KAHVE, EĞLENCE VE GÖSTERİ SANATLARI
(Kaynak: www.tiyatroonline.com / Özlem Turan Belkıs)
Kahveler Kitabı Ve Salah Birsel
Eski İstanbul'un sanat çevreleri ve sosyal yaşamı ile ilgili pek çok araştırma yapılmıştır. Bazıları olay, mekan ve kişilere öykücü bir anlayışla yaklaşır. Şiir ve denemeleriyle ünlenen Salah Birsel de "Salah Bey Tarihi" olarak tanımladığı kitaplarında eski İstanbul yaşayışını yalın ve öykücü bir dille sunar. Bu tarihi oluşturan kitaplar, Kahveler Kitabı (1976), Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu (1976), Boğaziçi Şıngır Mıngır (1979), Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi (1982) ile İstanbul-Paris(1984)'tir. İstanbul'un farklı kültürleri barındıran renkli yapısı, doğası ve sosyal ortamı sayısız araştırmanın konusunu oluşturur. Gezgin ve araştırmacılar için bu şehir bulunmaz bir kaynak olarak nitelenir. XVI. yüzyıl ortalarından sonra şehir yaşamının canlı ve hareketli toplanma yerlerinden olan kahvehaneler de dönemlerin sosyal ve kültürel perspektifini sergilemesi bakımından ilgi çeker.
Kahvenin İstanbul'a Gelişi Ve Kahvehaneler
Salah Birsel'in aktardığına göre "kahve Türkiye'ye, İstanbul'a 1543 yılında Kanuni Sultan Süleyman çağında gemilerle getirilir". Kahvenin daha sonra Fransa'ya (1653), ardından da Viyana ve Orta Avrupa'ya girmesini Türkler sağlamışlardır. İstanbul'daki ilk kahvehaneler, XVI. yüzyıl ortalarında açılır ve hemen yayılır.
"Peçevi, o yıl İstanbul'a Halep'ten Hakim adında bir herif, Şam'dan da Şems adında bir zarif geldiğini yazar. Bunlar Tahtakale'de birer dükkan açıp "kahvefüruşluk"a başlamışlardır. Keyiflerine düşkün kimi "yaranı safa" özellikle "okur-yazar makulesi"nden nice zarifler buralarda toplanır olmuştur. Kimi kitap okur, kimi tavla oynar, kimi satranca gömülür. Kimilerinin getirdiği "nevgüfte" gazeller ise sanat üzerine konuşmalara yol açar. Dostları bir araya getirmek için "nice akçeler ve pullar" sarf edip şölen yapanlar artık burada bir iki akçe kahve parası vermekle bir araya gelirler".
Aydınların, okur yazar grubunun toplanma mekanı haline gelen kahvehaneler, kısa zamanda anlaşmazlık konusu olur. Yobazlar, halkın kahvelere akın ettiğini, camilerin boşaldığını bahane ederek buralara gidilmemesi için fetva verirler, "kahveler kötülük ocağıdır, meyhanelere gitmek oraya gitmekten iyidir" sözleri yankılanmaya başlar. İmparatorluğun zayıfladığı, devlete karşı örgütlenmelerin görüldüğü dönemlerde ise kahvehaneler, işbirlikçilerin, muhbirlerin kolayca girebildikleri ve kontrol edilebilen toplanma mekanları olması dolayısıyla tercih edilir. Bu yüzden kahvehaneler bulunmaz birer açık mekandır.
Salah Birsel'in aktardığına göre, "1592'den sonra artık her sokak başında bir kahvehane vardır. Kışsahanlar, çengiler de bu kahvelerde hüner gösterirler". Kahveler, artık çeşitli gösterilere sahne olan, hünerlerin sergilendiği, dönemin sanatsal ve politik yaşamının tartışıldığı mekanlar haline gelir. Öyle ki kahvehanelere methiyeler dizilir, gölge oyunu ve çeşitli gösterilerin tadına buralarda varıldığı belirtilir: "Başka olur Hacivat'a başka lezzet verir Sonunda kamer hanım'ın eliyle uzatılan kahve".
Sayıları hızla artan kahveler ve kıraathaneler, aydınların önemli buluşma yerlerinden biri olur. Yazarların buralarda geçirdikleri saatler o kadar uzar ki kahveler, günün hemen tamamında açık olan bir uğrak yeri haline gelir. Dönemin önemli yazarları belki "yataklarını alıp kahveye taşınmamıştır, ama her gün kahvede üç, beş, on saatlerini geçirmeden edememişlerdir".
