniyle bu ünvanı taşımaktadır. Özellikle buğday ticaretinden kısa sürede büyük bir servet edinen Andrea, Galata surları dışında “Pera Bağları” olarak tanınan kırsal alanda yaptırttığı büyük bir konakta “Bey” gibi yaşamaktadır. Bu arada İstanbullu bir Rum kadınıyla hayli uzun süren bir ilişkiden üç veya dört oğlu olmuştur: Alvise, Giorgi, Lorenzo. Osmanlılar 1490 doğumlu büyük oğul Alvise’yi babasının Doge olmasından sonra “Bey oğlu” olarak tanımaktadırlar. O da, uluslar arası ticaretle uğraşmayı sürdürerek kat kat zenginleşir. Babasının Pera Bağları’ndaki o eski konağını çok daha büyük ve görkemli olarak yaptırır. Bin kişiyi aştığı söylenen hane halkıyla gerçek bir prens yaşamı sürerek kısa bir sürede ünlenir. Osmanlı dış politikasında kısa sürede karar vericilerden biri olma konumuna yükselir.6 15. ve 16. yüzyıl belgelerine “Bey oğlu” olarak geçen, 1534 yılında Erdel’de öldürülen Alvise Gritti, konağının bulunduğu bütün bölgeye adını vererek İstanbul tarihine geçti.7 15 Haziran 1826 günü, Sultan II. Mahmud, Osmanlı İmparatorluğunda, askerigücün siyasi güce boyun eğmesini sağladı. Bunun sonucu tüm ülkede çok hızlı bir “Batılılaşma” hareketi başladı. Batılılaşmanın ilk ve en önemli etkilerini gösterdiğialan; Galata’yla o sıralarda Galata Surlarının kuzeyinde başlayıp bugünkü Galatasaray’da sona eren adına Pera denilen bölgeydi. Sultan II. Mahmud’un ülkeye getirdiği yeniliklerin bazıları şunlardır: Muzıka-i Hümayun’un (Konservatuar) kuruluşu; Sıbyan okullarının, Rüştiye, Mülkiye, Harbiye, Tıbbiye’nin açılışı; Tercüme Odası’nın, Meclis-i Vâlâyı Ahkâm-ı Adliyenin , Dâr-ı Şura-yı Askeri’nin kuruluşları; ilk bakanlar kurulu olan Heyet-i Vükela’nın, ilk bakanlık olan nezaretlerin ortaya çıkışı; ilk genel nüfus sayımı, posta ve itfaiye örgütleri; ilk resmi gazete olan Takvim-i Vekayi’nin, Fransızca ve Türkçe yayımlanan Moniteur Ottoman’ın yayımlanmaları; konserler, balolar düzenlenişi; giysilerde değişim, sarığın yasaklanışı.8 Beyoğlu hayatının batılı manada canlılık kazanması Tanzimat Fermanı’nınilanından sonradır. 1838 yılında İngilizlerle yapılan ticaret anlaşmasından sonra buülkenin malları Osmanlı Devleti’ni istila eder. Özellikle Beyoğlu açık pazar durumuna gelir. Azınlıkların ve yabancıların işlettikleri mağazalar açılır.9 Osmanlı toplumunun Avrupa’da bizdeki usullerden farklı bir Batı Uygarlığı olduğunu kavramaya başlaması ile bu medeniyetin örnek alınabileceği fikri doğdu. Yeni anlayışın iki özelliği vardı: Avrupa Uygarlığına karşı imrenme, bugün medenilik alameti saydığımız tüketim maddelerinden ziyade, yaşayış biçimine, usullere ve prensipleredir.10 İşte Tanzimat Fermanı imparatorluğun kendini garba açması, onu vücuda getiren esasları ve kıymetleri kabul etmesi demekti. Devletin garba kendisini açması ile İstanbul’da hayat birdenbire değişir. Başta daha II. Mahmud devrinde Avrupalılaşmaya başlayan saray, genç hükümdar ve nihayet hareketin asıl mürevvici olan Mustafa Reşit Paşa olmak üzere Tanzimat ricalinin muhitlerinde başlayan yenilikler yavaş yavaş halkın arasına sokulur. Yazın Tarabya’da, Büyükdere’de görülen ecnebi kıyafet ve adetlerini Müslüman halk , artık sık sık gidip gelmeğe başladığı Beyoğlu’nda kışın daha yakından görür. Garp hayatının unsurları taklit ve moda sayesinde gündelik hayatımıza girerler. Beyoğlu’nda umuma açılmış Avrupakârî müesseseler , terziler, manifatura tüccarları, tuvalet eşyası ve mobilya satan dükkanlar, bilhassa Kırım Harbi’nden sonra Müslüman halkın daha sık uğradığı yerler olur.11
İşte Tanzimat Devrinden bugüne değin romanların konusu olan Beyoğlu , asıl gelişmesini 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın başlarında gerçekleştirmiştir. Bu yüzyılın başında kurulan Maçka, Şişli,Nişantaşı gibi semtlerle gittikçe genişlemiştir. Beyoğlu’nun kaza olarak idari yapıya dahil olması 1926 yılına rastlar. Kasımpaşa, Galata, Hasköy ,Taksim ve Beyoğlu merkez nahiyeleridir. Bugünkü Beyoğlu kuzeyi Şişli ve Beşiktaş ilçeleri ile çevrili diğer yanlardan Haliç ve Boğaziçi’ne dayanan 20 bin kilometre karelik bir ilçedir. Başlıca semtleri Taksim, Cihangir, Fındıklı, Kabataş, Tophane, Galata, Karaköy, Tünel, Galatasaray, Tarlabaşı, Talimhane, Yenişehir, Sütlüce , Hasköy, Kasımpaşa’dır.12 Beyoğlu’nda sinema, tiyatro,pastane ve tramvay vardı. Ama bunlar Bahariye’de de, İstanbul’un başka yerlerinde ve özellikle Avrupa kentlerinde de vardı. Beyoğlu’nda bunların yanı sıra; genelevler, randevuhaneler, bitirimhaneler ve meyhaneler de vardı. Tüm bunlar bir ölçüde ve bir arada Beyoğlu’nda olmakla birlikte; Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan bu nitelikleri değildi. Burası, çok çeşitli ve görkemli kültürlerin, günlük yaşamın vazgeçilemez ve tümüyle kapatılamaz kapılarında , birbirleriyle karşılaştıkları,birbirlerine göz atıp, el verdikleri bir alan olmuştur.13
1.1. CİHANGİR
Beyoğlu’nun Cihangir semti Ahmet Mithat Efendi’nin Bahtiyarlık ve Demir Bey Yahut İnkişâf-ı Esrâr adlı eserlerinde geçmektedir. Bu romanlarda roman kahramanlarının evi Cihangir’de bulunmaktadır.
1.1.1. BAHTİYARLIK
Bahtiyarlık romanının kahramanlarından Senai , babasının okuyup şehirli gibi yaşamasını istemesi sebebiyle, eğitim görmek için İstanbul’a, Mekteb-i Sultaniye’ye gelir. Babası Senai’nin iyi bir hayat sürebilmesi için gerekli ilgiyi gösterir. Fakat Senai mektepten çıktıktan sonra alafranga yaşayışa merak salar.Hariciye Nezaretine mensubiyetinin kendisinde sefirliğe kadar yol açacağını düşünüp bundan dolayı alafranga yaşayışa ayak uydurmaya çalışır. Senai,Türkçe’ye ehemmiyet vermeyip, Fransızcası mükemmel bir Türk olarak kendisinde tek beğenmediği yön Osmanlı doğmuş olmasıdır. Senai alafranga yaşayışa özendiği için vaktini alafranga eğlence mekanlarında geçirir. Beyoğlu’nda Flâmme adı verilen eğlence mekanına gidip orada sahneye çıkan Matmazel Rizet’i dinleyip,daha sonra odasına giderek onunla Fransızca konuşur ve alafranga yaşayışa göre ona pahalı bir broş hediye eder. Senai İstanbul’a eğitim için annesiyle birlikte gelmiştir ve kendilerine Cihangir’de ev tutmuşlardır. Senai babası Yamalı Musa’nın kendisine gönderdiği aylık ile istediği gibi yaşayamadığı için annesinin altınları, bilezikleri, küpeleri, elmasları gibi mücevheratını da alarak, yeri geldiğinde baba mirasının kendisine kalacağını da düşünerek borca girer ve gönlünün dilediğince alafranga yaşayış sergiler. Cihangir’deki evlerinde annesi ile özellikle evlilik hususunda bir türlü anlaşamazlar. Annesi Senai’nin bir an evvel evlenmesini arzu eder; fakat Senai için evlilik alafranga yaşayışa da uymayan ehemmiyetsiz bir durumdu. O evleneceği kızın kendisi gibi alafranga tarzda yetişmiş,Fransızca bilen, musikiyle ilgilenen, Avrupalı bir kız olmasını ister.Senai`de daima Avrupalı olmak , Avrupa`ya gitmek merakı vardı.
“Senai’nin validesi Cihangir taraflarında bir hane mübayaa ederek oğluyla beraber oturmakta ve kocası Yamalı Musa’nın Senai’ye tahsis etmiş olduğu sekiz lirayla kendisini pekala geçindirmekteyse de Yamalı Musa’nın Senai’ye tahsis etmiş olduğu on lira aylık kifayet etmek şöyle dursun validesinin dizi altınları ve gerdanlık ve bilezik küpe gibi elmasları dahi bir yandan sökülüp gitmekteydi.
…
Zavallı annesi oğlunun en büyük mürüvvetini görmek için Senai’yi evlendirmek arzusunda dahi bulunuyordu. Fakat Senai`nin teehhüle takarrübü kabil mi? Validesi “Evladım geçinmeyecek ne başımız var? Çıtı pıtı bir kız alıp güzel güzel geçiniriz.” dedikçe Senai bu sözleri pek pespayegane pek alaturka bularak adeta kendisine hakaret addeder ve validesi bundan fukara kızı istemediği manasını çıkararak “Ben oğluma paşa kızı bile alırım.” dedikçe Senai bu söze daha ziyade kızardı.”14
Roman kahramanı Senai babasının vefatından sonra kendilerine kalan Bursa’daki mal varlıklarından bir kısmını satıp Avrupa’ya Paris’e gider. Avrupa ülkelerinde sefahatle vakit geçirir ve kendini İstanbul’a zor atar. Senai İstanbul’a geldikten bir müddet sonra İskenderiyeli Abdülcabbar Bey’in konağında muallimelik yapan , Fransa’dan gelen Madam Terniye aracılığıyla varlığından haberdar olduğu , kendisi gibi alafranga bir eğitimle yetişmiş Nusret Hanımla izdivaç yapmak ister. Nusret Hanım da Senai Bey’in istediği gibi biri olduğunu düşünmeye başlayınca Madam Terniye Senai’nin kendisine anlattıkları ile alakalı araştırmalarda bulunur. Bunun için Cihangir’e Senai’nin evine gider ve mahalle bekçisi gibi bazı adamlardan bu evde yaşayanlarla alakalı Senai’nin anlattıklarını doğrulayan bilgiler alır. Yapılan tetkik olumlu çıktığı için Senai ile Nusret’in evliliklerinde bir engel görülmez ve evlenirler.
“Madam Terniye kızda ilk hüsn-i kabulü görünce bir kere de Senai’nin temeddühleri doğru olup olmadığını tetkike lüzum gördü. Yanına bir uşak alıp Cihangir`e gelip haricen Senai’nin hanesini gözden geçirdi. Vakıa öyle cesim bir konak değilse de mamûriyyet-i dahiliyyesi mamûriyyet-i hariciyesinden istidlâl olunmakta bulunup hele mahalle bekçisi gibi bazı adamlardan bu konakta Bursalı kibardan zengin bir valideyle bir de oğlu sakin olduklarını ve kalabalıkları bulunmayıp fakat halleri vakitleri pek yolunda idüğini ve oğlunun Frengistan’dan yeni avdet eylediğini filanı öğrenince Senai’nin mektubu hakayık-ı ahvalden ibaret olduğuna kanaat hasıl oldu.”15
Romanda İskenderiyeli Abdülcabbar Paşa’nın konağının nerede bulunduğu belirtilmemiştir. Bahtiyarlık adlı romanda görüldüğü üzere Cihangir; konak hayatının yaşandığı, alafranga bir yaşam sürmek isteyen Senai Bey ile alaturka hayat şeklini benimsemiş olan annesinin yaşadığı mekan olarak karşımıza çıkmakta ve burada batı özentisi içerisinde bulunan Senai Bey’in Türk kültür ve yaşayışı ile nasıl çatıştığı, bir Beyoğlu semti olan Cihangir’de Batılı gibi yaşama sevdası içine düşüp nasıl hüsrana uğradığı anlatılmaktadır. Şehirli gibi olmak , iyi bir eğitim almak için memleketi Bursa’dan ayrılıp büyük şehir olan İstanbul’a gelerek burada kendi kültürünü ve özünü unutup kendi değerlerine yabancılaşan bir gencin öyküsü karşımıza çıkıyor. Bu genç ve annesi İstanbul’a geldiklerinde kendilerine mekan olarak Cihangir’i seçiyorlar. Çünkü bir Beyoğlu semti olan Cihangir şehirli gibi yaşamak için uygun bir mekan olarak düşünülüyor. Fakat Beyoğlu semti olduğu için Beyoğlu hayatına da yakın duran Cihangir Avrupaî yaşayış ile Batı özentisi içinde olan gençlerin eriyip yok oldukları bir mekan olarak kendini gösteriyor. Fakat mahalle içinde bir bekçinin olması ve bu bekçinin mahalle sakinleri hakkında az çok bilgiye sahip olması Cihangir’in hala doğu kültürüne ait geleneksel yapısını koruduğunu gösterir. Buna rağmen Cihangir, Tanzimat Devri’nin getirdiği yenileşme fikri ile Beyoğlu hayatından da etkilenmektedir.
1.1.2. DEMİR BEY YAHUT İNKİŞÂF-I ESRAR
Cihangir romanda doğal güzelliği,binaları ile karşımıza çıkmakta, roman kahramanı olan Demir Bey’in konağı burada bulunmaktadır.Bu konak Şemsizadeler konağı diye bilinmektedir.
“Bizce İstanbul’un en güzel mahallatından birisi Cihangir’dir. Büyük harikler vukuuyla tesviye dairesine giren mahaller sıklaşır. Yeni taksim olunan arsalara bahçe ittihazı için yer verilemez.
…
Hele karilerimizi ithal edeceğimiz konak yavrusu bir hane Cihangir hanelerinin en ziyade şâyân-ı dikkat olanlarındandır. Mahallece bu haneye zaten “konak” derler. ”16
Konakta Demir Bey , eşi Feride Hanım ve konak içerisinde işleri görmeye yardımcı hizmetkarlar ve cariyeler yaşamaktadır. Bu konak, içerisinde çalışan hizmetkarlar ile ve cariyelere sunulan eğitim ile alafranga bir yapıya sahiptir. Demir Bey’in eşi Feride Hanım evdeki cariyelere müzika eğitimi aldırmıştır.
“Feride Hanım Ahiret evladı edindiği iki cariyeye muzika meşkettirdiği ve çocuklar ustaları delaleti ile güzelce çalgı çalmaya muktedir bulundukları halde dahi Demir Bey muzikadan hoşlanmaz ki çocuklar ile eğlenebilsin.”17
Gençliğinde alafranga bir yaşam sürüp Fransız ordusunda bulunan Arnavut asıllı Pierre Heyder adındaki zabitin müslüman olduktan sonra İstanbul’a yerleşmesi, adını Demir diye değiştirmesi, hayatına Cihangir’de yeni bir şekil vermesi, Cihangir’de aile yaşantısı, eşinden sakladığı geçmişinin birtakım olaylarla gün yüzüne çıkması romanda hep Cihangir’deki konakta yaşanan olaylar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu olaylara göre Demir Bey’in müslüman olmadan önce, Fransa’da yaşadığı dönemde bir gönül ilişkisi neticesinde dünyaya gelen kızı Polini’nin Demir Bey’in Paris’te eğitim gören oğlu Mustafa Kamerüddin ile dost olup babasını bulmaya çalışması ve Mustafa Kamerüddin’in de ona yardım etmesiyle Polini’nin babasının önceden Pierre Heyder adı ile bilinen Demir Bey olduğu anlaşılması anlatılır. Bunun üzerine Demir Bey kızını yanına alıp sahiplenerek onun Müslümanlığı seçmesini ister. Polini ,Fatma Nazik ismiyle müslüman olur ve babası ile Cihangir’deki evlerinde yaşamaya başlarlar.
“Demir Bey’in kendi sergüzeştini hülasa vechile hikaye eylediği gecenin ferdasından itibaren gerek Mustafa Kamerüddin ve gerek pederi ve validesi Matmazel Polini’nin âdât ve erkân-ı İslamiyet hakkında zihin ve fikrini yavaş yavaş tenvire başlamışlardır.”18
Dikkat edileceği üzere bir Beyoğlu semti olan Cihangir romanda Türk kültür ve ahlâkının, inancının sürdürüldüğü alafrangaya karşı hala alaturka zihniyetin sahip olduğu bir mekan olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum sadece evdeki cariyelerin almış oldukları alafranga eğitim, muzika dersleri, evin hizmetkarları hususunda geçerli değildir. Cihangir’deki konak , adeta batılı zihniyete karşı yeniliklere açık; fakat kendi kültür ve inançlarına bağlı bir zihniyetin kalesi gibidir. Bu bakımdan Cihangir, Beyoğlu’nun birtakım semtleri gibi batılı eğlence ve sefahatin merkezi durumunda değildir. Cihangir yaşam için, aile hayatı için tercih edilen gayet nezih bir semt olarak karşımıza çıkmaktadır.
1.2. FINDIKLI
Beyoğlu semtlerinden Fındıklı Ahmet Mithat Efendi’nin Vah adlı romanında dolaylı yoldan karşımıza çıkmaktadır. Romanın kadın kahramanlarından Ferdane Hanım’ın huzur bulmak için gittiği bir hoca vardır ve bu hocanın evi Fındıklı’dadır. Bu sebeple romandaki mekanlardan biri olan Fındıklı’yı aşağıdaki şekilde inceledik. Behçet bey, vapurda görüp güzelliğinden etkilendiği Ferdane Hanımı Üsküdar’dan itibaren takibe başlar. Uzun bir takibin neticesinde Ferdane Hanımın Fındıklı’da yeşil boyalı bir haneye girdiğini görür.
“Ancak araba hemen yola düzüldüğü zaman şöyle yirmi adım kadar uzakta hanımın Fındıklı'dan Kazancılar’a giden yokuşa doğru teveccüh eylediğini görmesin mi? Hemen arabadan aşağıya can atarcasına indi. Ve yavaş yavaş hanımı takibe başladı. Hanım zaten aheste revişle yürüdüğü gibi yokuşa geldiği zaman bir kat daha ağır yürümeye başladı. Behçet Beyin de o suretle hareket edeceği derkardır.”19
Behçet Bey Ferdana Hanım’ın ne maksatla burada bulunduğunu öğrenmek ister. Bu sebeple Fındıklı’daki yeşil boyalı evin yakınındaki mahalle bakkalı ile önce biraz sohbet edip kahvaltı da yaparak sonra yeşil boyalı ev hakkında bilgi edinmeyi düşünür. Mahalle bakkalı ile biraz sohbet ettikten sonra Fındıklı’daki bu mahallenin geçimini zor sağlayan kibar kişilerden oluştuğunu öğrenir. Mahalle bakkalı yeşil boyalı evde Hoca Kutbettin Efendi’nin karı koca bir de Arap cariye yaşadıklarını, doksan yaşındaki Hoca Kutbettin’in beylere, efendilere Arabîyât , Farisiyât dersleri okuttuğunu, beylerin de Hoca Kutbettin’e hanesinin masrafları hususunda yardımda bulunduğunu anlatır. Behçet Bey edindiği bilgilerden sonra mahalle bakkalını şüpheye düşürmemek için bir kahve içip oradan ayrılmaya ve Ferdane Hanımı Fındıklı’da beklemeye karar verir.
“-Yok yok! Öylelerinden değil. Bu doksan yaşında ihtiyar bir adam olup birkaç beyler, efendiler sabahları gelerek ders okurlar. Arabiyat mı, Farisiyat mı diyorlar ne diyorlar? İşte onları okurlar. Hatta hanesinin masrafını da onlar görürler. Bugün bakarsın birisi hoca efendinin yağ çömleğini getirmiş beş okka
sibir yağı alır. Yarın bir diğeri hoca efendinin kışlık kömürünü mubayaa etmiştir. Kendisinin dahi bilmem hangi kapıdan birkaç yüz kuruş aylığı var ki onu da aylık çıktıkça Saka Memiş Ağa gider alır getirir.
-Ey bu adamın çoluğu çocuğu yok mu?
-Bir karı bir koca! Bir de ihtiyar Arap cariye var. Dar-ı dünyada başka hiç kimsesi yoktur. İşte onun içindir ki Hoca Kutbettin Efendinin öyle Raşit Bey filan namında akrabası filanı olduğunu bilemiyorum.
Behçet Bey aldığı şu malumat üzerine hem yumurta tabağını ekmek içi ile silip son lokmalarını yer hem de düşünürdü.”20
Behçet Bey Fındıklı’ya iner bir kahveye girip orada Ferdane Hanım’ın yolunu gözler ve bu esnada çay, kahve,nargile,sigara içip gazete okuyarak vakit geçirir. Uzun bir bekleyişten sonra Ferdane Hanım’ın görünmesiyle Behçet Bey tekrar takibe başlar. Tramvaya binip oradan Galata’ya ve vapurla Üsküdar’a giderler. Ferdane Hanım çok güzel bir kadındır. Kocasıyla birbirlerini severek evlendikleri halde kocası kendisini çirkin bulduğundan sürekli karısının kendisini sevmediğini zannedip gereksiz kıskançlıklarda bulunur. İşte Ferdane Hanım kocasının mecnunluğundan üzüntü duydukça huzur bulmak ve içindeki sıkıntılardan kurtulmak için Fındıklı’daki Hoca Kutbettin Efendi’ye gider ve orada aldığı dinî ders ile kendisini kocasına karşı anlayışlı, sabırlı ve hoşgörülü bir insan olarak yetiştirir.
“Talat Bey’in hiç aslı faslı olmaksızın kıskançlık beliyyesi ile biçare Ferdane’ye dünyayı dar edecek yeni bir çılgınlığı üzerine Ferdane Hanım Despino ile bilmüzakere Necati Efendi’yi Göksu’ya davet etmeye karar verdi. Zira Ferdane Hanım bazı kere kocasının mecnunluğundan pek bizar oldukça Fındıklı’da hocası olan Kutbettin Efendi’ye giderek onun nesayih-i hakimane ve mürşidanesiyle bir hayli müteselli olurdu.”21
Görüldüğü üzere Fındıklı bu romanda geleneksel bir hayat tarzının, Türk kültür, inanç ve yaşayışının hakim bulunduğu bir mahalle hayatı ile karşımıza çıkmaktadır. Bu mahallede, mahalle bakkalının mahalle sakinleri ile alakalı bilgi sahibi olması , Behçet Bey’in bakkalın şüphelenmesinden çekinmesi gibi durumlar bize mahallenin kültürel değerlerini henüz koruduğunu ve geleneksel yapısında bir değişiklik olmadığını gösterir.
1.3. GALATA
Eski adı “Bizantion” olan İstanbul’da ve eski adı “Sike” olan Galata’da 11 Mayıs 330 günü İmparator Constantinus tarafından 324 yılında başlanan imar hareketinin sona ermesi sebebiyle şenlikler yapılıyordu. Bizans’a resmi olarak “Deutera Romi” (İkinci Roma) deniyordu ve kent 14 bölgeye ayrılmıştı. “Regio Sycena” adını alan Galata’da Deutera Romi adını taşıyan İstanbul kentinin 13. İdari bölgesi olmuştur. Bu dönemde regio Sycena, yabancıların daha yoğun bir biçimde yerleştikleri ve bulundukları bir mahalleydi. Konstantinoupolis’in surları içinde kalmaları sakıncalı görülen yabancılar, özellikle o çağda sık rastlanan korsan-tüccar kırması kişiler, bu bölgede barınmak zorunda bırakılıyordu.22 10. ve 11. yüzyıllarda , Bizans içinde yabancıların etkinlikleri artıyordu. Bu oluşum, Galata’yı giderek daha hareketli ve kozmopolit bir liman kenti haline getiriyordu. 1112 yılında Venediklilerin, 1142 yılında da Cenevizliler’in ticaret bölgelerini Galata’ya taşıdığı biliniyor. 1160-1173 yılları arasında Konstantinoupolis’i ve Galata’yı gezen Yahudi tüccar Bünyamin Tudela; Galata’da yaşayan halkın büyük çoğunluğunun Yahudi olduğunu yazmakta, Bizans Bilimcisi Profesör M. Vasileviç Levçenko’nun “Bizans” adlı eserinde Bünyamin Tudela’nın anlattığı ticari canlılığı şöyle yazmaktadır: “Buraya Babil’den, İran’dan, Hindistan’dan, Mısır’dan, Filistin’den, Rusya’dan, Macaristan’dan , Peçenekler ve Hazarlar ülkesinden , Lombardiya’dan ve İspanya’dan her türlü tacirler gelir. Burası, dünyanın bütün ülkelerinden tacirlerin, karayoluyla ve deniz yoluyla geldikleri , büyük bir ticaret kentidir.. bütün dünyada İslamlık’ın büyük kenti, Bağdat’tan başka onunla karşılaştırılabilecek kent yoktur. Bu kente bütün devletlerden , her yerden ve bütün ülkelerden, bütün kentlerden akıp gelen sayısız zengiklikler , bütün düşünceleri ve hayal gücünü aşar ve bütün dünyanın toplam zenginliklerinden de üstündür.”23 Cenevizliler Bizans’ın Latinler’den geri alınması sırasında Bizans’a yaptıkları yardımlardan dolayı 1267 yılında Galata’nın tümünü serbest bölge olarak , bir çeşit Ceneviz kolonisi gibi kullanmak üzere aldılar.24 Bir Ceneviz kenti haline gelen günden güne zenginleşen Galata için Cenevizliler ve Venedikliler arasında savaşlar yapıldı. Cenevizliler 1304 yılında , Galata duvarlarını genişlettiler, yükselttiler; bazı yerlerdeki evleri duvarlarla birleştirerek güçlü surlar ortaya çıkardılar. Fatih Sultan II. Mehmed tarafından İstanbul’un fethedilmesinden sonra Galata’da bulunan Cenevizliler birtakım ayrıcalıklı haklar sağlayarak Galata’yı Fatih Sultan Mehmed’e teslim ettiler ve burada ticaret hayatına devam ettiler. 1 Haziran 1453 günü , Zağanos Paşa tarafından , Fatih Sultan Mehmed’in emriyle, Galata’daki cenevizliler’e verilen “Sultan’ın Fermanı”nı Namık Kemal şöyle kaleme almıştır:
“Ben ki , büyük Sultan ve kumandan Sultan Murad’ın oğlu , yeryüzünün ve İslamlar’ın büyük hükümdarı Sultan Mehmed Han’ım; Tanrı’nın ve O’nun Peygamberi’nin ve Kur’an’ının , yüz yirmi dört bin peygamber ile büyük atalarımın ve evlatlarımın hayatına ve kuşandığım kılıca and içerim ki: Galata’nın Katolik papazları tarafından bana gönderilen Balyos Barba’nın ve Markos Franko ile tercüman Nikola Bilarobi’nin dilekleri üzerine Galata halkının, idaremde olan diğer uluslar halkları gibi adet ve hürriyetlerini serbest olarak yapmalarına izin verdim. Ve istedim ki, Galata Hisarı yıkılarak halkının bütün barınakları, dükkan, bağ, değirmen, gemi , kayıt ve ticaretlerine ve evlat ve ailelerine kimse dokunmasın. Yurdumun her köşesinde eşyalarını istedikleri gibi alıp satabilsinler. Denizde ve karada serbestçe gezebilsinler. Gümrük vermeye ve angarya işlemeye mecbur olmasınlar. Yalnız yurdumda oturan diğer Hristiyanlar gibi vergi versinler ve bu kanun ve adetler eskisi gibi süregitsin. Galata ahalisi diğer yuttaşlarım gibi korunsunlar, kilise ve dini törenlerine dokunulmasın. Fakat çan veya benzeri bir şey çalmasınlar. Kiliseleri camiye çevirilmesin, fakat yeniden de kilise yapmasınlar. Ceneviz tüccarları her arafa gidip gelmekte ve ticaretlerini yapmakta serbest olsunlar. Çocukları devşirme yoluyla alınarak Yeniçeri Ocağı’na verilmesin. Kendilerine İslam olmaları için herhangi bir zor kullanılmasın. Galata ahalisinin idaresine kendi devlet adamlarından birini tayin etmeyeceğim. Kendileri içlerinden bir ihtiyarı tüccar arasında geçecek anlaşmazlıkları çözmek için seçsinler. Evlerine Yeniçeri ve diğer kullarım konulmasın. İçlerinden birini işleri yürütmek için baş olarak seçsinler. Rahip ve papazlarına hiçbir suretle saldırılmasın. Bu bildirimizde anlattığımız şartları uyguladıkları sürece serbest olsunlar. …”25
Galata, bir yandan İstanbul’un dış dünya ile ticaretinin önemli bir bölümünü elinde tutan merkez olmakta devam ederken; bir yandan da İstanbul’un dört kadılık bölgesinden biri olmuştu. Fatih Sultan Mehmed , İstanbul’u ; Suriçi, Eyüp,Üsküdar ve Galata olarak dört kadılık bölgesine ayırmıştı. 1481 yılında, Sultan II. Bayezid tarafından, bugünkü “Galatasaray” okulunun çekirdeği olarak kabul edilen, Galata Sarayı kuruldu. O zamana kadar çiftlik olan bu alana kurulan okul, saray ve devlet hizmetleri için insan yetiştirmek amacı ile kurulmuştu. 1491 yılında Galata Mevlevihanesi kurulmuştur. Bu İstanbul’da kurulan ilk mevlevihanedir.26 1640 yılından sonra, Katolik kiliselerinin tümü Galata’da bulunup, İstanbul yakasında, hiç Katolik kilisesi kalmamıştır. XVII. Yüzyılın ikinci yarısındaki İstanbul’u inceleyen ve yazan Robert Mantran, Galata ile ilgili şöyle demektedir: “Galata, İstanbul kentinde imansızlar şehri olarak belirmekte , Türk asıllılar İstanbul merkezi semtlerinde yerleşirken yabancılar da Galata’da yoğunlaşmaktadırlar.” (Robert Mantran, 17. yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul “Kurumsal,İktisadi , Toplumsal tarih Denemesi”, Ankara :V Yayınları ,c.1, s.51.) Sık sık ortaya çıkıp, büyük zararlar veren yangınlar ; Yeniçerilerin yarattığı terör, baskı ve yağma olayları , Müslüman, Hristiyan esnafı haraca bağlamış olmaları ; arada bir büyük depremler; birkaç kez Haliç’in donması ve Galata’dan, İstanbul’a yürüyerek geçilmesi; bu dönemin sözü edilebilecek olaylarıdır. 27
1812 yılında, bir gemi ile geldiği sanılan ve Galata, Pera , Tatavla (Kurtuluş)bölgelerinde başlayan veba salgını, bütün İstanbul’a yayıldı. 1817 yılında İsveç elçiliğinden çıktığı söylenen ve “Büyük Tophane Yangını” diye adlandırılan yangın, Galata’nın büyük bir bölümünü yaktı.28 15 Haziran 1826 günü, bütün Osmanlı ülkesi gibi, Galata’yı da yoğun biçimde etkileyen bir olay oldu. “Vak’a-i Hayriye” (Hayırlı Olay) adı verilen bir dizi olay ve çatışma sonucu, Yeniçeriler ve Yeniçeri Ocağı, o gün ortadan kaldırıldı. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, Osmanlı İmparatorluğu için yeni ve aydınlık bir dönemin başlangıcıdır. Osmanlı Devleti için çok önemli olan bugün, Galata’yı ağırlıklı bir biçimde etkilemiştir. Çünkü, bu tarihten sonra, Osmanlı Devleti’nin, Batı ülkelerinden geri kalmış olduğunu açıkça söylemek mümkün olmuş ve bir “Batılılaşma” gayreti ve eylemi başlamıştır. Yanlışı ile, doğrusu ile gerçekleştirilen “Batılılaşma” eylemleri içinde; İstanbul’daki Avrupalılar’ın ve Avrupa ile ilişkili Hristiyan Osmanlılar’ın yoğun biçimde oturdukları Galata’nın yıldızı, gene parlamaya başlamıştır.29 1831 yılında galata’nın bir bölümü ve Galata Kulesi yandı. Aynı yıl bölgede ve İstanbul’da ilk kolera salgını çıktı.1837 yılında veba salgını başlamıştır. 1838 yılında yeniden kolera salgını çıkar.30 Galata ve Beyoğlu değişik zamanlarda yeniden kolera salgını, yangın gibi olaylar yaşar. Tanzimat ile gelen yenilik hareketleri arasında Galata ve Pera’da ilk tiyatro binalarını kurmak ve burada Avrupa’nın önemli kentlerindekilerle boy ölçüşebilecek düzeyde tiyatro ve operaların oynanması da vardır. Şemsettin Kutlu’nun “Gustave Flaubert’in ‘Gezi Notları’ndan Alıntı” Bu Şehr-i İstanbul ki (İstanbul üzerine anılar, gözlemler, izlenimler, sohbetler) adlı kitabında belirttiğine göre Gustave Flaubert, 1850 yılında Galata’yı şu şekilde anlatır:
“Galata sokakları yaşayış, hareket, davranış, insanlar ve insanların kılıkları
bakımından birbirinden çok değişik görüntülerle dolu. Işıklar sönük , yollar pis.
Arka avlulara bakan pencerelerden kulakları tırmalayan keman ve gitar sesleri
geliyor. Pencerelerde ve kapı eşiklerinde, Avrupalılar gibi giyinmiş , saç biçimleri eski Yunanlılar’ınkine benzeyen kirli suratlı fahişeler boy gösteriyor.”31
1860 yılında Galata’nın tarihi surları yıkılmaya başlanır ve bu yıkım 1864 yılında biter. Osmanlı Devleti içerisinde yeniçerilerin ayaklanması, Osmanlı Sultanlarının tahttan düşürülmesi gibi olaylar görülür. bu dönemde Jön Türkler’i destekleyen İngiliz Donanması, Çanakkale Boğazı önünde bekliyordu. Osmanlı Devleti içinde yaşayan İngilizler’in merkezlerinden biri de Pera’dır. 1878 Osmanlı – Rus savaşında İngilizler yardım için İstanbul’a gelirler. İngilizler’in İstanbul’a gelmesi sebebiyle Galata ve Pera’da bulunan, genelev ve benzeri yerlerin , daha temiz ve düzenli bulundurulması gereksinimini doğurdu. Galata ve Pera’da fuhuşun her zaman bulunmakla birlikte, 1856-1858 yılları arasında ilk yasal genelevleri açılır.32 Beyoğlu içerisinde Galata semti, batılı yaşayışın izlerinin en çok görüldüğü, azınlıklardan, ecnebilerden, Osmanlı Türklerinden oluşan bir kozmopolit yapısı olduğu, bu sebeple birçok kültürün, yaşayışın, lisanın , inancın bir arada bulunduğu ve zaman zaman bu kültürler arasında etkileşimler, çatışmalar doğarak ; bunun da Galata'daki günlük hayatı etkilediği ve oluşturduğu görülmüştür. Galata semti birçok romanda değişik hususlarda karşımıza çıkmaktadır. Galata, günlük hayatı içerisindeki çeşitli hususiyetleri ile aşağıdaki şekilde
değerlendirilmiştir.
1.3.1. EĞLENCELERİ
Galata çeşitli eğlence mekanları sebebiyle her milletten kahramanın gittiği, vakit geçirdiği, eğlendiği mekan olarak karşımıza çıkar. Ahmet Mithat Efendi’nin Acayib-i Alem adlı romanının kahramanlarından Hicabi Efendi, Almanca’yı daha iyi öğrenip Alman kütüphanelerinde yeterli araştırma yapmak ister. Almancayı geliştirmek ve daha kolay öğrenmek için Almanların sürekli olarak gittikleri Galata ve Beyoğlu birahanelerine gitmeye başlar ve burada hem Almancasını geliştirir hem de bira içmeye başlar.
“Vakıa Hicabi Efendi artık tahsil zamanını geçirmiş ve yaşı otuza yaklaşmış ise de bu misillü erbab-ı gayret için hiçbir veçhile zaman-ı tahsil güzeran eylemiş sayılamayacağından Viyanalı bir tabibi kendisine muallim
tayin ederek Alman lisanını tahsile başladı. Bir lisanı kolayca öğrenmek- için şart-ı azam o lisan ehlinin içinde yuvarlanmak olduğu cihetle Hicabi Bey dahi artık ,Galata ve Beyoğlu'nun birahanelerine devama başladı. Ehl-i işretten değil idiyse de gaz limonatasından başladığı rağbeti yavaş yavaş bira derecesine kadar vardı.”33
Ahmet Mithat Efendi’nin Dürdane Hanım adlı romanında Galata’nın bir eğlence mekanı olarak tasviri yapılmış ve tarihi süreci içerisinde bir eğlence mekanı olarak Galata’nın geçirdiği değişim, değişmeyen tarafları , Galata Meyhaneleri’nin çeşitli özellikleri anlatılmıştır. Galata’da bulunan çeşitli dinden ve ırktan insanların yaşayış yönüyle Avrupalılar’a benzer oldukları için burada da Pazar günü genel tatil olduğu ve bu yüzden insanların eğlenmek için Cumartesi gününü tercih ettikleri belirtilir. Galata her zaman yetmiş iki milletin binbir renkli bayraklarıyla donanmış olduğu için ve karnavalları, Amerika Tiyatrosu, her meyhane önünde bulunan laterna denilen sandık çalgısı gibi eğlenceleri hiç bitmediği için, insanların ilgisinin de sürekli olması sebebiyle Galata’nın hep bir şenlik içinde ve bayram halinde olduğu anlatılır. Burada çeşitli milletten insanlar bulunduğu gibi tulumbacılar, sırık hamalları, Rum sandalcıları, yankesiciler gibi çeşitli işleri yapan insanlar da biraradadır. Bu insanların hepsinin de içtikleri vakit kendilerini kaybettikleri bu yüzden eskiden de görüldüğü gibi yine tehlike oluşturacak durumlar görülebileceği anlatılmaktadır.
“Vakıa mevsim karnaval mevsimi olmayıp sonbaharın ilk ayı olan eylül içinde bulunuluyorduysa da Galata’nın karnavala filana ihtiyacı var mıdır? Karnavalda da, perhiz-i kebirde de, ilkbaharda, sonbaharda Amerika tiyatrosu vesair bu misil1ü eğlence mahalleri yetmiş iki milletin bin renkli bayraklarıyla donanmış bulunarak hele tatil zamanlarında her meyhanenin önünde "laterna"
denilen birer sandık çalgısı bulunması Galata'yı ebedî bir bayram haline koyar.
-Sarhoşluk! Bu malum a?! Sarhoşluk, arabacılığa benzemez, derler. Halbuki hiç bir şeye benzemez. Bir hafta müddet Şirket-i Hayriyye vapuruna kömür vermekle kömürden bir adam olmak derecelerini bulmuş olan Muşlu bir Ermeni'ye bu akşam meyhanede bakınız ki oporta yere bir iskemle koyup üzerine
oturmuş ve etrafına üç tane laterna alarak bunların üçü birden başka havalar çaldıkları cihetle havardan beter bir gürültü husule getirmelerine mukabil kendisi dahi naraları attıkça muzıkaların sedasına galebeyle etrafı güm güm gümletmekte bulunmuştur.”34
Galata’nın babayiğitlerinden ve Galata’ya devam eden kişiler olarak karşımıza çıkan Acem Ali ve Çerkes* Sohbet vardır. Birgün Çerkes Sohbet meyhanede Rum Papazoğlu ile karşılaşır, sohbet etmeye başlarlar, bira içerler. Papazoğlu bir yankesicidir, Çerkes Sohbet ise sandalcıdır. Sohbet esnasında Papazoğlu, Acem Ali’nin parasını çalmak istediğini anlatır. Fakat duyduklarından sonra vazgeçer.
“Papazoğlu Andonaki diye itibarlı bir sarraf olurdum. Fakat bundan sonra aklımı başıma alacağım Sohbet! Hele bu akşam beklediğim herifi bir güzelce kesimine getirirsem yarın sen beni görürsün.
-Kimi bekliyorsun bakalım?
-Bir bira ısmarlamazsan söylemem.Ismarlarsan adeta seni de ortak Çerkes Sohbet meyhaneciye bir bira daha ısmarlamakla beraber pazularını Papazoğlu'na göstererek dedi ki:
-Allah bu pazuları bana yankesicilik etsin diye vermedi.
-Ya mavna küreği çekerek avuçları patlasın diye mi verdi?
-Ne yapayım? Sanatım bulunmuş!
-Öyle kaba sanatlar bir işe yaramazlar dostum. İnce sanatlara bakmalı, ince sanatlara! Hem artık kırk yıllık Çerkes Sohbet şimdi bize kendisini ırz ehli diye satamaz ya?”35
Yine Ahmet Mithat Efendi’nin Dürdane Hanım adlı eserinde Çerkes Sohbet ve Acem Ali, eğlenmek için Galata’da bir otele gidip, orada vakit geçirirler. Birkaç kadınla yiyip içerler ; Çerkes Sohbet’in Acem Ali’ye güzel bir kadın seçmesini teklif etmesi üzerine , Acem Ali Galata ve Beyoğlu kadınlarından iğrendiğini belirtip şarap içer, sabaha doğru da yatarlar.
“Bunlar hizmetteyken bir aralık Acem Ali Bey, sandalcı yalnız kalmakla, Ali demişti ki:
-Nasıl arkadaş? Bu kızlardan hangisini beğendin?
-Ben mi?
-Ya kim olacak? Artık bu geceyi bekar geçirmek olamaz ya?
-Eğer benim için düşünüyorsan, hiç düşünme! Kendin içinse, hiç ummam ki senin gibi bir bey böyle murdar karılara tenezzül etsin.”36
Karnaval eğlencelerinin mekanı olarak kabul edilen Galata’nın karnaval zamanında çeşitli şekillerde süslendiği görülmektedir.
“Karnaval geldi. O bezm-i nuşanuş tezyin olundu. Hem de ne suretle zinetlenmiş! Öyle yalnız bir oda içinde dört kadeh ve bir şişe ile birkaç tabak mezeden ibaret bir hazırlık değil! Bütün Beyoğlu ve Galata yekpare bir safahane kesilmiş. Balo verecek olan salonların önlerinde rengarenk bayraklar temevvüc
ediyor ki dünya yüzünde bayrağı olan ne kadar milletler varsa kaffesinin elvan-ı milliyesini buralarda görebilirsiniz. Yalnız bayraklar mı? Şimşir, defne, taflan gibi her zaman zümürrüd-asa yeşil bulunan dallar ile balohanelerin içleri dışları dolatılmış. Geceleri rengarenk fenerler de asılıyor. Kapılarının önünde kapı kadar yaldızlı levhalar o gece orada bir büyük ve umumi balo verileceğini ve maskeli olsun ve maskesiz olsun gelinebileceğini vesaireyi vesaireyi aleme ilan ediyor.”37
Ahmet Mithat Efendi’nin Vah adlı romanında da Galata ve Beyoğlu taraflarında, Almanların bulundukları birahanelere Osmanlı beylerinin, efendilerinin rağbetinin fevkalade olduğu; fakat zamanla bu rağbetin azaldığı, birahanede şapkalılardan çok feslilerin bulunduğu anlatılır. Galata’da Voyvoda civarında on beş numaralı Fugel Birahanesi’nin Osmanlıların en ziyade rağbet yeri olduğu belirtilip orada hizmet eden Alman kadınlarının Türkçe öğrenmeye mecbur olup bayağı Türkçe konuştukları ifade edilir. Bu birahanelerin bir başka özelliğinin de burada her nevi gazetelerin bulunduğu, Avrupa’nın her tarafından gelen musavver gazetelerin ise lisan aşina olmayan Osmanlıların tek lezzetleri olduğu anlatılır. Ayrıca burada Almanların çavdar ekmeği ile gravyera peynirine büyük ilgi duyulduğu ve kimilerinin bunları yemek için Fugel birahanesine geldikleri anlatılır. Roman kahramanlarından Behçet Bey’in de bu birahaneye resimli gazeteleri görmek için gittiği, arkadaşı Necati Efendi ise çavdar ekmeği ile gravyera peyniri yediği, iki arkadaşın birlikte sohbet ettikleri anlatılır.
“Bu misillü matbuat-ı nefiseye rağbet hususunda bizim Behçet Beyefendi sairlerinden aşağı kalmadığı gibi feylosof Necati dahi bir aralık Almanların çavdar ekmeği ile gravyera peynirine taaşşuk ederecesinde rağbet pey da eylemiş olduğundan iki arkadaş aralıkta bir kere Fogel Birahanesi'nde buluşurlardı. Despino'nun son mülakatı vukuundan hemen bir hafta sonra bir çarşamba günü Behçet Bey yeni gelmiş olan resimli gazeteleri görmek için birahaneye girdiği zaman Necati Efendiyi gördü ki önünde bir küme teşkil etmiş olan çavdar ekmeği dilimlerini birer birer yakalayarak el kadar gravyera peyniri dilimleriyle la-yenkatı' ağzına götürür ve çenelerini ağrıtmacasına bir sür’at ile çiğneyip yerdi.”38
Ahmet Rasim’in eski İstanbul’un içki, zevk ve eğlence alemlerini anlattığı Fuhş-i Atik adlı eserinde de Darüşşafaka’da bir mektepten kaçan ve Galata’ya giden bir öğrencinin Galata’ya gitmesinden dolayı bir suç işlediği ve cezalandırılması anlatılır. Burada ayrıca Galata’daki eğlence alemleri ile alakalı bilgi de verilir.
“Evden çıktım, çıkmadım,ağabeyim yetişti. Bana:
-Gel seni biraz gezdireyim!
Dedi. Ağır ağır köprübaşına indik. Baktım ki Galata tarafına geçeceğiz…
dedim ki:
-Ağabey, Galata bize yasaktır! Aldırmadı.
-Tramvaya biner geçeriz…
-Olur!
….
Ağabeyim merdivenleri telaşla çıktı. Ben de çıktım. Sofada bizi bir kadın daha karşıladı. Görseniz ne kaşlar, ne gözler!.. Rastıklı, sürmeli!.. o kadar güzel ki…
- Çok mu?
-Çok ne demek?
Anladım.O şarkı tevekkeli yapılmamış!..
-Kadını görmeliydiniz.. Ağabeyime neler söylüyordu! Dili biraz kaba ama laf söylüyordu.
-Ne diyordu?
Taklide özenerek:
-Ah!.. Salah… Sen beni yakdiiin!..
Bütün sınıf arkadaşları kahkahaları salıverdik. Hepimizin ağzından birer :
-Sen yakdiiin!.. fırladı.
…
-Üç bıyıklı? Bıyığının biri de yanağındaki ben’in üzerinden büyümüş… bardakları önümüze koydu… ağabeyim dedi ki… Bunun zararı yoktur , arpa suyudur , iç!.. beyaz köpüklü sarışın bir su!..
-İçtin mi?
-İçtim… ağzımı buruşturdu. Bir de uzun uzun kesilmiş peynir vardı…
Daha ağzıma almadan elimden attım… Fena fena kokuyordu. Aman Allah!
Ağabeyimle o kadın gülsünler, bir gülsünler!.. şaşırdım kaldım. Utandım.
…
Kendi kendime:
-Galata bu güzeli çoktur!..
-İşte o en güzelibenim boynuma sarılıp da iki yanağımdan öpmesin mi?
Yine hepimiz büyük bir hayretle:
-Ya!..
-Ya!.. Yerin dibine geçecektim. Bir ağabeyimin yüzüne baktım, bir de önceki kadının!.. bir kahkaha çığlığı daha koptu… Terledim, sıkıldım,fena oldum!.. Çünkü iş, namusuma dokunur gibi oldu. Ağabeyim oralarda değil… Elini kadının beline atmış, hiç durmadan arpa suyu içiyor… Öteki kadınlarda el
çırpa çırpa bir şarkı, bir şarkı… Hem de Rumca!..
“Sevdim seni… Ah!. , nasepo Eleni Mazi mazi matis kaymeni”
-Bir şarkı daha!...”39
1.3.2. KONAK YAŞANTISI
Galata; meyhaneleri, tiyatroları, eğlence yerleri kadar konak içerisindeki yaşantısıyla da dikkat çekmektedir. Galata’nın dış mekandaki halinin içe yansıması konakta görülmektedir. Buna göre; Galata’da yaşayan kişiler , ya Avrupa yaşayışına meraklı , Batı özentisi içerisindeki Osmanlı Türkleri , yahut da Avrupa yaşayışına ve eğlencesine alışmış olan azınlık ya da ecnebilerden oluşmaktadır. Ahmet Mithad Efendi’nin Hüseyin Fellah adlı romanının kişilerinden olan Hurşid Bey’in Galata’da bir konağı vardır ve kendisi ile beraber bu konakta bir zevcesi, iki cariyesi ve uşakları yaşamaktadırlar. Hurşid Bey sağlıklı olduğu zamanlarda konak eğlencelerine önem vermiş, konakta kadınlarla işret meclisi oluşturup sefahate dalmıştır. Öyle ki bu sefahat zamanlarında kadınlar hilelerle, oyunlarla onu kandırıp onun mallarını kendi üzerlerine almışlardır. Hurşid Bey saldırıya uğrayıp sağlığını kaybettiği vakit kadınlar ona kötü muameleye başlayıp, o bir odada inlerken kadınlar diğer dairede çengiler ile vur patlasın çal oynasın eğlenceleri yapıp Hurşid Bey’e yüz çevirmişlerdir.
“Acayip! Daire, debdebe, konak, mal ve menal Hurşid'in değil mi? Karıların hepsini kapıdan dışarı itsin de yerlerine istediğini getirsin. Evet, böyle olsa pek güzel birşey olurdu. Hatta bunun hasretini Hurşid dahi çekerdi. Ancak artık iş işten geçmişti. Çünkü herif esir-i firaş iken karılar kendisinin iade-i hayat edeceğine inanamayarak ve her biri kendi başının çaresini aramak kaydına düşerek Hurşid'in hazinelerine müstevli olmuşlardı. Binaenaleyh Hurşid aklını başına aldığı zaman konağın zimamı idaresini eline almak için aradı ise de bulamadı. Bilakis kendi zimam-ı hürriyet ve ihtiyarını karıların eline teslim ederek mal kendinin iken onların bir lokma ekmeğine kendisini muhtaç görmeğe başladı.”40
Hurşid Bey’in aldığı yaradan dolayı hızlı iyileşebilmesi için konağa İtalyan bir doktor getirilir.
“Sefaretler maiyyetinde bulunup kendinin dahi dostu olan bir İtalyan tabip yara içine şırıngalar ile bir takım edviye fışkırtarak herifi tedaviye başlamakla iki ay zarfında iyi edebildi.”41
Konakta alafranga yaşayışın bir göstergesi olarak bulunan uşaklar da Hurşid Bey’in saldırıya uğradığı esnada korkudan ne yapacaklarını bilemezler.
“Ömer'in davranıp fırlamasıyla çil yavrusu gibi dağılmış olan uşaklar kalplerinden "Ulan az kaldı ki herif bizi de yiyecekti be! Beş on para aylık için uşaklık ettiğimiz halde bir de üstüne kellemizi verirsek ... " diye canlarını kurtardıklarına teşekküren geldiler, efendilerini kendi kanı içinde yüzer buldular. Katil kaçtı. Ortalık eminleşti ya! Artık uşakların hepsi fedakar! Kimisi cerraha, kimisi kolluğa koşup, kolluğa koşanların hiç bir faydası olmadıysa da cerraha koşanlar elleri titrer bir ihtiyar herif bulup getirdiler.”42
Buradan anlaşılacağı üzere Galata’da konak hayatı; entrikaları, eğlenceleri, her bakımdan Batı özentisi bir alafranga yaşayış ile karşımıza çıkmaktadır. Tanzimat ile gerçekleşen yenileşme hareketleri ile zaten rahat bir hayatı olan Galata bu rahatlığı konak içerisinde de sürdürmüştür. Batı yeniliklerinin bir medeniyet olarak kabul edilmesiyle, medeniyetlerin şekillenmesi adına Beyoğlu semtlerinden Galata, Doğu kültürü ile yetişmiş kişiler için de merak uyandıran bir yer olarak konak yapısında ve yaşantısında Batı yeniliklerinin izlerini taşır. Osmanlı Dönemi İstanbul’unda “Süflî (tek kat), fevkanî ( iki kat) ve mükellef (geniş, büyük)” olarak üç ev tipinden söz edilir.43 Bu evleri kabaca orta halli mahalle evleri ile konak/ yalı ve köşkler olarak ikiye de ayırabiliriz. 19. yüzyılda bunlara Galata ve Pera gibi yabancı kökenlilerin barındığı bölgede “çok katlı ve pratik yaşama uygun dar ve kısıtlı alana sığdırılmış” ve daha sonra aprtmanlaşmaya dönüşecek yapılar da eklenir.44
1.3.3 KÜLTÜREL FAALİYETLER
Galata semtinde Avrupaî bir yaşayışın hüküm sürdüğünü, insanların eğlence alemlerine takıldığını belirtmiştik. Kültürel faaliyet olarak ise karşımıza çıkacak birkaç husus vardır. Bunlardan birisi Galata’da belli başlı yerlerde Avrupa gazetelerinin bulunmasıdır. Bu konu ile alakalı olarak Ahmet Mithad Efendi’nin Vah adlı romanından Galata’da bulunan Fugel Birahanesinde Avrupa’nın her tarafından gelen resimli gazetelerin bulunduğunu öğreniyoruz.
“Birahanelerde her nevi gazeteler bulunup Avrupa'nın her tarafından. gelen musavver gazeteler ise lisan-aşina olmayan Osmanlıların yegane sermaye-i telezzüzleriydi.”45
Bir diğer romanda da Galata’da neşrolunan bir Fransızca gazete olduğunu öğreniyoruz.
“Hezarfen Mustafa'nın beşinci mektubu henüz İstanbul mahafilinde tesirat-ı lazımesini gösterecek kadar zaman mürur etmeksizin, yani ... gazetesinde neşrolunduktan iki gün sonra, Galata'da tab ve neşrolunan Fransızca bir gazetede diğer bir bent neşrolundu ki enzar-ı ehemmiyyeti ceIp hususunda bu bentte görülen tesir şimdiye kadar hiçbir şeyde görülmüş olmadığını cihan teslim eyledi.”46
1880 yıllarında İstanbul’a gelen ve birçok Osmanlı ileri geleninin çocuğuna öğretmenlik yapan Bertrand Bareilles de “İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri” adlı kitabında Doğu’nun gördüğü ilk gazetenin galata’da çıktığını belirtir.
“Kayda değer bir diğer olay, Doğu’nun gördüğü ilk gazetenin Galata’da çıkmasıdır. Yayıncı Bay Blacque adında bir Fransızdı ve daha önce 1825’te İzmir’de Le Spectateur d’Orient (Doğu’nun Seyircisi) adlı gazeteyi kurmuş , bu gazete kısa bir süre sonra Courrier de Smyrne (İzmir Kuryesi) adını almıştı. İsyan
eden Rumlara karşı Türkiye’nin çıkarlarını ateşli bir şekilde savunduğu yayınlarla büyük başarı kazanmıştı. Bu İzmir gazetesinin o sırada Türk dostluğu konusunda oldukça yalnız kalması, Sultan II. Mahmud’un gözündeki değerini de artırıyordu. Lord Byron, Chateaubriand ve Victor Hugo’nun romantizmlerinin Türk davasının hiç de lehinde olmadığını biliyoruz. Blacque’ı İstanbul’a çağırtan padişah, ona ilk resmi gazeteyi yayınlama görevini verdi; gazete önce Moniteur Otoman başlığıyla Fransızca olarak çıktı (1831) ; sonraları Fransızca bölümün çevirisinden ibaret bir de Türkçe yaprak eklendi.”47
Bir başka husus ise Galata’da eğlence etkinlikleri arasında tiyatronun da bulunmasıdır. Bu konuda ise ; Ahmet Mithad Efendi’nin Dürdane Hanım adlı romanından hareketle Galata’da Amerika Tiyatrosu bulunduğunu görüyoruz. Tabi insanların bunu bir eğlence mekanı olarak gördüklerini de belirtmeliyiz.
“Karnavalda da, perhiz-i kebirde de, ilkbaharda, sonbaharda Amerika tiyatrosu vesair bu misillü eğlence mahalleri yetmiş iki milletin bin renkli bayraklarıyla donanmış bulunarak hele tatil zamanlarında her meyhanenin önünde "laterna" denilen birer sandık çalgısı bulunması Galata'yı ebedi bir bayram haline koyar.”48
Ahmet Rasim Fuhş-i Atik adlı eserinde Galata eğlencelerinin çok çekici gelmeye başladığını söyleyip özellikle tiyatrolardan bahsetmektedir.
“Galata bana çok çekici gelmeye başlamıştı. Hemen her Cuma,her Pazar “Amerika” veya aynı hizada biraz ötede bulunan “Avrupa” tiyatrosuna gidiyordum. Bununla beraber ayağımın bir tarafını İstanbul tarafından çekmemiştim.”49
Yine bu eserde tiyatroda sergilenen oyunlar hakkında da bilgi sahibi olabiliyoruz.
“Bu seyir yerlerinde açılan birinci perdeler çoğunluk soğuk, pandomima usulünde bir komediden veya o zamanın en meşhur komiklerinden olan Paskal Andon, Corci, Tiran rolünde ustalığı etrafı tutmuş Todori gibi Rum şivesiyle bozuk Türkçe konuşan tuhafların oynayıp adına tuluat denildiği halde ne olduğu belirsiz, hatta Ortaoyununun sahneye çıkarılmış kaba bir taslağından ibaret saçma sapan söz döküntüleriydi. Fakat her nedense yine bize hoş gelirdi.”50
Kültürel faaliyet diyebileceğimiz bir diğer husus da bazı kahramanların kendilerini lisan konusunda geliştirmek, edebiyat ve tiyatro ile alakalı eserleri incelemek ve kimya,tarih, hukuk konularında bilgilendirmek maksadıyla Galata’da yaşayan yakın dostlarına gitmeleridir. Bu konuda ise Ahmet Midhat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi romanı bize yardımcı olacaktır.
“Sabahleyin Süleymaniye'ye medreseye gidip saat dörtte oradan çıktıktan sonra kaleme, bade, kalemde aldığı Fransızca dersini takviye ile beraber bu esnada bir kat daha ileriye gitmek için Galata'da bir hekime giderek akşam saat birde hanesine gelen ve bade't-taam Kazancılar mahallesinden Beyoğlu’na çıkıp yine Hariciye Kalemi'nde refiki bulunan bir Ermeni’ye Türkçe okutmak ve bu hizmete mukabil onun birçok Fransızca kitaplarını karıştırmak ile vakit geçiren bir çocuğa paranın ne lüzumu kalır? Hatta cumaları bile Rakım salifü'z-zikr Ermeni refikinin kütüphanesinden çıkmazdı.”51
1.3.4. SUÇ VE TEHLİKELER
Galata gibi Avrupaî yaşayışın hakim olduğu, kültürel yozlaşmanın görüldüğü, kozmopolit bir yapıya sahip olan semtlerde ahlâk bozukluklarının , aldatmaca, düzenbazlık, hırsızlık, cinayet gibi suçların ve tehlikeli durumların olabileceğini görüyoruz. Ahmet Midhat Efendi’nin Hüseyin Fellah romanında, Halatçı Ömer adındaki kahraman kendisine oynanan bir oyun sonucu, Galata Kadısının da bu oyuna alet olmasıyla Galata’da bir gemide kürek mahkumu olarak cezalandırılır. Bir yolunu bulup buradan kaçtığında da kendisine ve sevdiklerine oyun oynayan Hurşid Bey’den intikam almak için onun Galata’daki konağına bir Cezayir dayısı kılığında giderek onu bir daha sağlığına kavuşamayacağı şekilde ağır yaralar ve firar eder.
“İki uşak gelip perdeyi açtılar ve gösterdikleri bir tavr-ı mahsus ile "Buyurunuz" demek istediklerini misafire anlattılar. Ömer dahi başındaki koca Cezayir sarığını kaşları üzerine kadar indirerek uşakların önüne düştü. Giderken dahi layenkatı' kuşakları arasını karıştırırdı. Tamam konak sahibinin odasına vardıkta sanki kendisinin bendegan-ı kadıminden imiş gibi etek öpmeğe müsaraat eyledi. Ne dersiniz? Sonradan görme olan Hurşid Beyefendi kemali kibir ve azametinden naşi asla çekinmeyip ve eteğini takbile davranmış olan zatı nazikane menetmek de istemeyip adeta layıklı bir suretle öpmesi için yayılıp yaslanmasın mı? Halbuki bu yaslanış gelen zatın kendi eteğini daha layıklı bir suretle öpmesi için olmadı. Belki kuşakları arasından çıkardığı uzunca bir bıçağı kasıkları hizasından yukarıya ciğerlerine doğru daha layıklı bir suretle yerleştirmesi için oldu!”52
Ahmet Midhat Efendi’nin Dürdane Hanım adlı eserinden, eğlence hayatının merkezi konumunda olan Galata’da , meyhanede sarhoş olan kişilerin kendilerini kaybederek bir anda çıkan kavgalar ile birbirlerini yaraladıklarını ve suçlunun meyhaneden o anda kaçtığını, Galata caddelerinde serbestçe gezindiğini öğreniyoruz. Bu sebepten Galata Caddesi tramvay ile geçmek için dahi tehlikeli kabul ediliyor. Galata Caddesinde yankesicilerin ve insan kanı akıtmaya meraklı canilerin bulunduğuna dikkat çekiliyor. Özellikle cadde üzerinde jandarmalar bulunduğu; fakat sokak aralarında her türlü tehlikeyle karşılaşılabileceği anlatılır.
“Fakat büyük caddenin sağında ve solunda olan sokaklardan içerilere girmek isterseniz işte o zaman hiç teminat verilemez. Zira büyük cadde üzerinde jandarmaların parıl parıl parlayan gözleri erbab-ı şekavetin gözlerine çarptıkça gözleri kamaşmaktaysa da iç sokaklarda ve bilhassa bunların gözlerini rakı buharı
yahut kan bürümüş olduğu zaman dostu da düşman diye telakki edecekleri ve hele bitaraf olan marrin ve abirini hiç tanıyamayacakları derkardır. Zaten şimdiki halde asıl hırsız, asıl yankesici, asıl batakçı, asıl kanlı ve katil olanlar zaptiyenin gözü kolay kolay görebilecek yerlerde o kadar çokluk barınamayarak
en ücra ve tenha yerleri kollaştırırlar.”53
Dürdane Hanım romanındaki kahraman Rum Papazoğlu, hayatını Galata’da yankesicilik yaparak sürdüren bir kişi olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Meğer Galata’da bizim sarı herife benzer bir adam daha varmış. Buysa kıranta bir Rum idi ki kalıbı kıyafeti hırsızhkta ve yankesicilikte artık pir olmuş bulunduğunu yek nazarda hükmettirirdi. Zaten bu vakit Galata’da bir azm-i mahsusu olan yankesiciden başka kim ayık bulunabilir?”54
Dürdane Hanım adlı romanda, Galata hayatı ve tehlikeleri anlatılırken Galata ve Beyoğlu kıyaslaması yapılarak Beyoğlu’nun eğlence mekanlarındaki en murdar ve tehlikeli yerlerin Galata’da muteber yerler olduklarını görüyoruz. Yine Galata’da bir tehlikeyle karşılaşmanın yüzde doksan dokuz iken bunun Beyoğlu’nda yüzde bir ihtimal olduğu belirtilir.
“Ne hacet? Geçenlerde Galata’da bir harik zuhur ederek harikten sonra arsası kazılırken beş altı insan kemikleri zuhur etmiş ve bunlar harikte helak olan adamlar olmayıp ondan evvel kârları itmam olunarak mağazalar içine defnedildikleri dahi tahakkuk eylemişti. Bu misillü tehlikeler Beyoğlu’nda yüzde bir muhtemel ise de Galata’da yüzde doksan dokuz muhtemeldir.”55
1.3.5. GİYİM KUŞAM
Galata birçok eğlencelerin mekanı bir semt olarak dikkat çekmektedir. Özellikle balo ve karnavallar sebebiyle, Avrupalı gibi yaşamak, Avrupalı gibi giyinmek düşüncesinin hakim olması ve nüfusu içerisinde ecnebi ve azınlıkların ağırlıkta olması sebebiyle giyim kuşamda Türk geleneğine göre büyük farklılıklar göze çarpmaktadır. Ahmet Midhat Efendi’nin Karnaval adlı romanında anlatılan balo eğlencesine yapılan hazırlık için kıyafetin Galata’dan alınması uygun görülür.
“Binaenaleyh Victor Hague da öyle ise sen yalnız Sofi’nin gece baloya gitmek için giyeceği dominoyu Galata’dan isticar et. Getir kendisine ver. Başka hiçbir şeyi düşünme! Hiçbir şeyi karıştırma! Yalnız benim işaretime bakmalı.”56
Yine Karnaval adlı eserde balo hazırlıkları için mağazalarda satılan kıyafetler anlatılmaktadır. Bu kıyafetler kadınların tanınmaması için göz ve burnu kapatan; fakat ağız, yanak, çene ve gerdanı açıkta bırakan bir nikapla birlikte satılır.
“Bundan maada her tütüncü dükkanında , her fes kalıpçılarında , hasılı uzaktan yakından münasebeti olan yerlerde bahusus hiç münasebeti olmayan mağazalarda dahi türlü türlü kıyafetler görürsünüz. Vahşilerden alın da medenilerin en resmi, en müzeyyen kisvelerine kadar takım takım rubalar dükkanlar önüne asılıp baş taraflarına da birer nikap takılmıştır ki bir acemi adam bunları ilk defa olarak görecek olsa ve hele dükkanlar önüne adamlar asılıp idam olunmuş zanneder.”57
Ahmet Midhat Efendi’nin Hayret adlı romanında ise; temiz ve şık giyimli kimi kişilerin namuslu olabileceğini düşünmekle yanılabileciğimiz anlatılır.
“Üstü başı temiz bir adamın namuslu olması zaruriyattan değildir. Beyoğlu, Galata gibi yerlerde mükemmel şapkalı, eldivenli , gözlüklü hırsızlar görülmüştür ki sirkat maksadıyla cerh ve katil derecesinde cinayatın bile mürtekibidirler.”58
Tanzimattan sonra değişen hayat içerisinde giyim kuşamda şekil değiştirmiş, sadece ecnebi veya azınlıklar değil, Osmanlı Türkler’i de kılık kıyafet yönüyle batı yaşayışına ayak uydurma çabasına girmiştir. Batı kültürünü yansıtan mağazalar yenilik meraklılarının odak noktası olmuştur.
1.3.6. GÜZERGAH
1845 yılında, Haliç’in üzerine ikinci köprü olarak, ilk Karaköy Köprüsü yapıldı. Galata, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul kuşatması sırasında, fıçıları birbirine bağlayarak yaptırdığı köprüden sonra yeniden Eminönü’ne bağlanmıştı. 1863 yılında ise, eskiyen birinci köprü yerine, Galata’yı Eminönü’ne bağlayan ikinci köprü yapıldı.59 Bu köprü sebebiyle Galata birçok kişinin ulaşım sebebiyle veya iş sebebiyle kullandığı bir mekandır. Bazı romanlarda Galata semti kahramanların çeşitli sebeplerden dolayı uğrayıp geçtikleri veya iş için gittikleri bir mekan olarak karşımıza çıkmaktadır. Ahmet Midhat Efendi’nin Bahtiyarlık adlı romanında Senai Bey, Madam Terniye ile Taksim’de görüştükten sonra dönüşte ona Galata Köprüsüne kadar eşlik eder.
“Akşam saat on buçuğa gelmiş olduğundan Madam Terniye avdet etmek istedi. Senai kendisini Galata Köprüsü başına kadar teşyi arzusunda bulundu.”60
Ahmet Midhat Efendi’nin Esrar-ı Cinâyât adlı eserinin kahramanlarından Hezârfen Mustafa, kendisine oyun oynayan Halil Suri ve Peri’yi bulmak için Büyükada’ya gider ve bunun için Galata’dan geçer. Bir arkadaşını gördüğü için onunla vakit kaybetmek istemez, Galata’da Mevlevihaneye kısa bir süre uğrayıp çıkar.
“Ben Mevlevihane yanında kendisinden ayrılıp o gün ayin günü olmakla
dergâh-ı şerife girdim.
…
Mevlevihane’ye girer girmez yine çıktım.”61
Müşahedat adlı romanda Ahmet Midhat Efendi Beykoz’dan matbaasına gitmek için Galata yolunu kullanır , oradan geçer.
“O gün benim Beykoz’dan inmekliğim lazım gelen bir gün olmak hasebiyle, sabahleyin o kadar erken matbaada bulunamamışım. Refet bunu haber alınca Köprü’ye gidip Anadolu sahilinden gelecek vapuru beklemiş.”62
Bertrand Bareilles’in İstanbul’un Frenk Ve Levanten Mahalleleri adlı kitabında da insanların gerek iş için gerekse değişik sebeplerle Galata’ya gittikleri, anlatılıyor.
“İstanbul’da tüketim mallarının satımı için öngörülmüş özel bir yer bulunmadığından, sırtlarında küfe ve ellerinde tartıyla bütün şehri dolaşan satıcılar akşamları alışverişin yoğun olduğu sokakların iki yanına , kaldırımlara sıralanrlar. Her küfenin içine bir mum iliştirilmiştir ve herkes evine dönmeden önce meyvasını, sebzesini alır. Pera’nın yarısı her sabah iş için Galata’ya iner. Bir Levanten hanıma kocasının ne iş yaptığını sorsanız , onda dokuzu, “Galata’ya gidyor.” yanıtını verir. galata’ya gitmek insana belli bir toplumsal konum kazandırır, borsada oynadığını, simsarlık yaparak ve çeşitli mali işlemler gerçekleştirerek geçindiğini gösterir. Sinekten yağ çıkarmayı beceren Levanten, borsa çevresinde ekmek parası peşinde geçmiş bir günün ardından evine asla eli boş dönmez.”63
Recâizâde Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası adlı romanının kahramanı Bihruz Bey de Beyoğlu’na çıkmak için Köprü ve Galata’yı kullanır.
“Dejöneden sonra eldivenlerini giydi. Bastonunu aldı. Kapıdan çıktı. Yürüyerek Köprü'ye indi. Oradan Galata'ya geçti. Bir araba buldu. Doğruca Tekke'ye, Beyoğlu'na çıktı.”64
1.4. GALATASARAYI
XVI. yüzyılda Yeniçeri ve Kapıkulu askerlerinin yetiştirildiği “Acemi Oğlanlar Kışlası” olarak yapıldı.65 1 Eylül 1868 gününde, şimdiki Galatasaray Lisesi, bugünkü anlamı ile açılır. Okulun adı; “Galata Sarayı Mekteb-i Sultanisi”dir. Dersler hem Türkçe, hem Fransızca’ydı. Latince ve Yunanca da öğretiliyordu.66 “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yenileşme Hareketleri”nin yazarı Paul İmbert , 1869 yılında “Galatasaray”da okuyan öğrencilerden söz ederken şöyle yazmaktadır:
“Daha ikinci yılında, Lisedeki öğrencilerin 277’si Müslüman, 91’i Gregoryen Ermeni, 28’i Katolik Ermeni, 85’i Rum, 65’i Katolik Latin, 29’u Yahudi, 40’ı Bulgar, 7’si Protestan’dı. Gerçeği görmek gerekiyordu: Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan tüm halklar arasında bir uzlaşma sağlanması ütopyacı, olanaksız bir girişim değildi.”67
Galatasaray, Tanzimat Devri romanlarında çok fazla kullanılan bir mekan değildir. Birkaç sebeple karşımıza çıkmaktadır. Beyoğlu’nda karşılaşılan cinayetler, suçlar, kavgalar esnasında yakalanan kişiler; bir araştırma konusu olması ve asayişin sağlanması sebebiyle Beyoğlu Merkez Teşkilatına gönderilir. Beyoğlu Merkez Teşkilatı da Galatasaray semtinde bulunmaktadır. Yine dönemin devlet adamlarından Beyoğlu Mutasarrıfı’nın yaşadığı yer de Galatasarayı’dır. İki büyük devlet adamının da Galatasarayı’nda bulunması elbetteki burayı daha farklı ve özel bir hale getirir. Beyoğlu’nun diğer semtlerinde olduğu gibi alafranga eğlencelerin , adam öldürme, yaralama, hırsızlık gibi olayların burada daha nadir görüldüğünü belirtebiliriz. Fakat burada da devlet adamlarına yönelik adaleti sağlayamama, entrika çevirme gibi suçlar karşımıza çıkmaktadır. İşte bu özellikleriyle Galatasarayı bu devir romanlarında önemli bir mekan olarak dikkatimizi çekmektedir.
Ahmet Midhat Efendi’nin Esrâr-ı Cinâyât adlı romanında roman kahramanı Beyoğlu Mutasarrıfı Mecdeddin Paşa Galatasarayı’nda yaşamakta ve Beyoğlu Müstantiklerinden Osman Sabri Efendi’nin Öreke Taşı cinayeti ile ilgili yazdığı raporları incelemekte ve yaptığı araştırmaları dinlemektedir. Bu konu ile yakından ilgilenen ve daha detaylı bilgi edinmek isteyen bir Gazeteci Galatasarayı’na gidip ona birtakım sorular sorar ; fakat Osman Sabri Efendi araştırmaları gizli tutmak ister. Osman Sabri Efendi , Mecdeddin Paşa’nın yanına gider; Mecdeddin Paşa, gazeteciyi de çağırır. Gazeteciye büyük ilgi gösterip, gelişine memnun olduğunu belirtir ve Osman Sabri’nin olayla ilgili hazırladığı raporu gazeteciye verir. Galatasarayı’nda bulunan ve Beyoğlu Merkez Teşkilatının bir diğer üyesi olan kişi de Hafiye Necmi’dir. Mecdeddin Paşa işine hile karıştırıp , bazı suçluları kollayan bir adamdır. Bu yüzden Osman Sabri Efendi ile araları açılır. Romanda olaylar Galatasarayı çevresinde bu şekilde gelişmektedir.
“Elhasıl Beyoğlu Mutasarrıfı Mecdeddin Paşa hazretleri müstantik-i meşhur olan Osman Sabri Efendi’yi kendisine gösterilen emniyeti suistimal ile dolandırıcılık cinayetiyle itham ederek derhal tevkif ettirdi ki, o akşam Hacı Sadullah Efendi kendisine bin lira kazandırsa veyahut paşa hazretlerine kendisine
rütbe-i müşiri tevcih buyurulsaydı bu kadar memnun olmazdı.”68
Galatasarayı’nın bir diğer önemi ise; Mekteb-i Sultani’den kaynaklanmaktadır. Roman kahramanları iyi bir alafranga bir eğitim almak için Mekteb-i Sultanî’de okumak isterler. Ahmet Midhat Efendi’nin Bahtiyarlık adlı romanında da roman kahramanı Senai, babasının kendisinden beklediği şehirli gibi yaşama ve iyi bir eğitim alma isteklerini gerçekleştirmek amacıyla İstanbul’a gider ve Mekteb-i Sultani’de eğitim görmeye başlar.
“Çocuk Mekteb-i Sultani’ye verilinceye kadar aradan iki sene daha zaman geçmiş olduğundan validesiyle beraber on üç yaşındayken İstanbul’a gelmişse de vürutları kasım üzeri vaki bulup kendilerini toplayıncaya kadar iki ay daha zaman geçtiğinden ve yaz tatilini müteakip mektebe kaydolunacak çocuklar yazılıp sınıflar dahi derse başlamış olduğundan çocuk o sene dahi Mekteb-i Sultani’ye girememişti.”69
Ahmet Midhat Efendi’nin Müşahedat adlı romanında ise; Galatasaray bir takip sırasında yakınından geçilen bir mekan, güzergah olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Araba Rusya kançılaryası önünden dört yol ağzını bulup, Beyoğlu büyük caddesini tuttu. Açık yeşil renkli iki brigan şapkasının önüm üz sıra, kuş gibi uçup gittiğini, bizim kupanın ön camlarından görüyorum. Gide gide Galatasarayı önüne vardık. Hala gidiyoruz. Nihayet mektep sokağına gelince, öndeki arabanın sola bükülüp Karnavulu'ya doğru indiğini gördüm.”70
1.5. KARAKÖY
Karaköy Tanzimat Devri romanlarında mekan olarak nadir rastlanılan bir mekandır. Ve iskelesi sebebiyle ulaşımı sağlamak maksadıyla kullanılır. Ahmet Midhat Efendi’nin Hüseyin Fellah adlı romanının kişilerinden Şehlevend’in annesi, Karaköy iskelesinden evine döneceği vakit bindiği gemide Ömer’i kürek mahkumu olarak görür.
“Şehlevend’in validesi Karaköy İskelesine geldiği zaman ihtiyarca bir kayıkçıya “Aman kayıkçı, beni Yemiş İskelesine çıkar.” Diyebilerek adeta bîhûş bir halle kayığa atlamıştı.”71
1.6. KASIMPAŞA
Kanuni Sultan Süleyman devrinde Beyoğlu’nda gerçekleşen yenilikler ve düzenlemeler arasında devlet ricalinin adını alan Kasımpaşa, Ayaspaşa, Piyalepaşa , Piripaşa mahalleleri kurulduğu görülür. Kısa zamanda Tophane’den Kasımpaşa’ya kadar olan yerler , yerleşim merkezi haline getirilir.72 Beyoğlu semtleri, Batılı yaşayışın izlerini taşıyıp, eğlencenin, zevk ve sefanın sürüldüğü yerler olarak karşımıza çıktığı halde ; Kasımpaşa bunlardan biraz farklı bir şekilde karşımıza çıkar. Kasımpaşa, geçimini sağlamakta zorlanan azınlık ve Osmanlı Türkleri’nin yaşadığı , aile hayatını sürdükleri bir mekan olarak yaşanan olumsuzluklarla karşımıza çıkmaktadır. Kasımpaşa’da yaşayan aileler , eğitimi olmayan , geçimini sağlayabileceği belirli bir işi olmayan, zamanla para kazanmanın başka yollarını arayıp yanlış işler ile ahlâki çöküntüler yaşayan ailelerden oluşmaktadır. Bunlar; Beyoğlu’nun bazı semtlerinde yaşayan insanlar gibi alafranga yaşayışın ve eğlencenin içerisinde boğulmasalar da, geçimlerini sağlamak ve daha rahat yaşamak noktasında alafranga yaşayışa merak salmış ; fakat bu özentinin içerisinde yabancı oldukları bir hayata kurban gitmişlerdir. Kasımpaşa romanlarda hep geriye dönüşlerle anlatılır. Roman kahramanı geçmişte yaşadığı sıkıntıları oayların akış zamanı içerisinde hikaye ederek anlatır. Ahmet Midhat Efendi’nin Hüseyin Fellâh adlı romanında varlıklı bir aile olan Şehlevend ve annesi Hasna Hanım kendilerine oynanan bir oyun ile bütün varlıklarını kaybederler. Onlara, zamanında konaklarında hizmetkarlık yapan ve Kasımpaşa’da oturan hizmetkârları Veli ve oğlu Halatçı Ömer sahip çıkar. Şehlevend Hanım ve annesi yersiz yurtsuz kalınca hizmetkarları Veli’nin Kasımpaşa’daki evine yerleşirler. Veli Bey öldükten sonra oğlu Ömer onların bütün ihtiyacını karşılamak için var gücüyle çalışır, ayrıca her akşam Şehlevend Hanım’a da masallar anlatır. Bir gün Ömer’e bir oyun yapılır, o da küreğe mahkum edilir. Böylece anne kız yine sahipsiz kalırlar.
“İşte Ömer de bu suretle elimizden çıktıktan sonra artık halimiz bütün bütün diğergun oldu. Borç ile bakkaldan yediğimize mukabil Ömer'in hanesini de elimizden aldılar. Bizi sokak ortalarına attılar. Hendek aralarında, cami avlularında ömür geçirdik. Nihayet canımıza kıymağı dahi göze aldırdık ise de validem beni, ben validemi kıyamadığımızdan bir türlü muktedir olamadık.”73
Ahmet Midhat Efendi’nin Henüz On Yedi Yaşında isimli romanının kahramanlarından Kalyopi, randevuhaneye gelen Ahmet Efendi’ye eşinden boşandıktan sonra ailesinin bir kuru ekmeğe muhtaç hale geldiğini, akrabalarının kendilerine yüz çevirdiğini ve kendisinin Kasımpaşa’ya bir akrabalarının yanına çalışmaya gidip çamaşırcılık yaptığını ; sonradan ailesinin de Kasımpaşa’ya yerleştiğini, kız kardeşinin de kendisi gibi çamaşırcılık yaptığını ; ama hiçbir şekilde ihtiyaçlarını karşılayamayıp geçinemediklerini anlatır. Yine akrabalarından onları ziyarete gelen Amalya isimli bir kadının Kalyopi’ye modistroluk teklif edip , iyi para kazanacağını söylemesi üzerine ailesine daha iyi bir yaşam sunmak isteyen Kalyopi’nin bu teklifi kabul etmesiyle hayatının nasıl değiştiği anlatılır.
“Bir kere hiç parasız kaldık. Ekmekçiye dahi altı okka ekmek borcumuz olduğu haldeveresiye de vermedi. O akşam adeta cümlemiz aç kaldık. Vakıa biz büyükler gözümüzün yaşlarını yutarak veyahut ciğerlerimiz üzerine akıtarak zahirde renk vermemeğe çalıştık ise de küçük çocuklar bu ihtiyatı dahi edemeyerek bağıra çağıra ağlaşmaya başlayınca , o anda ölümümüzü hepimiz başka başka arzu eyledik.”74
Ahmet Midhat Efendi’nin Demir Bey Yahut İnkişâf-ı Esrâr adlı eserinde Demir Bey ailesine kendi geçmişini anlatır, Kasımpaşa’da yaşadıklarını, babasının Arnavut asıllı olup bir de huysuz bir üvey annesinin olduğunu, babasının sürekli kendisine kızıp bağırdığını, kendisinin ise Ermeni komşularına sığındığını ve bir gün Ermeni komşularının onu istemesiyle onların çocuğu olarak yaşamaya başladığını anlatır.
“Birkaç defa validemin ve yahut pederimin kahrından firar ve Ermeni komşumuza iltica eylediğim esnada papaz efendi dahi orada bulunarak halime acır ve bana şeker ve koz helvası ve kurabiye gibi şeyler alarak hatırımı yapmaya çalışırdı.”75
1.7. TAKSİM
Pera semti gelişme gösterdiği bir dönemde Galatasaray’ın kuzeyine, Taksim’e doğru yayılmaya başlamıştı. Taksim adını, Haliç’in kuzeyindeki bölgelere verilen suyun, bölündüğü ve dağıtıldığı tesislerin bulunduğu yer olmasından dolayı almıştır. Bu sıralarda , Tophane sırtları, Tepebaşı, Taksim çevresi mezarlıklarla doludur. Bu mezarlıkların en ünlüsü “Büyük Mezarlık”tır. Taksim’de Ayazpaşa çevresindedir. XIX.yüzyıl başlarında ilgi toplayan bir yer olarak karşımıza çıkan “Taksim Bahçesi”ni Salah Birsel şu şekilde anlatmaktadır:
“Buranın da tek giriş kapısı vardır. İki taraflı gişeleri ise iki Rum biletçi tutar. Buraya da kırk para ile girilir. Bunun da masaları, yürüyüş yolları ötekine benzer. Ama buranın bahçıvanları da vardır. Boyuna dolaşır, çevreyi kollarlar. Semih Mümtaz’ın demesine göre bahçenin ortasında tahtadan bir mızıka köşkü,
altında da kiler vardır. Müşterilerin yiyecekleri , içecekleri buradan taşınır. Bahçenin orkestrası on iki kişiliktir. Mızıka köşkünün berisinde de bir buçuk katlık bir gazino vardır. Akşamcılar gazinonun taraçasından papaz uçurtmaya pek düşkündürler. …Buranın müşterileri arasında Ahmet Rasim de vardır. Ama o, garsonların Bomonti birasının bayatını sürerek müşterilerin paralarını aralarında bölüştüklerine inanır. Nedir, bahçede ağaç altlarında rakıcıklarını içenler de olur. Burada arsızlarla, sarkıntılık edenlere hiç yüz verilmez. Bahçenin bir özelliği de kışın hiç boşalmamasıdır. Karda donan erkekler paltolarına , kadınlar mantolarına sımsıkı sarılıp buraya damlarlar. Buraya onları çeken ağaçlar ve çevredeki doğanın
güzelliğidir.boğaz ve Çamlıcaların görünüşü herkesi büyüler.”76
Beyoğlu semtleri içerisinde Taksim, alafranga meraklılarının gezinti yapmak, sohbet etmek, Avrupaî yaşayışın izlerini görmek ve bazen eğitim görmek maksadıyla gittikleri bir mekandır. Taksim’in tehlikeli bir tarafı görülmeyip, burada yaşayışın daha sade olduğu dikkati çekmektedir; ama yine de kültür, giyim, lisan, inanç gibi yönlerden çeşitlilik gösterip Avrupaî yaşayışın izlerini taşıyan bir semt olduğu görülmektedir. Bazı romanlarda kahramanların gezinti yapmak için Taksim’e gittikleri anlatılır. Ahmet Midhat Efendi’nin Yeryüzünde Bir Melek adlı romanında Şefik ile İsmail Taksim’e gidip orada gezinti yaparlar.
“İsmail ile Şefik için gece hükmünü alan bir gündüzün akşamında, iki refik sofrada görüşüp bade biraz dahi akşam gezintisi yapmak üzere Taksim'e doğru çıkmışlar ise de derdest bulunan işlere dair pek az ve evvelce söylenen sözlerin tekerrüründen ibaret bazı lakırdılar söyleyip buraca kayda seza bir güne
muhaverede bulunmamışlardı.”77
Ahmet Midhat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi romanının kahramanlarından Türk kültür ve yaşayışını benimseyen Rakım Efendi’nin yolu da Taksim’e düşer. Rakım Efendi, Beyoğlu’na İngiliz kızlarına ders vermeye gideceği vakit, bazen Taksim’den Beyoğlu’na geçer ve orada Felatun Bey’le karşılaşır, ayaküstü konuşurlar.
“O akşam, Tophane’den Boğazkesen caddesiyle Firuzağa üzerinden Taksim’e çıkmağı kurmuş olduğundan tamam Bozahanebaşı’na geldikte Felatun Bey’e tesadüf eyledi yarı belinden aşağısı ya boza ve yahut salep gibi bir şeye bulanmış olduğu halde telaşla Bozahane’ye girerdi.”78
Yine bu romanda Beyoğlu’nda yaşayan İngiliz asıllı Mr. Ziklas ailesinin kızlarından Can’ın hastalanması üzerine doktorun açık havada gezmesini önermesiyle Can Taksim’e gezmeye götürülür.
“Bu hastalık nedir kimse bilmez. Ortada hastalığın vücudu yok ki! Başlangıcı azim bir iç sıkıntısı oldu. Kızcağız bir yerde oturamaz. O kadar sevdiği ve elinden düşürmediği Türkçe kitaplar dahi artık kendisini eğlendirememeğe başladı. Peder ve validesi bu hale ziyadesiyle merak ederek hekimlerin dahi tensibiyle her gün kızcağızı arabaya bindirip Taksim'den aşağı kırlara kadar götürür, dolaştırır, eğlendirirdi. Ancak kız bununla dahi eğlenemez oldu.”79
Tanzimat Devri romanlarında Taksim, bazen sevgililerin buluşma mekanı olarak karşımıza çıkar. Özellikle de halka açık bir mekan olarak Belediye Bahçesi’nin herkesin buluşup, sohbet ettiği bir yer olduğu görülür. Ahmet Midhat Efendi’nin Karnaval adlı romanının kişilerinden Mariyanko hizmetçilik yaptığı evden süslenip çıkar. Taksim’de bir kilisede sevgilisi Nikolaki ile buluşurlar ve evlilik hususunda konuşurlar.
“Mariyanko'yu dükkan yanında görünce Nikola'nın yüzü gülerek Mariyanko'nun yanına geldi ve ikisi birlikte Rusya Sefarethanesi hizasında ve Beyoğlu caddesinin biraz Taksim cihetinde bulunan kilisenin kapısı içine girdiler. Malumdur ki bu kapının içerisi enlice sokak gibi bir şeyolup fakat kiliseye henüz vasıl olmadığı için bir bina altı addolunamadığı gibi oraya herkes giremediği için bir sokak dahi addolunamaz.”80
Karnaval adlı romanın kahramanlarından Resmi Efendi de Pazar günü Belediye Bahçesinde gezinenler arasındadır. Arkadaşı Zekayi ile gezinirken Mr. Hamparson ve eşine denk gelir.
“Resmi'nin Zekayi Beyi Arslangözyanlara takdim etmesi adeta tesadüfibir şey olarak vuku buldu. Bir pazar günü Resmi Taksim'deki Belediye Bahçesi’ndeki Zekayi ile gezinirken Madam ve Mösyö Arslangözyan'ı ta aşağıda denize doğru nezaret-i kamilesi olan ve bahçenin sağ cihetine düşen köşecikte oturmuş görünce "Dostlara bir bonjur demeli!" diye ol tarafa teveccüh eyledikte Zekayi "Dost1arına beni de takdim edeceksin ya?" demiş ve Resmi "Tabii!" cevabıyla Zekayi'yi beraber götürüp takdim eylemiştir.”81
Ahmet Midhat Efendi’nin Bahtiyarlık adlı romanının kahramanlarındansefahat alemi ile tüm varlığını yavaş yavaş kaybeden Senai Bey de manevi kızınatalip olduğu Madam Terniye ile Taksim’de Belediye Bahçesi’nde buluşur ve evlilikhususunda konuşurlar.
“Madam Terniye karar verilen mahalde isbât-ı vücût etmekten geridurmadı. Bahçeye girip de bir bank üzerinde oturur oturmaz gayet güzel giyinmiş uzun boylu gayet yakışıklı bir delikanlı derhal yanına gelerek kemâl-i ta’zimle selam verdi ve evvel-be-evvel orada bulunmak hakkındaki ricası kabul edilmiş bulunduğundan dolayı madama sûret-i mahsusada teşekkürler eyledi.”82
Ahmet Midhat Efendi’nin Müşahedat adlı romanının kahramanlarından Refet, gençliğinde sahip olduğu varlığını eğlence yolunda kaybeden , sonradan Agavni ile birlikte yaşayıp bileğinin gücüyle çalışıp kazanan bir gençtir. Refet, her işiyle ilgilendiği Agavni ve Siranuş’u Taksim’deki Belediye Bahçesi’ne gezintiye götürür.
“Evvelce anlattık ya? Bunlarla muarefemiz bir mevsim-i bahara müsadifdi. O sene Frenklerce "mikarem" denilen perhiz ortasında itası mutat olan umumi balolardan birine bile, fakat tebdil-i kıyafet olarak bu kadınları götürmüştü. Hava müsait oldukça akşamları Şişli'ye, Feriköyü'ne, Taksim bahçesine, geceleri, Tepebaşı bahçesine de götürüp, tenezzühleri hususunda ihtimamdan ayrılmıyordu.”83
Recâizâde Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanının kahramanı, alafrangalık meraklısı , paranın hesabını bilmeyen, şık ve kibar bir bey olan Bihruz Bey de gezinti yapmak için Taksim’deki Belediye Bahçesine gider.
“Bihruz Bey arabasını ve Andon'u o halde görüp tanıyınca büyük şaşkınlığa düştü. Önce olduğu yerde kalakaldı. Sonra döndü, arabayı Taksim caddesi köşesini dolaşıp da gözden kayboluncaya kadar gözleriyle izledi.Araba kaybolunca gene yürümeye devamla bahçeye girdi, kendi kendisine söylenerek tarhların arasında dolaşmaya başladı.”84
Alafranga yaşayışın izlerini taşıyan Taksim , gezinti yeri olarak kullanılmasının dışında ayrıca eğitim veren yerlerin bulunduğu bir mekan olarak da karşımıza çıkmaktadır. Ahmet Midhat Efendi’nin Demir Bey Yahut İnkişâf-ı Esrâr adlı eserinde roman kahramanı Arnavut asıllı, uzun süre Fransız ordularında savaşan ve neredeyse bir Fransız gibi yaşayıp sonradan İslâm’ı seçerek İstanbul’a yerleşen Demir Bey, oğlu Mustafa Kamerüddin’i yetiştirirken hem alaturka eğitime hem de alafranga eğitime önem vermiş, oğlunun iyi bir Fransızca öğrenebilmesi için onu Taksim’de Lazarist Tarikatına mensup bir Fransız papazına göndermiştir. Bu Fransız papazın Frenk ,Rum, Ermeni çocukları için ufacık bir mektep ayarlayıp, alacağı bir miktar para ile on beş kadar çocuğa ders verdiği belirtilir. Ayrıca Lazarist tarikatı, Demir Bey ve eski sevgilisinin Fransa ile İstanbul arası mektuplaşmasında aracılık görevini üstlenmiş olarak da karşımıza çıkar.
“İki sene kadar Arabi muallimine devamdan sonra Demir Bey oğluna yeni bir ders daha küşad eyledi. Bu ise Fransızca dersi idi. Taksim’de Fransız papazı bulunarak, bazı Frenk, Ermeni ve Rum çocukları için ufacık mektep küşâd eylemiş ve her birinden beşer onar kuruş aylık almak üzere on dört, on beş
çocuğu sakin olduğu hanenin en büyük odasında cem eylemişti.”85
Bertrand Bareilles, Pera’daki hayatı anlatırken buradaki farklı milletten insanların bir uyum ve anlaşma içinde yaşadıklarını kimsenin kimseyi rahatsız etmediğini anlatır:
“Herkes komşusunu rahatsız etmeyecek ölçüde, güneşin altında yerini arama ve her türlü sınırlamadan kurtulmuş bir halde yaşama özgürlüğüne sahiptir. Pera’da aynı milletten , hatta değişik milletlerden olanlar bile birbirini tanır. Her adımda sizi selamlamak için o kadar çok şapka kalkar ki havaya , insan kendini evinde zannedebilir. Bütün ömürlerini buradaki yaşamı kötülemekle geçirmiş insanlar da tanıdım. Burada sosyete yok , eğlence diye bir şey yok, diyorlardı. Bir gün uzun zamandır görmedikleri uzak kıyılara doğru yelken açtılar. Ama kendilerini kısa zamanda Pera’nın kaldırım taşı kaplı sokağına atıverdiler , yeniden ve geri döndükleri için mutluydular: “Taksim’in suyunu bir kez içen, bir daha vazgeçemez.” Doğu yaşamına karışan herhangi biri , sonra onu özlemekten kendini alamaz. Kendini ancak orada iyi hisseder.”86
1.8. TOPHANE
Tophane, bu dönemde henüz kültürel yapısını bozmamış, kendi değerlerini korumaya çalışan bir kimlikle karşımıza çıkmaktadır. Fakat kendi kültürel kimliğini korumaya çalışmasına rağmen insan ilişkileri yönüyle bir bozulma dikkati çeker. Tophane özellikle Karabaş Mahallesi’nin sıkça kullanılmasıyla karşımıza çıkar. Buradaki insanların bir kısmı geçimlerini sağlamakta güçlük çekerken bir kısmı da geçimlerini cariye ticareti ile sağlar. Beyoğlu’nun eğlenceleri ile ön plana çıkmış semtlerini düşünürsek; Tophane’nin onlara göre daha alaturka kaldığı; fakat gelişmelere de açık olduğu söylenebilir. Sosyal hayattaki değişik tezahürleri neticesinde Tophaneyi aşağıdaki şekilde incelemeyi uygun gördük.
1.8.1. CARİYE TİCARETİ
“Tophane’de cariye ticareti” romanlarda özellikle dikkat çeken bir konudur. Beyoğlu ve Galata gibi yerlerde, kızlar beslemelik olarak satılıp; sonuçta satıldıkları yerlerde kötü olaylar yaşayarak istemedikleri bir hayat tarzının içinde kendilerini bulmaktadırlar. Oysaki Tophane’de bu alafranga yaşayışın göstergesi olan beslemelik yoktur , bunun yerine alaturka bir zihniyetin karşılığı olan cariyelik vardır. Beyoğlu’nda ve Galata’da eğlence mekanı olarak kabul edilen randevuhanelere Tophane’de rastlanmaz. Ahmet Midhat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında, Rakım Efendi Beyoğlu’na çıkmak için Tophane’nin Karabaş Mahallesinden geçer; yol üzerinde rastladığı bir Çerkes’in yanında görüp beğendiği cariyeyi hürriyetine kavuşturmak maksadıyla almak ister. Bu cariyeyi almak için evinde sakladığı paranın hepsini verir , ayrıca bir miktar da borçlanır ve bu borç için de senet yazar. Birkaç gün sonra da Karabaş Mahallesi’ne esirciler kahvesine gidip Çerkes’e olan borcunu öder.
“Evet! Rakım bu kadar hassas ve mütehassis bir çocuktu. İhtiyara "bu kızın değeri var mı, yok mu diye sormuyorum. Satılan şey bunun hürriyetidir. Hürriyetin cihanlar değeceğini teslim ederim. Lakin benim seksen altından başka param yoktur. Bu paraya mukabil kızı verirsen alayım" demiş ve ihtiyar Rakım'ın bükasına mağruren hatta yüz elli altın dahi istemediğine izhar-ı nedametle bir para aşağıya veremiyeceğini dermeyan edince "öyle olsun, bana yirmi altın için bir ay müsaade verirsen alırım" demesiyle ve ihtiyar dahi: -Zaten kızda ince hastalık hissetmekte bulunduğundan bir ayak evvel elinden çıkarmak içinmuvafakat
göstermesiyle hemen teslim ve tesellüm kaidesi icra edilmiştir.”87
Ahmet Midhat Efendi’nin Hüseyin Fellâh adlı romanında; kimi kimsesi olmayan, yiyecek ekmekleri kalacak yerleri dahi olmayan Şehlevend’in ve annesi Hasna Hanım’ın günlerce Kılıç Ali Paşa Camii’nin etrafında kalıp dilendikleri anlatılır. Yine Karabaş Mahallesi’nde oturan esirci Laz Mehmet Ali önce onlara yiyecek yardımında bulunur, sonra Şehlevend’e cariye olarak satılmayı teklif eder. Karşılığında ise kendisinin ve annesinin rahat bir yaşam süreceklerini anlatır. Bu durumu kabullenmek istemeyen Şehlevend, annesinin rahat içerisinde yaşayacağını, sıkıntı çekmeyeceğini düşünerek teklifi kabul eder; ama annesine gerçeği söylemeyi uygun görmez. Laz Mehmet Ali ile karar verip annesine Cezayir’e gelin gideceğini söylerler.
“Yamalı hamamı da geçti. Karabaş Camii yanından bu isimde olan mahalleye sapıp nihayet esirci Trabzonlu Mehmet ağanın mukaddema tanımış ve öğrenmiş olduğu hanesi kapısını dakkeyledi.”88
Sami Paşazade Sezayi’nin Sergüzeşt adlı romanında ise ; cariye ticareti yapan Hacı Ömer adında bir kişi vardır. Hacı Ömer Batum’dan gelerek , Tophane İskelesine yaklaşan gemiden kendisine ait üç cariye ile birlikte iner ve Tophane’deki evine giderler. Bu cariyelerden birisi dokuz yaşında zayıf bir kızcağızdır. Bir hafta sonra bu kızcağızı satarak başka bir eve gönderirler.
“Hacı Ömer: "Biz de bunu bin liraya almadık ya! Tam Yüksek Kaldırım'daki Mustafa Efendi'nin karısının istediği gibi bir küçük. .. " cevabını verdi. O gece Çerkes o evde kalarak, üç gün beğenmeye bağlı olarak, üçünün de pazarlığı bitti. Bu evde kızlar geceleri bir odaya toplanır, birbirleriyle konuşurlardı; fakat çok gülmek, Çerkesçe konuşmak yasaktı. Bir müşteriye gidip de, her ne sebepten dolayı olursa olsun, beğenilmeyerek gelen esirlere, on - on beş kırbaç vurulurdu.”89
1.8.2. TOPHANE İSKELESİ
Devrin romanlarında değişik sebeplerle işlenen bir mekan olarak Tophane iskelesi de karşımıza çıkar. Ahmet Midhat Efendi’nin Hüseyin Fellah adlı romanında , çok karanlık ve korkutucu bir gecede gidecek bir yerleri olmayan Şehlevend ve annesi Hasna Hanım’ın yaşadıkları sıkıntılardan kurtulmak için Tophane İskelesi kıyısına gelerek intihar etmek istediklerini görüyoruz.
“Kız -Çekinme anacığım, söyle söyle! Zati Tophane iskelesine niçin gittiğimizi ben biraz işkillemiştim.
Ana -İşte onun için gitmiş idim ya!
Kız -Ne için?
Ana -Anlayamıyor musun?
Kız -Onun bir adı yok mu?
Ana -Kendimizi kurtarmak için kızım.
Kız -Yani kendimizi öldürmek, denize atıp boğmak için!
Öyle değil mi?
Ana -Aman Şehlevend! Söyleme söyleme! Üstüme fenalık geliyor! Ah ne idi o denizin karanlığı?”90
Ahmet Midhat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında ise; Tophane İskelesi adalara gezinti yapmak amacıyla kullanılan bir mekan olarak karşımıza çıkmaktadır. Rakım Efendi ve İngiliz asıllı Mr. Ziklass ailesi Tophane’den sandala binerler.
“Bazı Pazar günleri Rakım sandalı Tophane iskelesine celbederek İngilizlerle orada birleşip binerler, Kadıköyüne, adalara doğru çıkıp yelken kullanarak voltalar ederlerdi.”91
1.8.3. DİNİ YAŞAYIŞ
Tophane semti dini maksatla kullanılan bir mekan olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Ahmet Midhat Efendi’nin Dürdane Hanım adlı romanında Sandalcı Çerkes Sohbet önceleri alafranga yaşayışa, eğlenceye düşkün biriyken Acem Ali’den etkilenir ve sefahat aleminden uzaklaşmaya başlar. Bir Cuma günü de Tophane Camii’ne giderek ibadet eder. Bu durum Tophane’nin kendi kültürel kimliğini korumasının bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
“- Bugün nerelerdeydiniz beyefendi? sualine Sandalcı demişti ki:
- Tophane Camii'ndeydim.
- Camide mi? Amma yaptın ha! Sandalcı Sohbet'e cami yakışır ya?
- Hayır efendim! Ters söylediniz. Eğer "Sandalcı Sohbet camiye yakışır ya?" deseydiniz daha doğru olurdu. Zira hiçbir şeye yakışığı olmayan benim! Fakat cami-i şerif asıl benim gibi günahkarlara yakışır. Orası Cenab-ı Allah'ın merhamet hanesidir. O haneye merhamete en ziyade ihtiyacı olanlar baş vurur ve vurmalıdır. İşte bunun içindir ki cami-i şerif en ziyade bana yakışır!
- Çok şey! Sandalcı Sohbet'ten bu sözleri işitmek mümkün olacağı acaba bir kimsenin aklına gelir miydi?”92
1.8.4. ALAFRANGA UNSURLAR
Tophane Beyoğlu’na yakınlığı ve bir Beyoğlu semti olması sebebiyle; burada alafranga yaşayışa dair birtakım izler de görülmektedir. Ahmet Midhat Efendi’nin Vah adlı romanında alafranga yaşayışa meraklı, kadınlarla ilgilenmek hususunda Avrupai davranan kahramanı Behçet Bey, Avrupa’dan son posta ile gelmiş olan bazı resimli gazeteleri okumak için Tophane’de postaneye gider.
“Behçet Bey Avrupa'dan son posta ile gelmiş olan bazı resimli gazetelerini almak için Tophane'de Bostanbaşı'nda vaki postaheneye giderek oradan dahi Beyoğlu'na çıkıp bazı mağazaları falanları ziyaret eylemiş ve akşam üzeri Köprü'ye inerek saat onu çeyrek geçe Köprü'den hareket eden vapura rakib olmuştu.”93
Vah adlı romanda, Ferdane Hanım’ın resminin Behçet Bey’in eline geçmesi anlatılırken o devirde kadınların resim aldırma özentileri ile alakalı bilgi verilir. Buradan hareketle Tophane’de Beyoğlu ve Galata’daki gibi bir alafranga zihniyetin henüz kabullenilmediğini düşünebiliriz.
“Bu resmi temaşa edip de Ferdane Hanımın kendi resmi olduğunu görseydiniz ihtimal ki şaşardınız. Ancak bir zaman Tophanede bir ressamın karısı hanımlar için dahi resim çıkarıp bahusus bunların camlarını kırdığı ve nüshalarını hiçbir kimseye vermediği cihetle bazı heveskar hanımların resim aldırdıklarını ve filhakika resimlerin yed-i ağyara geçtiklerini bilseniz ilk hasıl olan istiğrabınız tenakus eylerdi.”94
1.9. TÜNEL
Karaköy’ü Beyoğlu’na bağlayan en kısa yol olan Tünel, 1863’te Londra’da, 1868’de de New York’ta inşa edilenlerden sonra dünyanın en eski üçüncü yer altı toplu taşıma sistemidir.95 1870 Büyük Beyoğlu yangınından sonra Beyoğlu sokakları yeniden şekillenmeye başlar. 1873 yılında Galata ile Beyoğlu arasında Tünel yapılmıştır. “The Metropolitan Railway of Constantinople From Galata To Pera” adı ile çalışan ve önceleri deneme amacı ile yalnızca hayvan taşıyan Tünel’de kaza olmadığı görülünce 17 Ocak 1875 günü, yapılan törenden sonra, insan da taşınmaya başlandı.96 Beyoğlu’nun yakınında bulunan Tünel, Beyoğlu’na çıkmak için kullanılan bir güzergah olarak romanlarda yer almıştır. Bunun dışında Tünel’e ait herhangi bir özellik dikkati çekmemektedir. Ahmet Midhat Efendi’nin Müşahedat adlı romanının değişik bölümlerinde kahramanlar Beyoğlu’na çıkmak amacıyla Tünel’den geçip Tünel’i güzergah olarak kullanmaktadır.
“Tünel mevkiinde Refet'e tesadüf etmeyeyim mi? Delikanlı bugün eski beşaşetlerini andıracak bir tavr-ı dostane ile müsta'celen yanıma sokulduysa da doğrusu ya kizb-i sarihini tuttuğum dakikadan beri Refet hakkındaki eski nazarım değişmişti. Mamafih renk vermedim.”97
2. BEYOĞLU’NUN ESKİ DÖNEMLERİ
Tanzimat Devri romanlarında yapılan incelemede Beyoğlu’nun eski dönemlerine ait çok fazla bilgi olmadığı görülmüştür.Romanlarda genellikle Tanzimat Devri Beyoğlu hayatı işlenmektedir. Yalnız birkaç eserde Beyoğlu’nun eski yapısı, eğlence mekanları ile alakalı bilgiler bulunmaktadır. Bunlardan hareketle Beyoğlu’nun eski dönemleri ile alakalı çalışmamızı yürüttük.
2.1. BEYOĞLU’NUN ESKİ YAPISI
Beyoğlu mıntıkası, Osmanlı devrinin ilk asırlarına kadar gayrımeskûn bir ormanlık arazi idi ve yalnız Taksim’e kadar olan sahada bazı köşklerle mezarlıklar bulunuyordu. Kalan kısımda , elçiliklerle Avrupalıların ve bazı yerli Hıristiyanların yetiştirdikleri bağlar vardı ki , elçilik erkanı ve ecnebiler, yaz günlerinde ve bilhassa şehirde veba salgını zuhur ettiği zaman , bu bağlarda bulunan evlere çekilirlerdi. XVI. Asırdan sonra , elçilik binalarının inşası üzerine, elçilik erkanı ve Avrupalı tacirler ve onları takiben de yerli zengin Hıristiyanlar , Beyoğlu sırtlarını izdihamlı Galata’ya tercih ederek orada evler yaptılar , kiliseler inşa ettiler ve böylelikle Beyoğlu son zamanlara kadar ecnebi ve Hıristiyan halkın hususi bir mahallesi olarak kaldı.1 1790’lı yıllarda Türkiye ve İstanbul’u anlatan Olivier , buraların aynı zamanda gezinti ve dinlenme yeri olduğunu , konumlarının güzelliğini anlatır:
“İstanbul’daki ilk dolaşmalarımız , bizi, bazılarının gezinti ve dinlenme, bazılarının da hüzün, teessür ve tefekkür yeri olan Beyoğlu mezarlıklarına götürdü. Buraya uzun Beyoğlu Caddesi’nden geçerek gidilir.
…
Nitelikleri bakımından pek ziyade hüzün verici olan bu mezarlıklar, mevkileri, Marmara ve Boğaziçi sahillerine ve şehrin büyük bir kısmına hakim manzaraları itibariyle sınırsız ölçüde keyifli yerlerdir.” 2
Beyoğlu tarihi süreci içerisinde birçok kez kolera salgını ve veba salgınına yakalanır. Bunlarda semtin yapısını değiştiren, etkileyen hususlardır. 16. yüzyıl sonlarında, İstanbul’da bulunan Alman-Avusturya İmparatoru II. Rudolf’un olağanüstü elçilik kurulunda görevli bulunan Baron Wenceslaw Wratislaw , Beyoğlu ve Galata’daki veba salgınını şöyle anlatır:
“Bu sıralarda İstanbul’da korkunç bir veba salgını hüküm sürüyordu. .. Kimi evlerden iki, üç hatta dört cenazenin birden çıktığını görüyorduk. Bu pis ve korkunç hastalık bizim konağa da pençesini uzatmış, … içimizden altı kişinin canına kıymıştı. Ölenlerin Galata semtinde gömülmesine izin verilmişti. Cesetler üç dört adam tarafından taşınmıştı , Galata’da altı manastırları olan Fransisken Rahipleri gömme törenini yerine getirmişlerdi.”3
“Moby Dick”in üne kavuşturduğu Herman Melville’de on gün kaldığı İstanbul’da bir günlük tutar ve Beyoğlu’na dair gözlemlerini anlatır. 12 Aralık 1853 tarihli günlüğünde Beyoğlu’nu şöyle anlatır:
“Saat 14:00’te Haliç’e demir attık. Kayıkla Tophane’ye geçtik. Pasaport filan soran olmadı, bavullarımız da aranmadı. Ayarladığımız bir rehber bizi Beyoğlu’nda Hotel du Globe adlı bir otele götürdü. Akşam yemeğinden önce biraz dolaştık. Akşam yemeğini saat 18:00’de yedik. Beşinci katta halısı falan
olmayan bir odanın ücreti 10 frank. Gece dışarı çıkmadık. Haydutlardan, katillerden korktuk. Musibetler . gece çıkılamıyor, çıkmaya niyetlenseniz bile gidecek yer yok.
….
Erken kalktım; sokağa çıktım , mezarlıklar gördüm, çöp yuvası. Bir mezarın üzerinde testereyle odun kesiyorlardı. Mezarlık ormanları. Yollar kargacık burgacık. Yalnız başıma İstanbul tarafına yürümeye başladım, uzun yorucu bir yürüyüşten sonra baktım çıktığım yere gelmişim. Orman içinde kaybolmuş gibiydim. Sokakları gösteren harita marita yok. Cep pusulası. Tam bir labirent. Sokaklar dar mı dar, birbirine kavuşur gibi. İnsan biraz yukarı çıksa yolunu kolay bulacak hani. Bir ağaca çıksa , labirentin dışarı çıkabileceği bir yer olsa. Ama yok. Sokakların adı olmadığı gibi, koruluklar arasındaki doğal geçitlerin de adı yok. Evlerde numara yok. Hiçbirşey yok.”4
Görünüş ve yaşam olarak Beyoğlu’nun bütün olumsuzluklarına rağmen, Avni mahlası ile şiir yazan Fatih Sultan Mehmed , Cenevizli Galata’yı Hıristiyan bir kadına benzetir ve O’nu görenin duyduğu hayranlıktan kafir olacağını , böylece Cennet bahçesine gitmek umudundan vazgeçeceğini söyleyerek İstanbul’un bir liman mahallesi olan Galata’dan hareketle Galata’nın ve dolayısıyla Beyoğlu’nun güzelliğini şu şekilde anlatır:
“Bağlamaz Firdevs’e gönlünü Galata’yı gören Kâfir olur ey Müselmanlar , o tersayı gören”5
Beyoğlu’nda elçilik ve konsolosluk binalarından başka zengin Rumlar, Katolik Ermeniler ve İstanbul’a yerleşmiş yabancıların da çok güzel taş evleri vardır. Avrupa’nın ikinci üçüncü derece otellerini andıran birkaç otel de taştandır. Bunların dışındaki evler tahtadan olduğu için Beyoğlu sık sık yangın geçirir. Bunların en büyükleri 1811, 1831, 1857 yıllarındaki yangınlardır. Ama 1870 yangını ötekileri de bastırır. “Büyük Beyoğlu Yangını” diye adlandırılan bu yangında İngiliz Elçilik binası ile üç bin dolaylarında ev ve dükkan yanmıştır. Tünel Galatasaray arasına saldıran 1831 yangını bu kesimdeki İstiklâl Caddesi’nin genişletilmesine olanak sağlamıştır.6
Ahmet Midhat Efendi’nin Hüseyin Fellah adlı romanında Kumbaracı Yokuşu, Hendek Caddesi, Kasımpaşa, Galata Kalesi , Kanlıburç mekanları geçirdikleri değişimle yüz yıl öncesine göre anlatılmaktadır. Önce Beyoğlu’nda Hendek Caddesi , Kumbaracı Yokuşu yer olarak tarif edilir, Hendek denilen yerin diğer isminin Bitpazarı olduğu,buradan bir yolla Kumbaracı Yokuşu ile Beyoğlu’na çıkıldığı, diğer yolla ise Hendek caddesi ile Kulekapısı’na gidildiği anlatılır. Kumbaracı Yokuşu’nun o dönemde eski yapısını koruduğu, birbirinin sırtına binen ahşap hanelerden kurulu olup da insanın içini daralttığı anlatılır. Hendek Caddesi’nin ise geniş bir yol ve kârgir binalardan oluştuğu belirtilir. Beyoğlu’nun eski dönemlerde kupkuru bir dağ olduğu, öyle ki; atalarımızın İstanbul’u fethetmeye geldikleri vakit şimdiki Beyoğlu dağının tepesine bir baştan bir başa ordu kurdukları anlatılır.Kantarlarca gülle atan topların da Kulekapısı ve Kasımpaşa taraflarında toplanıp İstanbul’u ateşe tuttukları anlatılır. Ayrıca Hendek Caddesi’nde bulunan Galata Kulesi’nden atılan okların, topların Beyoğlu’na Kumbaracı Yokuşu’na kadar gittikleri belirtilir. Hendek Caddesi’nin Galata Kalesi’nin sahrasında olduğu , yüz sene öncesine göre Hendek Caddesinden geçen birilerinin Galata Kalesinin burçlarını görebildiği; fakat zaman içerisinde gerçekleşen birtakım değişimlerle Hendek Caddesi’nden Galata Kalesinin görülemez bir hale geldiği anlatılır.
“Şimdi bizim Hendek Caddesi dediğimiz yer yok mu? İşte o cadde tamam Galata Kalesinin sahrası idi. Bu caddenin selefi olan incecik bir yol dahi yine şu sahranın üzerinden gider idiyse de o zamanın terakkiyat-ı medeniyyesi asarından olarak astar bedeni biraz yükse1tilmiş bulunmakla yoldan geçenler hendek içini göremezlerdi. Yüz sene evvelisi ise bu duvar olmadığından o müthiş hendek herkesin gözüne çarpardı.”7
Yüz sene öncesinde bu kalenin içlerinde adam öldürüldüğü, şimdi ise burada ip ve halat büken sanatkarların olduğu ve kaledeki burçların bazılarının da bazı kimseler tarafından mesken edildiği, bu yüzden de kalenin eski dehşetinin kalmadığı anlatılmaktadır.
“Yüz sene evvelisi geçilmiş olsaydı kale bedeni üzerinde kan lekeleri ve kuruyup ağaç kökü damarları gibi değnek kesilıniş insan bağırsakları ve hele birçok kol ve bacak ve kafa kemikleri görülürdü. Nasıl ki muahharen tesviye esnasında birçok kemikler zuhur etmiştir de..”8
Kalenin içinde bulunan çukurların bir mezar görüntüsünde olduğu,burada düşman efradının saplanıp kalması için yapılmış kazıklar olduğu; yine kale içinde kemer şeklinde kapıların bulunduğu, bunların yürüyüş kapısı olduğu ve çok kullanıldığı anlatılır. Buranın daha ötesinde ise ipten kaçmış, kazıktan kurtulmuş kişilerin götürüldüğü, kale içindeki kapılardan biriyle bağlantılı Kanlıburç denilen yer olduğu anlatılır.
“Onun ismine ‘Kanlıburç’ derler. Yeniçeri dayıları Galata ve kapı içinden aşırdıkları gerek müzekker, gerek müennes aşırmaları ve kaçırmaları oraya götürürler, orada canlarını ya ırzları veyahut malları bahasına kurtaramayanlar mallarını ve canlarını kanları bahasına kurtardıkları için bu burca ‘Kanlıburç’ denilmiştir.”9
Yüz sene öncesine göre Kanlıburç denilen yerin bir kanara olduğu, yeniçeri sohbetçilerinin buraya Çubukçulariçi Mezarlığının hayratı olan tabutluktan bir teneşir getirip bunu yatak olarak kullandıkları,yeniçerilerin burada sohbet ettikleri, içki içtikleri anlatılır. Yeniçerilerin yataklarının yanındaki duvarda bulunan çivilere eşya ve silahlarını astıkları, şayet duvarda yağmurluk asılmış ise bunun tehlikeli bir durum olduğu ve oradan kaçmak gerektiği de anlatılır.
“Her zaman bu halde değildir, ama farkı da pek çok değildir. Ya bir tarafında bir de kaba hasır bulunur, ya bir hasır iskemle fazla olarak görülürdü. Bu iskemle kahvecilerin yalnız dört ayaktan ibaret arkasız iskemlelerinden olduğu için orada bulunduğu gece iskemle hizmetini değil belki masa işini görürdü. Eğer duvarda çiviler üzerine bir eski aba yağmurluk asılmış görülür ise orada durmayıp kaçmak lazım gelir idi. Zira yağmurluk hayra alamet olmayıp oraya mutlaka bir yeniçeri gözü ve bir de tabancasının ağzı açık olduğuna delalet ederdi.”10
Tanzimat öncesi dönemlerde yeniçerilerin sık sık ayaklanma çıkardıkları ve etrafta gördükleri herkese ve her şeye zarar verdikleri bilinen bir durumdur. 1790 yıllarının İstanbul’u hakkında bilgi veren Olivier, Kalyoncu askerlerinin davranışlarını şu şekilde anlatır:
“Kalyoncu askerleri genellikle çok asi ve disiplinsizdiler. Sefere çıkmadan önce limanda yapmadıklarını bırakmazlar. Hükümet de hepsini birden darıltmamak için bunları cezalandırmaktan çekinir. Bu gibi zamanlarda İstanbul’daki Yahudiler , Ermeniler, Rumlar ve hatta Avrupalılar pek ziyade endişelenirler. Gündüzleri bile Beyoğlu ve Galata’nın arka sokaklarında pek görünmeğe cesaret edemezler ve ortalık kararmadan evlerine dönmeğe gayret ve itina ederler.”11
O dönemde Beyoğlu’na çıkmak için Kumbaracı yokuşu’nun çok işlek olmadığı ; ama tüm tehlikelerine rağmen Hendek yolunun çok işlek olduğu da dikkat çeken bir başka husus olarak anlatılmıştır.
2.2. BEYOĞLU’NUN ESKİ EĞLENCELERİ
Beyoğlu’nun eski dönemleri romanlarda işlenirken özellikle Beyoğlu’ndaki eğlence şekilleri üzerinde durulup, eğlence mekanlarının geçirdiği değişim anlatılır. Ahmet Midhat Efendi, Hasan Mellâh Yahut Sır İçinde Esrar adlı eserinde o devirde İstanbul’daki kış sohbetlerine değiniyor. O asırda insanların eğlenmek için gidebilecekleri mekanların olmadığı, Beyoğlu’nda Naum’un Tiyatrosu ve Palais de Cristale yanında bir Fransız Tiyatrosu olmadığı belirtiliyor. Ayrıca çalgılı kahveler gibi eğlence mekanlarının da olmayıp, Beyoğlu’nun eğlence mekanları için gidilip gelinen bir yer olmadığı anlatılır. Öyle ki o dönemde gece değil gündüz bile İstanbul’dan Beyoğlu’na, Tophane’ye geçmek için bir deniz seferine ihtiyaç duyulduğu , yani ulaşım imkanının dahi olmadığı anlatılıyor. Kimi yerlerde mahalle kahveleri olduğu buraların da kibar ve namuslu insanların gidemeyecekleri yerler olduğu belirtilir.
“İmdi Beyoğlu'nun şimdiki eğlenceleri o asırda kimsenin haya1ine bile gelmemiş olduğu misillü, Gedikpaşa'da dahi bir Osmanlı Tiyatrosu veyahut o tiyatronun selefi olan "Souillier" dahi yoktu. Ötede beride bazı mahalle kahveleri varsa da, kibar gidemedikten başka, namusu üzerinde olan esnaf bile gidemezdi. Çünkü kahveler yeniçerilerin bazı erazili ile eşkıya-yı ümmet tarafından istila edilmişti. Kahvelere çıkan halkın bellerinde bir kucak silah bulunup, bunları yalnız muhafaza-i nefs için suret-i müdafaada kullanmayarak, zevk için suret-i taarruzda dahi kullanmak, onlar indinde adet idi.”12
İşte Beyoğlu’nun eğlence mekanları yönüyle zayıf olması sebebiyle; insanların, kış vakitlerinde uygun olan bir hanede toplanıp çeşitli şekillerde eğlendikleri anlatılır. Ahmet Midhat Efendi’nin Dürdane Hanım adlı romanında ise meyhane ortamı anlatılırken daha önceki dönemlere dair bilgiler verilir. Meyhane önlerinde bulunan büyük fıçıların yetmiş seksen yıllık fıçılar olduğu anlatılıp, o dönemdeki Bekrîlerin içme adetlerinden bahsedilir. Eski dönemlerde insanların daha büyük bardaklarla daha çok içki tükettikleri anlatılır.
“Şimdiki halde kendilerinin rakip ve kaim-i makamları olan damacanalara, binliklere, kadehlere karşı onlar bir tavr-ı pirane ve lisan-ı hal ile derler ki: Hey gidi züğürt şıklar hey! Bizim mukbil olduğumuz bereketli zamanlarda bu mahaller içinde "Bir kadeh!" veyahut "Bir mastika!" gibi tabirat kullanılmazdı. "Bir elli!" yahut "Okkalık!" denilip dört elli içmekle iktifa eden sarhoşların yüzüne bile bakmazlardı. Bir baş tömbekiyi nargilede içinceye kadar okkalığı sızdıran ve meze olarak dahi bir çeyrek turp ile iktifa eyleyen Bekrileri şimdi destgah önünde resmi görülen Baküs görseydi işret rububiyetinden bilistifa makamını onlara terk ederdi. Buraya "su" denilen şey ancak kapkacak yıkamak için girip, yoksa öyle bir kadeh rakının yanında koca bir bardak dahi su bulunduğunu o koca Bekr1ler görselerdi "Eyvah, ne günlere kaldık! Su ile mi keyif yetiştireceğiz!" diye pür-gazap olurlardı.”13
Beyoğlu meyhanelerinin eski müdavimlerinin yeniçeriler ve kalyoncular olduğu,sonraki dönemde ise onların yerini alan eğlence meraklıları arasında tulumbacılar, sırık hamalları, Rum sandalcıları ve yankesiciler olduğu belirtilir. Eski ve sonraki dönemlerdeki eğlence meraklılarının ortak özelliği olarak; içtikten sonra kendilerini kaybetmeleri ve kavgaya girişir bir yapıda olmaları belirtilir. Aralarındaki fark olarak ise eski dönemdekilerin silah olarak daha dikkat çekici ve donanımlı oldukları anlatılır. Sonraki dönemdeki kavgaların, suçların eskisinden az olmadığı da belirtilir.
“Yoksa bir meyhane içinde hay huy deyinceye kadar bir adamın dört beş yerinden yara yiyerek zaptiyeler yetişinceye kadar ya arka veyahut ön kapıdan savuşan katilin arkası sıra mecruhun dahi can vermesi ve katilinse izi bile belli olamaması veyahut zaptiyeler yetiştikleri surette zaten sarhoşken döktüğü kan kendi kanını da başına sıçratmış olan katilin beş altı zaptiye üzerine de saldırışı veya onlardan da bir kaçını yaralamak veyahut bir kaç süngü veya kurşunla kendisi geberip gitmek gibi neticeler vukua gelmesi şimdi dahi evvelkinden nadir değildir.”14
Ahmet Midhat Efendi’nin Bahtiyarlık adlı romanında da Senai Bey’in gittiği Beyoğlu’ndaki Flâmme Kahvesi sebebiyle, Beyoğlu’nun eski eğlence mekanları hakkında bilgi verilip Flâmme Kahvesi’nin eski hali anlatılır. Flâmme alev manasına geldiği için eskiden centilmenlerin gidip alev aldıkları yer olarak anlatılır. Flâmme’nin altı yedi sene sonra yanarak kalan dört duvarın Beyoğlu Belediyesi tarafından yıkılıp yerine bir tuhafçı mağazası ve üzerine üç dört katlı han yaptırıldığı anlatılır. Bu han içerisinde misafirhane, tiyatrohane, meyhana, kahvehane, mızıkahane, randevuhane, kumarhane gibi birçok eğlence mekanı bulunduğu anlatılır. Flâmme’nin devrin en meşhur ve büyük eğlence yeri olduğu, Avrupa’dan gelen sanatkarların en çok şöhret kazandıkları yer olduğu anlatılır. Eski dönemin Elhamra , Kafe Kristal gibi eğlence yerlerinin Flâmme yanında sönük kaldığı, yeterince rağbet alamadığı anlatılır. O dönemki Konkordya ve Alkazar’ın da Flâmme ile yarışamayacakları belitilir. Sanatkarların Flâmme’de yıldızları söndükten sonra yeniden parlamak için Elhamra’ya gittikleri anlatılır.
“Vakıa bunlar kapıların önünü binlerce gaz lemalarıyla donattıkları halde Flâmme’nin bir arşın kalın eski kârgir duvarlarına delinmiş olan irtifaı arzından pek az ziyade ve müstatil tabirinden ziyade murabba vasfına seza pencereleri içli dışlı iki kat camdan maada bir de demir kapaklarla mestur olmakla dışarıdan bakanlara hiçbir lem’a-i teşvik göstermezdiyse de onun alevi derununda olduğundan erbabı muhkemen mestur bir fener etrafında dönen pervaneler gibi hep Flâmme kapısına koşuşurlardı.”15
Tanzimat Devrine gelinceye kadar Beyoğlu’nda büyük eğlence mekanları yoktu. Beyoğlu’nda kahveler 1850 yıllarında çoğalmaya başlar. Salah Birsel’in Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu kitabında 1843 yılında Pera’ya sayfalarını ayıran Gérard de Nerval’in Beyoğlu’ndaki kahvelerden biri ile alakalı izlenimlerini görüyoruz.
“Nerval, 1843 yazında İstanbul’a düştüğü vakit bir yüzü Beyoğlu’ndaki Büyük Mezarlık Caddesi’ne (İstiklal Caddesi) , bir yüzü de Tepebaşı’na bakan bir kahve saptamıştır. Mevsim dolayısıyla yolun öteki yanına da masalar atılmış ve Nerval kendine uygun bir masa seçebilmek için bu yolda bir iki kez aşağı yukarı gidip gelmiştir. Nerval’in demesine göre burası Paris’in Champs-Elyées Caddesi’ndeki kibar kahvelere benzer. Beyoğlu’nun bütün zenginlikleri buradadır. Dondurma yenir, limonata, sütlü kahve içilir. Leylekler masa masa dolaşır. Müşterilerin kendilerine şeker ve bisküvi şöleni çekmesini bekler. Kahvede Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransız diliyle yayınlanan bütün gazeteleri vardır. Kimileri Journal de Constantinople, Echo de Smyrne , Portofolio Maltese, Courrier d’Athenes, Moniteur Otoman adlı bu gazetelerin hepsini toplar, onları, topuna göz atmadan kimseye vermez. Bir Rus , aynı saygısızlığı Nerval’e de uygulamış ve Nerval gazetelerden birini istediği halde yüzüne ters ters bakan adamı Paris’teki kahvelerin müşterilerine benzetmiştir.”16
Ahmet Midhat Efendi’nin Henüz On Yedi Yaşında adlı romanında da , Beyoğlu’nda bir randevuhaneye giden Ahmet Efendi’nin buralarla ilgili görüşleri belirtilir. Ahmet Efendi’ye göre Türklükte, İslamiyette, Osmaniyette böyle yerler yoktur, bu yerler Frenklikten gelmiştir. Ahmet Efendi, şapkaların girdiği her memlekette bu murdarlığın türediğini anlatır. Ahmet Efendi, şapka girmemiş yerlerde randevuhane bulunmadığını, randevuhanenin olmadığı yerlerde böyle işler yapanların ise rezil rüsvay olduğunu anlatır. Beyoğlunda ise nüfusun büyük çoğunluğunun veya bir kısmının bilinen, tanınan zinakarlardan oluştuğunu belirtir. Ahmet Efendi randevuhanelerin icadının Avrupa medeniyetinin yayılmasının sonucu olduğunu düşünür. Buradan Beyoğlu’nun eski dönemlerinde böyle eğlencelerin bize Avrupa yaşayışı ile geldiğini anlayabiliriz.
“Ey Frenkler! Türkiyede esareti men edeceğiz diye birtakım medeniyetperverane ve hürriyetperestane sözlerde bulunursunuz. Halbuki bizde hiçbir esir böyle kerhanelerde erazil-i avama ferşpah olmak için satılmaz. İşte size asıl esirler ki anaları babaları levs-i fuhş ile telvis için satıyorlar.”17
3. GÜNDELİK HAYAT
Beyoğlunda farklı inançlara sahip, farklı milletlerden, farklı lisanları konuşan birçok insan bulunmaktadır. Bunların her birinin değişik yaşam şekilleri, dünya görüşleri vardır. Değişik yapıda olan bu insanların almış oldukları eğitim de onların kişiliklerini etkilemektedir. Ayrıca birçok kültürün bir arada olmasından doğan bir kültürel çatışma yada kültürel etkileşim söz konusudur. Beyoğlu’nda Türk kültürü ile Avrupa kültürünün bir arada olduğu düşünülürse Beyoğlu’nda çok farklı yaşam şekillerinin oluştuğunu söyleyebiliriz. Bunlar günlük hayatın içerisinde insan ilişkilerini oluşturan unsurlar olarak kavga, eğlenme, tartışma, hırsızlık, entrikalar, dostluk, aşk gibi sonuçları doğurur. Beyoğlu’nda günlük hayat başlığı altında incelediğimiz romanlarda birçok unsur dikkatimizi çekmektedir. 1880’lerde İstanbul’a gelen Bertrand Bareilles, İstanbul’un Frenk Ve Levanten Mahalleleri adlı kitabında Beyoğlu’nun günlük hayatını çeşitli yönleriyle dile getirir.
“Pera, istediği kadar tepesine penbe ya da uçuk mavi renklere boyanmış yüksek evler sıralasın, tepenin ana eksenini bir tek düz sokak oluşturur. Sağa ve sola doğru da birkaç yan yol açılsa da, bu yollar hemen merdivenlere dönüşür. Son zamanlarda, bu yan sokaklarda sadece hamalların ya da bekçilerin akılda tutabildiği barbar isimlerin yazıldığı mavi tabelalar belirdi. Gündüzleri bile gerekmedikçe girilmeyen bu sokaklar, geceleri iyice ürkütücü bir hal alır: çok uzun aralarla sıralanmış gaz lambaları, kötü kötü kokan , kuşkulu köşeleri iyice karartır. Buna karşılık, Büyük sokak denen Pera Sokağı, yerel hayranlık sınırlarını aşan bir üne sahiptir.
…
İstanbul’a ilk geldiğimde, bu sokak yer yer çukurlar ve engebelerle kaplı dar bir labirent gibiydi: Ahşap evlerin cumbaları altından yürüyordunuz; karşılıklı evlerin üst kısımları birbirlerine öyle yakındı ki kediler, damdan dama atlıyordu. Bu sıkıntılı ve olukların durmadan beslediği , karanlıkta içine düşmekten asla kurtulamadığınız su birikintilerini yakından tanıdım. Sonunda birkaç yıl taş kaplanan ve modernleştirilen Büyük Sokak’ta ise, akşam belli bir saatten sonra , günahkar kalça çakalamalarıyla dolaşan tombul Levanten hanımların tuvaletlerini, flörtlerini hayran hayran izlemek mümkündü. “Bütün Pera” bu sokağa yığılıyor ve senli benli bir kalabalık itiş kakış içinde dolanıyor, piyasa yapan iyi giyimli insanlar, kahvelerin yüksek camları ardındaki masalarına kurulup onları izleyen müşterilerin bakışları altında sokak boyunca gidip geliyorlardı. Tüm yerel yaşamın özeti oradaydı. Birini bulmak, biriyle tanışmak , bir şapka ya da bir şemsiye satın almak, bir bira içmek , ya da evlenmek mi istiyorsunuz? Pera Sokağı’na gitmek zorundasınız.”1
3.1. KONAK HAYATI
Handan İnci Elçi’nin Roman ve mekan kitabında belirttiği gibi ev, insanın iç dünyasını ve yetiştiği kültürü birebir yansıtan önemli bir yaşama alanıdır. Bu açıdan ev psikoljik vesosyolojik çözümlemeler için verimli bir laboratuar işlevi görür. Ev, bir insanın ve kültürün kimlik kartı gibidir. Bu yönü dikkate alınınca ev, Bachelard’ın dediği gibi, “cansız bir dam altı” olmaktan çıkar ve “içinde oturulan mekan geometrik mekanı aşar.”2 Mekan ile insan arasındaki karşılıklı etkileşimleri araştıran bachelard’a göre ev, bir “ruh durumu”dur.3 Bunun için Bachelard, özellikle “içinde doğulan evler”in “salt bir fiziksel nesne olarak görülmemesi gerektiğini” söyler.4 “İnsan varlığının ilk evreni” olan bu evler hatıra izleriyle doludur.5 Evi bir barınak olmanın ötesine taşıyan en önemli unsur ise “insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük birleştirici güçlerden biri” olmasıdır.6 Bachelard’a göre “ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi” ; çünkü “ev insan yaşamında kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar.”7 Ev insanı doğanın fırtınalarına karşı koruduğu gibi , hayatın fırtınalarına karşı da ayakta tutar. Bu anlamda evin maddi ve manevi olarak iki yönü vardır. Yani ev, “aynı zamanda hem beden hem ruhtur.”8 İnsanın dünya üzerindeki varoluşunu bir mekan ve yer edinme problemi olarak ele alan Heidegger’e göre “ev, şöyle veya böyle barındığımız fiziksel bir yapı değildir. Ev, insanın dünyada ve varlık içinde temel bulunma biçimidir. Bu temel biçim, fiziksel evin ev olarak ortaya çıkışının ön koşuludur” ve “dünyada otantik
olarak yaşamadıkça fiziksel ev yetersizdir.”9 Böylece evin kendisinden önce orada nasıl yaşandığı problemi öne çıkar. Başka bir deyişle, “insanın ne kertede ‘sahih’ bir hayat sürdüğü, Heidegger’in de dile getirmeye çalıştığı gibi , o insanın evinden anlaşılır.”10
Yazar, roman kişisinin evini kurar ve anlatırken onun düşünce yapısını ve içinde bulunduğu zamanın şartlarını da en kestirme şekilde ortaya koymuş olur. Ev bir sonuçtur.içinde yaşayan kişinin kültürel ve bireysel niteliklerini vurgular.11 İstanbul’da Müslüman – Türkler’in oturduğu ilk apartmanlar Tanzimat’tan sonra hız kazanan batılı gibi yaşama arzusunun göstergesi olarak ortaya çıkmış ve uzunca bir süre ‘batılılığı’ vurgulamıştır. Apartman örneklerinin özellikle Beyoğlu civarında görülmesinin sebebi , buralarda “azınlıkların, yabancı elçilik ve okul personelinin, yani bir bakıma bati kültürü çerçevesinde bulunan ya da kendilerini bu kültüre yakın hissedenlerin yaşamasıdır.”12 Tanzimat’ın şehir yapısına, ev dokusunda en önemli etkisi, geleneksel Osmanlı mahallesindeki çözülmeyi başlatmasıdır. Osmanlı mahallesinin sınırları dinî ve etnik niteliklere göre belirlenmiştir. Tanzimat fermanının farklı din ve etnik kültürlere ait mahallelere yerleşme izni sağlamasından sonra batılılaşma heveslisi ailelerin gayrimüslimlerin yaşadığı Galata-Pera gibi bölgelere kayması Osmanlı mahalle bütünlüğündeki ilk çatlak olur. “Geleneksel Osmanlı mahallesinin kurucusu olduğu kadar yaşatıcı bir sembolü” sayılan ev ve ailenin batılılaşması , kısa zamanda mahallenin kendi içine kapalı dokusunu parçalar.13 Konaklar, Beyoğlu’nun hem tarihi açıdan hem de görsel açıdan ayrılmaz parçaları olmuştur. Konaklarda daha çok iyi eğitim alan, varlıklı, alafranga kültüre yatkın insanlar yaşamaktadır. Bunların büyük bir kısmını ecnebiler oluşturmaktadır. Konak içerisinde özellikle eğlenceler, misafir ağırlamalar, raks edip şarkı söylemeler dikkati çekmektedir. Buradan hareketle kişiler arasında aşk, intikam, öfke, dostluk gibi duygusal bağlar oluştuğunu ve çeşitli entrikalar sonucu birbirlerine tepkiler meydana geldiğini söyleyebiliriz. Konak hayatının bu geniş dairesini aşağıdaki şekilde inceledik.
3.1.1. KONAK EĞLENCESİ
Konaklarda yemekli, içkili, danslı eğlenceler dikkati çekmektedir. Konak sahipleri dostları için zaman zaman böyle eğlenceler düzenlemişlerdir. Ahmet Midhat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında, Rakım Efendi cariyesi Canan’ın piyano hocası Josefino’yu ziyaret etmek için Beyoğlu’na gider. Burada bir müddet Josefino ile Canan hakkında konuştuktan sonra birlikte içki içerler. Daha sonra Josefino Rakım’a piyano çalıp şarkı söyler. Bu buluşma sayesinde Rakım Efendi ile Josefino arasında bir yakınlaşma olmuştur.
“Jozefino hizmetçisi Mari'yi çağırdı, rakıyı ısmar1adı. Zaten hazır bulunduğu için Mari derhal getirip odanın orta yerindeki masa üzerine koydu. Madem iki kadehe birer parça şey koyup "sıhhatinize" diye Rakım ile toka ederek içtiler. Odanın bir tarafında piyano bulunduğundan, Rakım gözlerini piyanodan ayıramamakta olduğuna Jozefino dikkat eder:
Jozefino - Size biraz kitara çalsam birkaç da romans denilen şarkılardan çağırsam memnun olmaz mısınız?
Rakım - Sevincimden çıldırırım bile.”14
Rakım Efendi haftanın bazı günlerinde Mr. Ziklass ailesinin iki kızına Osmanlı Türkçesi dersi vermeye giderdi. Ders zamanlarında Can ve Margrit isimli kızlar onu dikkatle dinler, verilen ödevleri özenle yapar, zaman zamanda birlikte Osmanlı şiiri üzerine sohbet ederlerdi. Rakım Efendi yine ders vermeye gittiği bir gün Felatun Bey’i de misafir olarak konakta görür, bu sefer ders yerine ev halkı ile konakta eğlenilmiştir. Mr. Ziklass ailesi,Felatun Bey, Rakım Efendi birlikte yemek yerler, daha sonra Can ve Margrit birlikte piyano çalıp şarkı söyler. Bir ara polka havası çalınıp dans edilir.
“Misters Ziklas niçin dans etmediğini Rakım'dan sual eyledikte kadril, lansiye filan gibi oyunları yapabilmekteyse de polka ve vals oyunlarında başı döndüğünü arz la özür diledi. Felatun ise beş dakikadan beri Margrit'e bir defacık oynamak için yalvarıyordu. Nasılsa Margrit beyin hatırından çıkamayarak kalktı. Piyano başında yalnız Can kaldığı halde yine tempoları idare edebilirdi. Vakıa Felatun'un dans edişine söz yoktur. Zaten ayağında bombar gibi bir pantolon olup, pantolonun dahi adem-i müsaadesine mebni asla eğilmeyerek mum gibi dans ederdi.”15
Ahmet Midhat Efendi’nin Hüseyin Fellah adlı romanında Hürşid Bey eğlence ve sefahate düşkün birisidir. Galata’daki konağında bir zevcesi ve iki odalığı vardır. Hurşid Bey konak içerisinde eğlenceye düşkündür. Fakat kendisi sağlığını kaybettikten sonra konaktaki kadınlar tarafından ihmal edilmiştir. Kadınlar Hurşid Bey’le ilgilenmeyip kendi dairelerinde vur patlasın çal oynasın tabiri eğlenmişlerdir.
“Ol kadar ki kendisi bu odada inlerken, karıları öteki dairede çengiler ile çağnaklar ile ve kim bilir daha neler ile vur patlasın çal oynasın alemini germagerm ettiklerini görür işitir de sesini çıkaramazdı. Çünkü çıkaracak olsa ve ol babda hangi birisine edna bir söz söylese "Seni gidi hınzır kötürüm seni! Haline bakmıyorsun da daha ses çıkarıyorsun! Bilir misin seni ne yaparız? Billahi şu kötürümlüğünle beraber sokaklar ortasında sürünür kalırsın!" cevabını alıp melul mahzun sükuta mecbur olurdu.”16
Ahmet Midhat Efendi’nin Karnaval adlı romanında, Hamparson ailesinin her pazar akşamı kabul akşamları olduğu, bu akşamlarda kadın erkek birçok misafir toplanıp, bazıları müzik ve şarkı, bazıları ise oyun ve kumar ile gece yarılarından sabahlara kadar eğlence ile vakit geçirdikleri anlatılır.
“Yemek pek ziyade şetaretle geçti. Hatta bu akşam Madam Hamparson kendi şarabının suyunu daha az koyduğu cihetle bordo şişesine mısfından aşağıya indirerek gerek bunun ve gerek yek diğerini takip eden kahkahalarının tesirinden dolayı yüzünde peyda olan pembelikler o latif çehreye bin kat daha letafetler ilave etmekle resmi o kadar mümbesit olmuştu ki yer demidir yoksa gökte midir fark edemiyordu denilse mübalağa edilmemiş olur.”17
3.1.2. HİZMETÇİLER
Romanlarda konak hizmetçileri genellikle gizli işlerden haberi olan,konağın beyi veya hanımı ile gizli işler çeviren ve onların sırlarını tutan kişiler olarak görülmektedir. Konak içerisinde işlerini yaparlarken bir yandan da roman kahramanları hakkında çeşitli bilgilere vaki olurlar. Ayrıca konağın bütün düzeni de onlardan sorulur. Ahmet Midhat Efendi'nin Felatun Bey ile Rakım Efendi adlı romanında hizmetçilik değişik şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Rakım Efendi’nin evinde bulunan Çerkes cariye Canan evin bütün işleri ile ilgilenmektedir; fakat hizmetçi değildir. Mr. Ziklass’ların evinde bir aşçı çalışmaktadır ve Felatun Bey ile aralarında gizli bir yakınlık vardır.
“İçeriye girer girmez iri bir karı Rakım'ın boynuna sarılıp, kolları arasında sıkıştırarak Fransız lisanıyla "Zalim ne geç kaldın? Gözlerim yollarda kaldı, bu akşam da mayonezi üstüne başına dökecek misin?" demişti. Bu karının aşçı bir karı olduğunu ve mayonez meselesinin surd-i vukuunu anladınız mı?”18
Ahmet Midhat Efendi'nin Karnaval adlı romanında Hamparson ailesinin evinde çalışan hizmetçi Marianko vardır. Marianko evin hanımı Madam Hamparson ile Resmi Efendi arasındaki gizli ilişkilere, karnaval eğlencelerine şahittir. Madam Hamparson Marianko’ya kendisine yardım etmesi için para teklif etmiştir. Karısının durumundan şüphelenen Hamparson Ağa da hizmetçiyi tehdit ile konuşturmaya çalışmış, başarılı olamayınca o da para teklif etmiştir. Marianko da evin beyine bildiklerini anlatmıştır.
“Vakıa vaadini tutmamak dahi Mariyanko'nun zihnine gelmişti. Zira Mariyanko bir eşek karı değildi. Kendi kendisine "Heriften paraları alırım. Sonra karısına da haber verip birçok para daha alırım. Artık kovulsam da beis yok. Ben de işimi yoluma koymuş olurum" dedi ise de böyle bir kancıklık yaparsa koca bir Hamparson Ağa’nın elinden mümkün değil kurtulamayacağını gözü önüne alarak son bahşişi ağadan almak ve artık bir sadakat-ı meşruayı dahi efendisine etmiş olmak için bu tasavvurdan vazgeçmişti.”19
Ahmet Midhat Efendi'nin Esrar-ı Cinâyât adlı romanında değişik konaklarda bulunan hizmetçiler farklı görevlerde yer almış bir şekilde anlatılır. Halil Suri’nin konağında bulunan hizmetçi ona ait bütün sırları bilmektedir. Öyle ki; Halil Suri yaralanıp yarasını hizmetçiye pansuman ettirmiş ve bunun bir sır olarak kalmasını istemiştir. Bu romanda Hediye Hanım’ın konağındaki kâhya kadın da Hediye Hanım’ın bütün sırlarına, oyunlarına vakıftır ve ona yardımcıdır.
“Osman Sabri Efendi keyfiyeti Halil Suri’nin kızına sordukta onun dahi haberi olmadığına dair bir cevap aldı. Uşaklara, hizmetkarlara sordu. Yalnız yatağı düzeltmiş olan kızın haberi varsa da, efendisi bu yaradan kimseye haber verecek olursa kendisini şöyle edeceğinden böyle edeceğinden bahisle tehdit etmiş olduğu için, o zamana kadar hiçbir kimseye haber vermemiş. Geceleri Halil Suri yarasını değiştirirken kız dahi yardım eylermiş.”20
Ahmet Midhat Efendi'nin Demir Bey yahut İnkişâf-ı Esrâr adlı eserinde de, Demir Bey’in konağında iki yukarı halâyığı, bir arap cariye, aşçı başı Şaban Ağa, harem kahyalığı görevinde Mehmet Ağa, bahçıvanlık yapan Selim Nişo gibi hizmetkarlar dikkati çekmektedir. Bu konakta iki de cariye vardır; ama bunlar hizmetçi gibi görülmemektedir.
“Mustafa Kameruddin Bey konağın kapısını dakkederek Mehmet Ağa kapıyı açtı. Bereket versin ki kapıyı açan Mehmet Ağa oldu. Bahçıvan Selim Nişo veyahut Aşçı Şaban kapıyı açmış olsalardı, çünkü bunlar beyin Fransa’ya azimetinden sonra konağa intisab eylemiş olduklarından beyi tanımazlardı. Mehmet Ağa ise eski emektarlardan olmakla beyin kapıdan girdiğini görür görmez koşup eteklemekle sarılmak harekatını birbirine katarak…”21
Ahmet Midhat Efendi'nin Müşahedat romanında Siranuş ve Agavni’nin kaldıkları han şeklindeki büyük konakta da,binaya giren çıkan herkesi karşılayıp, onlarla ilgilenen, Fransızca bilen bir Rum hizmetkar vardır.
“Uşak sordu ki:
- Üç kadından hangisi için Mösyö?
- Hangisi olursa olsun. Eğer o esmere takdim olunursa asıl mürselün
ileyhasını bulmuş olur.
Uşaktaki istiğrab tavrı daha ziyade arttı. Adeta görülüyor ki herif, benim yanlış kapı çalmış olduğuma zahibdir. Bu haneye, bu kadınlara öyle birçok yabancılar tarafından vizite kağıtları getirilmek mutad olsa, uşakta bu istiğrabların görülmeyeceğini hesap ediyorum.”22
Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanında alafranga sevdalısı Bihruz Bey’in de bir hizmetkarı vardır. Bihruz Bey çok sevdiği arabası ile gezintiye meraklı olduğu için; onun hizmetkarı arabasından sorumludur. Fakat alafranga özentisi sebebiyle gereksiz yere paralar harcayan Bihruz Bey servetini kaybeder. Hizmetçisi de onun yanından ayrılır.
“Mösyö Kondoraki, Bihruz Bey'den dört yüz bu kadar liraya sayarak önceden aldıgı liralarla hakkım tamamıyla kapattıktan sonra bir otuz lira da kazanç olarak almışken, bununla da yetinmeyerek elindeki bir senet gereğince kalan para olan yüz elli liraya karşılık olarak da beyin arabasını, hayvanlarını ele geçirmek için zihninde bir yol arayıp duruyordu. Bunların kendi ayağına kadar geldiğini haber alınca aşın memnun oldu. Arabanın fabrikaya, hayvan1ann ahıra çekilmesini ve arabacı Andon'un da savulmasını işbaşıya emretti. İşbaşı da aldığı emri hemen yarine getirmeye kalkıştı.”23
3.1.3. ENTRİKA
Bu bölümde özellikle konak içindeki gizli olaylar ve arkadan çevrilen oyunlar ele alınmıştır. Beyoğlu’nun Avrupa kültüründen etkilenmesi sebebiyle insanlar çıkar amaçlı ilişkiler kurmuş ve bunlar konak hayatına da önemli ölçüde yansımıştır. Ahmet Midhat Efendi'nin Hüseyin Fellah adlı romanında hilekar kadın tipiyle karşılaşıyoruz. Kadınlar Hurşid Bey’in zevke sefaya düşkün olduğu sağlıklı zamanında onunla bolca vakit geçirip mallarını istila ederken hastalandığı vakitte hiçbir ilgi ve alaka göstermeyerek, onu yalnızlığa mahkum etmişlerdir. Burada kadınların erkek arkasından iş çevirmeleri göze batmaktadır.
“Evet, böyle olsa pek güzel birşey olurdu. Hatta bunun has retini Hurşid dahi çekerdi. Ancak artık iş işten geçmişti. Çünkü herif esir-i firiiş iken karılar kendisinin iade-i hayat edeceğine inanamayarak ve herbiri kendi başının çaresini aramak kaydına düşerek Hurşid'in hazinelerine müstevli olmuşlardı. Binaenaleyh Hurşid aklını başına aldığı zaman konağın zimamı idaresini eline almak için aradı ise de bulamadı. Bilakis kendi zimam-ı hürriyet ve ihtiyarını karıların eline teslim ederek mal kendinin iken onların bir lokma ekmeğine kendisini muhtaç görmeğe başladı.”24
Ahmet Midhat Efendi'nin Karnaval adlı romanında, Madam Hamparson ve Resmi Efendi arasında başlayan gizli aşk ve birlikte balo eğlencelerine gitmeleri, onların planlar yaparak gizlice buluşmalarına sebep olur. Hamperson Ağa bu durumdan şüphelenir. Madam Hamparson kocasının güvenini kazanmaya çalışır, şüphelerinden dolayı ona kızar, alafranga bir beye kıskançlığın yakışmadığını söyler ama diğer taraftan da Resmi Efendi ile planlar yapıp gizlice karnavala gider, Resmi Efendi’yi hizmetçinin odasında saklayıp, herkes yattığı vakit onunla görüşür.
“Resmi burada tam eylediği akşam saat kaçta adet edecek olursa bermutat resmi veda icra ederek gittiği zaman doğruca Marianko’nun odasına gidecek orada lüzumu kadar oturacak, biz yattıktan ve artık ağanın bizim odaya gelmeyeceği tahakkuk eyledikten sonra resmi odaya gelecek. İkiniz dahi artık merhamet edip bizi her türlü tehlikeden muhafaza edeceksiniz.”25
Ahmet Midhat Efendi'nin Esrâr-ı Cinâyât adlı romanında Hediye Hanım cariyesi Peri’yi kandırarak onun Mustafa ile ilgilenmesini, Mustafa’yı kalpazanlığa ikna etmesini ister. Peri ise önce Hediye Hanım’ın dediği gibi Mustafa ile ilgilenir, evlenmek istediğini, para için Hediye Hanım’ın yardım edeceğini anlatır. Böylelikle Peri’nin sevgisine inanan Mustafa, Hediye Hanım’ın kendisine teklif ettiği konak içerisinde darphane açıp kalpazanlık yapma teklifini kabul eder. Fakat Hediye Hanım Halil Suri’den de menfaati olduğu için Peri’yi sonradan Halil Suri ile ilgilenmeye ikna eder. Hediye Hanım’a göre Mustafa’nın parası yoktur. Bu duruma Mustafa çok üzülür, Hediye Hanım ile Halil Suri’nin konak içerisinde gizli işler çevirdiğinin farkındadır. Halil Suri yasadışı işler yapıp Hediye Hanım’la ortak çalışmaktadır. Aynı zamanda Beyoğlu Mutasarrıfı Mecdettin Paşa da Hediye Hanım’a aşık olduğu için ihtiyaç duydukları konularda onlara yardım eder.
“-Zaten söylenmiş şeyleri tekrara ne gerek var? İşte bir kalpazanlıktır edeceğiz. Fakat Hezarfen Mustafa’ya layık olan bir derecesini yapalım ki bir zaman gördüğüm kalpazanlara benim dediğim gibi halk bana ‘Amma ne eşekmiş!’ demesin. Bunun içinse sermaye ister.
-İstediğin kadar sermaye hazırdır. Fakat bu işte Halil Suri’yle dahi bir müzakere lazım geliyor.”26
3.1.4. EĞİTİM
Konaklarda bazen cariyelere, evin kızına hoca tutulması karşılaşılan bir durumdur. Çünkü alafranga hayatta bir kızın Fransızca bilmesi, piyano çalabilmesi önemli bir husustur. Bu yüzden konaklarda muallimelere yer verildiğini görüyoruz. Ahmet Midhat Efendi'nin Felatun Bey ile Rakım Efendi adlı romanında, Mr. Ziklass kızlarının Osmanlı Türkçe’sini öğrenmesini ister. Bu yüzden Rakım Efendi haftanın bazı günlerinde ders vermek için konağa gider. Bunun yanı sıra Rakım Efendi de kendi cariyesi Canan’a Madam Josefino’dan piyano dersi aldırır. Ayrıca Rakım Efendi kendini yetiştirmeyi seven bir insan olduğu için Beyoğlu’ndaki Ermeni dostunun kütüphanesine gidip orada Fransız romanlarının ve tiyatro eserlerinin, şiir ve edebiyatının değişik eserlerini inceleyip tarih, coğrafya ,hukuk gibi konularda da bilgi edinirmiş. “Lakin Rakım Efendi'nin aldığı terbiye ve gördüğü tahsil öyle her hal ü vakti yolunda adam evladına müyesser olamaz. Kendi hahişi ve dadısının sevk ve teşviki sayesinde Arabiden sarf u nahiv filandan mada Risale-i Erbaa'yı, şerhleriyle beraber layıkıyla gördü. Hele mantık cihetini tasdikat-ı hitamına kadar pek kuvvetli tahsil eyledi. ilm-i hadis ve tefsirde oldukça behre kazandı. Fıkhı dahi gözden geçirdi. Farisiden Gülistan ve Baharistan ve Büstan ve Pend-i Attar ve Hafız ve Saib'i tekmil etmekten kat-ı nazar en münteha parçalarını ezber dahi eyledi. Fransızcaya gelince: Bir kere lisanda rüsilh peyda eyledi. Bade Galata’daki dostundan hikmet-i tabiiye, kimya, teşrih-i menafiü'l-azayı oldukça tahsil edip Beyoğlu’ndaki Ermeni dostunun kütüphanesinde dahi coğrafya, tarih, hukuk ve muahedat-ı düveliyyeye dair lüzum derecesinin fevkinde dahi malilmat topladı.”27 Ahmet Midhat Efendi'nin Demir Bey yahut İnkişâf-ı Esrâr romanında evin hanımı Feride Hanım iki cariyesi Mehtap ve Afitap’a müzika dersi aldırmaktadır.
“Feride ahiret evladı edindiği iki cariyeye müzika meşkettirdiği ve çocuklar ustaları delaleti ile güzelce çalgı çalmaya muktedir bulundukları halde dahi demir bey muzikadan hoşlanmaz ki çocuklar ile eğlenebilsin.”28
3.1.5. AİLE HAYATI
Alafranga yaşayışın izlerinin görüldüğü Beyoğlu’nda aile hayatı kimi zaman düzenli ve samimi ilişkilerle karşımıza çıkarken kimi zaman ise aile içerisinde bağların kopuk, iletişimin zayıf olduğu görülür. Aile içi ilişkilerin zayıflamasının bir takım sebepleri vardır. Konak içerisindeki eğlenceler de aile ilişkilerini bozacak bir hususiyet gösterebilir. Ahmet Midhat Efendi'nin Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında İngiliz Ziklas ailesi, birbirlerine uyum sağlayan, saygı ve sevgilerini kaybetmemiş, birbirleri ile iletişime açık karı koca ve iki çocuktan oluşmaktadır. Bu aile eğitimli ve terbiyeli bireylerden oluştuğu için kızlarına derse gelen hocanın da güvenilir olması onlar için önemli bir husustur. Ayrıca bu aile kendi inanç ve kültürüne göre yaşamaya itina gösterir.
“İşte o günkü muayene bu suretle icra olunup ancak bu muayene esrarından ne kızların, ne Rakım'ın, ne de hatta Madam Ziklas'ın asla haberleri yoktu. O Akşam Misters Ziklas gündüzkü muayene esrarını karısına açtı ve kızın derdine ilaç ancak kendisini Rakım'a vermek olduğunu dahi söyledi. Vay Madam Ziklas'taki telaş, teessüf-i şedide! İtiraz kat' iyen reddeyledi. Kızın bu kadar amcazadeleri, dayızadeleri filanları varken başkasına ve bahusus bir Türk'e ve bahusus kendi hocasına vermek arını nasıl hazmedebileceğini kocasına sorarak ölümüne razı olmak lazım geleceğini hükmeyledi ...”29
Ahmet Midhat Efendi'nin Hüseyin Fellah romanında Şehlevend Hanım, kocasının öldüğü konusunda yalan bir haber alınca üzüntüden kendisini kaybetmiştir. Bir taraftan kendisine gelen evlenme tekliflerine hayır derken , diğer taraftan da Cihangir’deki konaklarının sahipsiz kalarak eşyalarının hizmetçiler tarafından çalınıp satılması üzerine Safi Efendi adında bir adamın evlenme teklifini kabul eder. Bir müddet sonra öldüğünü sandığı kocası çıkagelir; Hasna Hanım ölmekten beter olur; fakat iş işten geçmiştir, yeni eşi Safi Efendi ise bir anda kayıplara karışmıştır. Hasna Hanım kızı Şehlevend ile yalnız kalmıştır. Burada aile hayatının özellikle kadınlar için önemli olduğu ve kadınları kimsesiz kalmaktan kurtardığı dikkat çeken bir noktadır.
“Hele Safi Efendi’yi hiç sormayınız, hiç aramayınız. Pederin avdeti üzerine yer yarılmış da yere geçmiş. Nihayet iş şeyhülislam kapısına dayandı. Üç tarafın vekilleri toplanarak davaya bakıldı. Ancak valide “Artık İsmail Ağa’nın yüzüne bakacak yüzüm kalmadı,onu istemem. Kendisine etmiş olduğum alçaklık
elverdiği ve hatta arttığı için ziyadesine lüzum kalmadığından Safi efendi’ye de varamam. Bakiyye-i ömrümü yüzümün karasını setrederek makhuriyetle geçireceğim.” cevabını vermiş olduğundan iş kolayca bitirilmişti.”30
Ahmet Midhat Efendi'nin Yeryüzünde Bir Melek romanının kahramanlarından Şefik ve Raziye birbirlerini çocukluktan itibaren sevmiş olmalarına rağmen, aralarına giren kişiler, çekemeyenler, oynanan oyunlar sebebiyle uzun bir süre evlenemeyip ayrı kalmışlardır, her şeye rağmen birbirlerine sevgilerini korumuş, atılan iftiraların asılsız olduğunu anladıklarında ise tüm zorluk ve engellere rağmen evlenmeyi başarmışlardır. Şefik Beyoğlu’nda yaşayan ve Avrupa’da eğitim görmüş bir doktordur. Raziye Beyoğlu’na gelin gider.
“Yengelik vazifesi bittabi Nimetullah Hanım’a terettüp eden bir vazife olup şu kadar var ki iş bu dar-ı zifafta bulunan gelin ve damat ve yenge vesair bu misillü cemiyetler azasına makis olmadıklarından Şefik, Raziye'ye ilk hitabını şu surette ibraz eyledi:
Şefik: -Senin huzuruna hakk-ı sahih-i şer'i ile işte bu gece giriyorum
Raziyeciğim! Vakıa ömrümün en müsait kısmı bir yeis ve hırman ile geçti.
Ancak sana bu hakk-ı sahih ile bir haftacık refakat üzere ömür geçirsem onun
kıymeti şimdiye kadar gördüğüm mahrumiyetlerin cümlesini maaziyadetin
tazmin etmiş olacaktır.”31
Ahmet Midhat Efendi'nin Karnaval romanının kahramanları Madam Hamparson ve Hamparson Ağa arasında neredeyse otuz yaş fark vardır. Hamparson Ağa gençliğinde alafranga yaşayışa , eğlenceye önem vermiş, yaşlanmaya başladığı zamanlarda ise genç bir kadın olan Madam Hamparson ile evlenmiştir. Madam Hamparson zeki, güzel, nazik, hoş sohbet bir kadındır, alafranga yaşamayı sever. Her mecliste erkeklerin ilgi odağıdır. Bazı erkeklerin rahatsız edici tavır ve sözlerinden hoşlanmamaktadır. Eşi Hamparson Ağa ise karısı ile yeterince ilgilenmemekte, alafranga yaşayışa göre kıskanmayı eşeklik olarak kabul etmekte ve yine alafranga yaşayışa göre karısı ile ayrı odalarda yatmaktadırlar. Genç ve güzel bir kadın olan Madam Hamparson’un eğlenebileceği yerlere gitmezler, genelde konak içinde eğlenceler düzenlerler. Konak içerisinde ise çok fazla iletişimleri yoktur, genelde misafirlerle birlikte yemekli , sohbetli eğlencelerde birarada bulunurlar. Burada da kendi eğlenceleriyle meşgul olan bir aile tablosu çizerler. Madam Hamparson eşine sadık olmaya dikkat ederken, gelişen olaylar sonucu Resmi Efendi’nin zeka ve terbiyesinden etkilenir. Onunla aralarında gizli bir birliktelik başlar, birlikte balolara da giderler. Hamparson Ağa bu durumdan şüphelenir; ama inanmak istemez. Bu şüpheleri sebebiyle karısının odasına birkaç kez baskın yapar; ama karısını yakalayamaz. Neticede soğuk bir aile ilişkisinin sonunun hüsranla bittiğini görüyoruz.
“Madame Küpeliyan koştu yetişti ama Hamparson Ağa’nın elinden bastonu almak mümkün mü? "Bu baston kimin? Sahibi nerede?" diye hemen yapıştırdı. Bastonun ucu kadının vücudu üzerinde kırılarak püskül gibi olmuş. Herifte hala merhamet yok. Merhamet etmemekte dahi yerden göğe kadar hakkı
var! Derken Resmi'nin fesi, saati potinleri dahi orada bulunmaz mı? Artık inkara mahal mi var? Hamparson Ağa "Eşyası burada kendisi nerede?" diye kudurdukça kudurur. Durmadan bastonu yapıştırır. Madam Hamparson'un vücudundan çıkan kanlar beyaz gömleği çubuk çubuk kızartmaya başladı. Küpeliyan sopayı kavramak için birkaç defa hücum eyledi ise de o dahi birkaç baston yiyerekric'ata mecbur oldu.”32
Ahmet Midhat Efendi'nin Esrâr-ı Cinâyât adlı romanında karşımıza çıkan Halil Suri, eşini kaybetmiş , kızı ve ailesi ile yaşayan bir insandır. Karakter olarak menfaatçi, hilekar ve düzenbaz bir yapıya sahip olduğu için karısı sağken rütbeli beylerin ona ilgi göstermesinden hoşlanır, karısını da onlara ilgi göstermesi için uyarır, bu durumu da kendi menfaatine kullanırmış. Ahlakı bozuk olan Halil Suri eğlenceye de düşkünmüş. Karısının ölümünden sonra konakta kızı ve annesi ile yaşar; fakat onlarla gün içerisinde yaptıklarına dair hiçbirşey konuşmazmış. Bunun sebebi de yasa dışı işlerle meşgul olması imiş. Buradan da yine bozuk bir aile tablosu ile karşılaştığımızı söyleyebiliriz.
“ –Maslubun göğsünde bir yara vardır. Bu yara kimin silahıyla açıldığını biliyor musunuz?
Validesi – Nasıl yara?
- Vay , sizin yaradan haberiniz yok mu? Oğlunuzun sağ göğsü üzerinde koca bir kurşun yarası var ki arkasından çıkmış.
- Eyvahlar olsun, yara da mı var?
- Şimdi açılmış şey değil, bir aylık kadar eski bir yara.
- Hayır efendim, benim asla haberim yoktur.”33
Ahmet Midhat Efendi'nin Bahtiyarlık romanının kahramanı Senai Bey de Cihangir’deki evlerinde annesi ile yaşar. Fakat yaşayış şekilleri farklı olduğu için annesi ile pek anlaşamaz. Annesi evlenmesini istemesine rağmen o bunu alafrangalığa uygun bulmaz, annesinin mücevherlerini alıp eğlence aleminde kadınlara hediyeler götürür. Burada anne ile oğulun farklı kültürlere sahip olmasından doğan aile içi bir uyuşmazlık dikkati çeker.
“Senai’nin validesi Cihangir taraflarında bir hane mübayaa ederek oğluyla beraber oturmakta ve kocası Yamalı Musa’nın hane masrafı olarak tahsis etmiş olduğu sekiz lirayla kendisini pekala geçindirmekteyse de Yamalı Musa’nın Senai’ye tahsis etmiş olduğu on lira aylık kifayet etmek şöyle dursun validesinin dizi altınları ve bilezik, küpe yüzük gibi elmasları dahi bir yandan sökülüp gitmekteydi.”34
Ahmet Midhat Efendi'nin Demir Bey Yahut İnkişâf-ı Esrâr romanının kahramanı Demir Bey, mert , biraz sert yapılı ; fakat merhametli bir insandır. Karısı Feride Hanım onu hem sevmekte hem de ondan korkmaktadır. Demir Bey, Feride Hanım’dan yaşça büyüktür, karısına mahkum olan, onun her işine karışan kocalardan değildir. Karısına kızacak olsa bile sonradan gönlünü almayı bilir. Fakat Feride Hanım eşi ile alakalı bazı gerçekleri sonradan öğrenir; ama bundan dolayı eşi ile bağını koparmaz.Bunların Mustafa Kamerüddin adında bir oğulları vardır. Oğulları terbiyeli, iyi eğitim almış bir gençtir. Burada alaturka yaşayışa göre kurulmuş sağlam bir aile tipi karşımıza çıkmaktadır.
“Servet ü saman karısının olmakla beraber zevceye mahkumiyet bu adanda görülmez. Fakat zevceyi taht-ı kahr-ı esaretine de almaz. Zevcesini hudud-ı vezaifi haricine çıkartmadığı gibi zevcesinin daire-i hukuku dahiline de kendisi taarruz eylemez. Zevcesini tekdir eylerse tahkir için değil, ıslah için tekdir eder. Tekdirini müteakib vech-i şefkatinde muhlisane, muhibbane, tebessümleriyle kalbindeki terahhum ve muhabbeti yine temin eyler.”35
Ahmet Midhat Efendi'nin Müşahedat adlı romanında evli olmadıkları halde birlikte yaşayan Refet ve Agavni karşımıza çıkar. Ayrıca Vartov Dudu ve Boğus Ağa da Siranuş’un manevi ailesi gibidir. Agavni’nin annesi ile babasının evlilikleri anlatılır. Buna göre ; babası Antuvan Kolariyo karısı ile severek evlenmiş ; fakat bir müddet sonra kadının başkalarıyla birlikte olması üzerine evlilikleri bozulmuştur.
“Antuvan Kolariyo bu kızı sevdikten sonra. başka sevdazedelerini ürküten, korkutan hallerine ehemmiyet vermeyerek, hemen izdivacına talib olmuştu. Drahoma filan istemek şöyle dursun. tedarikatını itmam etmesi için kendi kesesinden kıza beş yüz karamiç altını vermişti. Bu muamele-i civanmerdaneye ne demeli? Fakat zavallı adamcağız henüz bir haftalık, on beş günlük güveyi olarak, bir gün güzel zevcesiyle mülaabe ve nüvaziş halinde iken zevcesinin karnı nisbet-i lazimesinden ziyade büyük olduğu gözüne ilişti. Bir de yedd-i dikkatle temas eylesin baksın ki, derunundaki cenin günbür günbür oynuyor. Üç aylıktan ziyade.”36
3.2 ASAYİŞ
Tanzimat Devri romanlarından hareketle Beyoğlu’nda , bir tarafın eğlence hayatına dalmış olmasından, bir yerlerde ahlak bozukluklarının hat safhaya çıkmasından, yalanlardan, hilelerden, ihanetlerden , vahşilikten doğan bir takım toplumsal bozukluklar olduğu görülmektedir. Öyle ki devlet adamları dahi menfaatlerine yarayacak durumlarda ahlakı, hakkı, adaleti görmezden gelmiş, menfaatlerine uygun şekilde istedikleri gibi davranmayı tercih etmişlerdir. Adalet, toplumda asayişi, huzur ve düzeni sağlayıp bunun devamlılığını korumakla yükümlü iken; kültürel yozlaşmaların olduğu, insanların neyi niçin yaptıklarını bilmedikleri ya da bir sebep aramadıkları bir ortamda asayişi ve adaleti sağlayabilmek ne ölçüde mümkün olabilir? İnsanların zevk ve eğlenceler adına yaşadığı, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyip kendi menfaatine uyan durumlara baktığı , kavgaların eğlence sayıldığı ve toplumun kendi özüne yabancılaştığı,ana babaların maddi yetersizlikler sebebiyle evlatlarını kötü bir yaşama ittiği bir devirde ve ortamda adalet mekanizmasını sarsmaya çalışacak birçok olay yaşanabilir. İşte Beyoğlu da böyle bir bozukluğun içerisinde karşımıza çıkmaktadır.
3.2.1 SUÇLAR
Beyoğlu’nda yaşanan renkli ve eğlenceli bir hayatın yanı sıra ; bozuk toplum yapısından kaynaklanan ve Beyoğlu hayatının diğer bir yüzü olan hırsızlık, cinayet, yaralama gibi olaylar da romanlarda konu olarak işlenen ve Beyoğlu hayatında dikkati çeken bir diğer durumdur. Ahmet Midhat Efendi'nin Hüseyin Fellah romanının kahramanlarından
Halatçı Ömer, Şehlevend Hanım ve annesini koruyup, onların her türlü ihtiyacını karşılamaya çalışan, onları yalnız bırakmayan bir kişidir. Hasna Hanımlar’ın düşmanı Hurşid Bey bir gün Ömer’i yanına çağırır, ona Hasna Hanımlar’ı terk ederek kendisi için çalışmayı teklif eder. Bunun üzerine Ömer sinirlenir ve Hurşid Bey’i yaralar. Hurşid Bey , Galata Kadısı ile de konuşarak bu olayı Ömer’in aleyhine çevirir ve Ömer , ömür boyu kürek mahkumluğuna çarptırılır. Burada Galata Kadısı’nın da hatır ile iş yaptığı dikkati çeken bir husustur.
“Ömer bu lakırdıyı işittiği gibi “Bre hain hınzır! Sen o biçarelari bu hale getirdin, onların zararı, perişanisi sayesinde daire, debdebe sahibi oldun. Şimdi sana layık olan şey onları bakmak iken bilakis bütün bütün sokakta bırakmayı istiyorsun. Ben seni öldürmeyim de kimi öldüreyim? Seni öldüren kanlı olmaz, gazi olur!” diye belindeki bıçağı çektiği gibi Hurşid’in karnına sokar. Bunun üzerine bir vaveyladır kopar. Hurşid’in uşakları gelir yetişir. Ömer’i tutarlar. Derhal kolluğa verirler.”37
Ahmet Midhat Efendi’nin Dürdane Hanım romanındaki Rum Papazoğlu, hayatını hısızlık yaparak sürdüren bir kişidir.
“-Uzun etme be Sohbet! Bilirsin ki bende para olduğu zaman hiç esirgemem. Hatta geçen günkü vurgunda bizim ihtiyar Vasil'e bir kat urba bile aldığımı bilirsin ya?
-Fakat bak şimdi ayağında kundura ve kıçında pantolon kalmamış.
-Bizimkisi öyledir. Bugün beş on liralık bir şey çarpıp beyler gibi giyinir kuşanırsın, yarın bir kumarhanede bu hale girersin.
-Hala şu kumardan vazgeçmedin gitti.
-Ben elime geçen paraları tutmuş olsaydım şimdi Kirya Papazoğlu Andonaki diye itibarlı bir sarraf olurdum. Fakat bundan sonra aklımı başıma alacağım Sohbet! Hele bu akşam beklediğim herHi bir güzelce kesimine getirirsem yarın sen beni görürsün.”38
Ahmet Midhat Efendi’nin Karnaval adlı romanında gördüğümüz Zekayi, alafranga yaşamayı seven, eğlenceye düşkün, gösteriş meraklısı, evli olduğu halde dost hayatı da yaşayan, ahlakı bozuk bir kişidir. Dostu olan Benli Helena’ya Beyoğlu’nda bir daire tutar. Helena’nın da , Nizami adında bir dostu daha vardır. Helena , gündüzleri Zekayi Bey ; geceleri de Nizami ile vakit geçirir. Helena’nın genelde Zekayi’nin yanında olmasına kızan Nizami , yine Helena’yı aradığı bir gün onu evde bulamayınca Zekayi ile olduğunu düşünüp onların eve gelmelerini bekler, onlar gelmeyince de kızıp bu sefer Helena’nın evini yakar.
“Nizami rezaletin bakiyesini hanede itmam etmek üzere doğru Helena’nın hanesine kadar geldi ve karı ile dostunu pek çok bekledi ise de onların avdet etmediğini görünce hiddetinden ne yapacağını bilemeyerek haneye ateş vermeye kalkışmıştı. Bu hal yalnız Andonaki’yi değil, konuyu komşuyu da telaşa düşürdüğünden zaptiyeye müracaat mecburiyeti baş gösterip binaenaleyh iki zaptiye sarhoş Nizami’yi kaldırmışlar ve Beyoğlu mevkiine götürmüşlerdi.”39
Ahmet Midhat Efendi’nin Vah adlı romanı kişilerinden Ferdane Hanım ile dostluk yapan bohçacı kadın Despino, Ferdane’nin bir resmini geri getirmek koşuluyla onun evinden gizlice alır. Bu resmi Necati Bey’e gösterdikten sonra kendi elbiselerinin içine saklar ve Behçet Bey’in konağına gittiğinde elbiselerinin içindeki resim ve bir de mektubu farkında olmadan düşürür. Bu resmi bulan Behçet Bey, Ferdane Hanım’ın kendisine ilgi göstermeyişine kızar ve Beyoğlu’na gidip resim kopyası yapmayı öğrenir. Behçet Bey , kopya resim ile Ferdane Hanım’a yaptığı birkaç uyarıya rağmen Ferdane Hanım’dan hala yüz bulamayınca Ferdane Hanım’ın çeşitli şekillerde fotoğraflarını yapar, evliliğinin bitmesine, kocasının ölümüne sebep olur. Bu olanlara inanamayan Necati Efendi gerçeği araştırır ve bunun Behçet Bey’in bir oyunu olduğunu anlayıp onu dava eder, Ferdane Hanım’a sahip çıkar. Neticede Behçet Bey yargılanıp yaptığı yasak işin cezasını bulur.
“Hatta Behçet Beyefendi , biçare Ferdane’yi balette kıyafetinde teşhire dahi kanaat edemeyerek daha şeni bir resmi dahi hazırlamıştı ki yanında bir de er bulunduğundan bu resmin ne kadar şeni bir şey olduğunu tariften kalemler dahi haya eder. Edevat ve evrak-ı mezkure takımıyla Adliye Nezaretine kaldırıldı.
Behçet dahi zabıta tarafından derhal taht-ı tevkife alındı.” 40
Ahmet Midhat Efendi’nin Esrâr-ı Cinâyât romanında da karşımıza suç unsuru olacak birçok olay çıkmaktadır. Romanda olayların başlangıcı olarak Öreke Taşı cinayetinde bir kız, iki erkeğin öldürülmesi ve Halil Suri’nin intihar zannedilen ölümü karşımıza çıkar. Osman Sabri Efendi bu iki cinayeti birleştirir. Peri adındaki öldürülen kızın Hediye Hanım’ın konağında, konağın kızı gibi yetiştirilmiş bir cariye olduğu anlatılır. Osman Sabri , yaptığı araştırmalarda Halil Suri’nin de Hediye Hanım’la münasebeti olduğunu öğrenir ve Hediye Hanım’la bağlantı kurmaya çalışır. Bunun için de yağlıkçı esnafı Hacı Sadullah Efendi’den Hediye Hanım’ın konağına götürülmek üzere emanet elmas alır. Bohçacı Ziynet kadın kılığına giren Hafiye Necmi, bu elmasları Hediye Hanım’ın konağına götürür, Hediye Hanım bunları bakmak için alır ve bir daha geri vermez. Aradan geçen zaman üzerine ; Hacı Sadullah Efendi, Osman Sabri Efendi’den altınları istemeye gelir, Osman Sabri durumu Hacı Sadullah Efendi’ye anlatır ve ona Beyoğlu Mutasarrıflığı’na gitmeyi teklif eder . Beyoğlu Mutasarrıfı da Osman Sabri’yi tutuklar. Daha sonra bir gazetede Hediye Hanım’ın önceki yıllarda elmas hırsızlığı ile ilgili oynadığı oyun anlatılır. Zamanla Hediye Hanım’ın suçlu olduğu anlaşılır. Fakat tek suçlu o değildir. Beyoğlu Mutasarrıfı ve Halil Suri adındaki arkadaşları da suç ortaklarıdır. Mecdeddin Paşa, Hediye Hanım’a aşık olduğu için Hediye Hanım’ın kendisine bildirdiği konularda ona yardım eder ve kanunları görmezden gelir. Halil Suri her türlü suçluyu, katili, hırsızı, ahlaksızı kurtarıp kendi menfaatlerine çalıştıran, kaçakçılık yapan, yasa dışı işlerle uğraşan ahlaksız biridir. Olayların iç yüzü ortaya çıktığı vakit Beyoğlu Mutasarrıfı Mecdeddin Paşa kaçar.
“Herif epeyce sarhoş görünüyordu. Halil Suri diyordu ki:
- Seni Mecdeddin Paşa sayesinde prangadan kurtarmak müyesser olduğu halde, senden istediğimiz işi gördükten sonra dahi seni saklamak veyahut istediğin bir memlekete aşırmak bizim için muhal mı olur? Ama farz edelim ki kaçıp da buraya kadar gelmeksizin yakayı ele verdin. Mecdeddin Paşa sağ olsun! Sair dostlarımız sağ olsunlar! Yine kurtarırız.
Halil Suri’nin bu sözünü tasdiken Hediye dahi diyordu ki:
- Mecdedin Paşa vakıa pek büyük bir adam ise de size göre büyüktür.
Yoksa şu eteğimi kaç defalar öpmüş olan bir adamdır.” 41
3.2.2. BELGELER
Tanzimat Devri romanlarında belgeler; dilekçe , resim , olayların gerçek yüzünün anlatıldığı mektuplar ve vasiyetnameler şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Ahmet Midhat Efendi’nin Esrâr-ı Cinâyât adlı romanında Öreke Taşı cinayeti ile ilgili araştırma yapan Osman Sabri Efendi, Halil Suri’nin de öldürülmesi ile; iki konunun bağlantılı olduğunu düşünmüş ve bu konuları birleştirecek ipuçlarını arayıp bulmuştur. Belge olarak kullanacağı bu ipuçları şunlardır : öldürülen kız Peri’nin resmi, Hediye Hanım’ın mektupları, Halil Suri’ye Bükreş postası ile gönderilen Fransızca mektup, Halil Suri’ye Marsilya postasıyla gelen mektup, Mil Lüks mağazasından alınmış elbisenin faturası. Bunların yanı sıra olayların iç yüzünün aydınlanması için Osman Sabri Efendi’nin devlet dairelerine yazmış olduğu dilekçeler de birer belge olarak kabul edilebilir. Ayrıca önceleri Hediye Hanım ile işbirliği içinde bulunan Hezarfen Mustafa’nın olayların iç yüzünü anlatmak için gazeteye gönderdiği mektuplar da belge niteliğinde karşımıza çıkar.
“Bizim müstantik-i meşhur Osman Sabri Efendi gazetelerde bu fıkrayı görünce birisi makam-ı sadarete, diğeri Zaptiye Müşiriyetine ve üçüncüsü dahi her ne kadar bu meselede nevumma müddeialeyh sayılacak ise de işin resmiyetten çıkarılmaması için Beyoğlu mutasarrıflığına hitaben müttehidü'lmeal ve'l-lafz bir layiha kaleme aldı. Bu layihada Hediye Hanım hakkında icra-yı tahkikata lüzum görmesi ne gibi ahvalden dolayı ne derecelerde muktezi ve mühim olduğu, Hezarfen ve nam-ı digerle Kalpazan Mustafa'nın ... gazetesine derç edilen mektuplarından istidlal olunabileceğini arz ile dedi ki:” 42
Ahmet Midhat Efendi’nin Demir Bey yahut İnkişâf-ı Esrâr adlı eserinin kahramanlarından Demir Bey, Fransa Ordusu’nda görev yaptığı dönemlere ait hayatını karısından saklamaktadır. Demir Bey’in karhane tabir eylediği iş odası da kilitlidir. Onunla alakalı şüphelere kapılan karısı, Demir Bey’in hastalandığı bir vakit onun çalışma odasına girer ve kilitli dolabında onun geçmişine ait belgeler bulur.
“Elhasıl tedabiri ihtiyatiyyenin kaffesi nazar-ı dikkatte tutularak dolap açıldı. Feride hanım Fransız zabıtan-ı askerisine mahsus olan köhne üniformaları, şapkaları, filanları ortaya sererek nihayet bir eline nişanlar mahfazalarının mahfuz olduğu torbayı ve diğer elin kağıtları, resimleri, filanları havi olan paketleri alarak dedi ki:
-İşte oğlum! Pederin hakkındaki zanlarımı hakayık-ı mahza olmak üzere bana hükmettiren şeyler bunlardır! Ah, meğer yirmibeş yıldır bir Fransız ile yaşamışım. Meğer sen bir Fransız sulbünden inmişsin.”43
Ahmet Midhat Efendi’nin Müşahedat adlı romanında, Beyoğlu’nda yaşayan Agavni ile alakalı vasiyetname niteliğinde belgelerden bahsedilmektedir. Agavni’nin babası Antuvan Koloria, kızının sorumluluğunu ve ona ait mirası İtalya Kançılaryasına bırakmıştır. İtalya Kançılaryası da Agavni’nin bu vasiyete uygun yaşaması için çalışmış, onun sorumluluğunu üstlenmiştir. Agavni reşit olduktan sonra babasının İtalya Kançılaryasına bıraktığı vasiyetle kendisine ait mirası alır. Agavni öldüğü vakit de İtalya Kançılaryası kendi milletlerine mensup olan Agavni’nin yaşadığı yerdeki mücevherat, para ve eşyalarına sahip çıkmak ister; fakat Agavni yazdığı vasiyetnamede bütün servetini babasız çocukların eğitimi için bağışladığını açıklar. Yine bu romanda Siranuş’un babası Ali Osman Topuz Bey’in, Ermeni Patrikhanesine Siranuş için bıraktığı zarf ve bu zarfın içerisinde vasiyetname niteliğinde bir mektup ve bir resim belge olarak dikkati çeker.
“En üstünde de el yazısıyla yazılmış bir kağıt. Bir vasiyetname. Hatta Ermeni Katolik patrikhanesi tarafından da musaddak. Bu vasiyetname mucibince Ağavni nesi var nesi yok ise cümlesini Ermeni Katoliklerinin babaları belli olmayan bikes kızlarını terbiyeye vakf vebahş etmiş. Oh .... Artık kançılarya memurundaki suratı seyretmeliydi.”44
|