IV. Murat'ın 1633'de kahveleri kapatma kararını verdiğinde artık kahvehaneler şehrin önemli birimlerinden biri olmuştur. Pek çok kültürde benzer toplanma ve "kahve içme" dükkanları vardır ama herhalde Türk kahvehanelerinin çeşitli ve farklı yapısı derhal kendini gösterir. Tabii hemen akla gelen Paris kahveleri ile karşılaştırılınca, Türk kahveleri daha sıcak ve insancıl özellikler taşır. Zamanın Osmanlı toplum ve kültür yapısından kaynaklanan ve azınlıklar arasında fark gözetmeyen yönetim geleneğinin ayakta olduğu dönemlerde Türk kahvehaneleri için söylenen şu sözler, atmosferi daha iyi açımlamaktadır:
"XIX. yüzyılda, İstanbul'da, kahve yirmi paraya içilir. Kırk para verenler çokça bir saygı görür. Ama bu saygı kimseden esirgenmez. Denebilir ki, Türkler kadar insansever, Türkler kadar demokrat ruhlu insan azdır şu yeryüzünde. Theophile Gautier yırtık pırtık giysili serserilerin kahvelere şıkırdım giyinişli kişilerin yanına gelip peykelere kurulduğunu görünce çok şaşırmıştır. Hele kendi altın işlemeli kollarını yanındakinin yağlı kolundan kaçırmayan insanların tutumu onu iyiden iyiye büyülemiştir. Gautier, Türklerin yabancılara gösterdiği saygı üzerinde durur. Ona göre, Paris'teki cakası bol kahvelerden birine gidecek olan bir Türk orada alaylı taşlamalar, kaba davranışlarla karşılanır. Oysa Türk kahvelerinde yabancılara terbiye dışı hiçbir davranışta bulunulmaz".
Anlaşılan o ki 1500'lü yıllarda açılmaya başlayan ve aynı yüzyılın sonralarında hemen her sokak başına kadar yayılan kahvehaneler, İstanbul'un renkli mozaiği içinde önemli bir yer tutmuştur. Azınlıkların, yabancıların, hatta her sınıfın biraraya geldiği mekanlar olarak önemli bir toplumsal işlevi de üstlenen kahvehanelerin, bugünkü politikacıların da hedef bölgeleri olma nedenini anlamak hiç de zor değil. Her kesimden ve her gruptan insanı yanyana getiren kahvelerin bugünkü konumu değişmiş midir bilinmez ama, herhalde hala en rahat, en sıcak mekanlardan biridir.
Kahvehaneler, Meyhaneler Ve Eğlence
Aydınların gelip gittikleri kahvelerin dışında belirli yaş ve meslek gruplarına özel kahvehaneler de vardır. "Çoğunlukla yaşlıların, gençlerin, tulumbacıların, tiryakilerin ve esrarkeşlerin kahveleri ayrıdır". Muhtemelen bunların eğlence araç ve şekilleri, kahvelerin açık veya kalabalık olduğu saatler de farklıdır. Türk kahvesinin kokusu ve lezzetinin ünü yayılınca, İstanbul'a gelen yabancıların da uğrak yeri olmuştur kahvehaneler. Tabii sadece kahvenin lezzeti değil, Türk eğlenceleri de çekmiştir yabancıları. Doğal olarak kahvelerde düzenlenen eğlencelerin düzeyleri de semte ve kahve halkına göre değişir. Sözgelimi,
"Macar Türkologlarından Dr. Ignas Kunoş 1880 yılında Türk dili üzerinde incelemeler yapmak üzere İstanbul'a geldiğinde bir gün bir kayığa atlayıp burada da boy göstermiştir. Ne ki, kahvenin kalabalığı, incesaz takımı, rumyozların pepelemeleri, Ermeni hanendelerin yanlış söyleyişleri onu hiç açmamış ve "Gel Şehzadebaşı'ndaki sessiz kahveler, Direklerarası'ndaki kıraathaneler! Benim hoşuma giden dinginlik ancak sizde var!" diyerek kendini sahneden atmıştır".
Yavaş yavaş günün çeşitli saatlerinde toplanılan bu mekanlar, aynı zamanda birer eğlence yeri haline gelir. Örneğin son yüzyılın önemli kahvelerinden biri olan Eyüp İskele Gazinosu, gündüz kahve, gece gazino olarak işletilir ve ramazan geceleri karagöz oynatılır. Eğlence kavramının girmesiyle kadınların da kahvelerde yer aldığı anlatılır, Ermeni ve Rum kadınlar ünlenir. Çeşitli söylentilerin, aşkların, gösterilerin ve zaman zaman da türlü rezaletlerin yaşandığı kahveler, artık günlük yaşamın bir parçası durumundadır. Kahveler, tiyatrolar, eğlence ve sevi evleri ile şık genelevler sokak başlarını tutmuş, İstanbul daha bir renklenmiştir.
Salah Birsel'in Galata'daki Moskof Çalgısı hakkında aktardıkları hayli ilgi çekici, aynı zamanda tiyatro yaşamı hakkında fikir vermesi bakımından da oldukça önemlidir:
"Aya Nikola Kilisesi hizasında ise Moskof Çalgısı vardır. Burada en çok çay içilir. Kokona, mokona diye bir şey de yoktur. Birinci Dünya Savaşı günlerinde Yorgi ile Argiri burada pandomima oynatmışlardır. Moskof Çalgısı'nın yanında Amerikan Tiyatrosu, biraz ötede ise Avrupa Tiyatrosu yer alır ki Ahmet Rasim gençliğinde cumaları ve pazarları buradan dışarı çıkmaz. Amerikan Tiyatrosu'nda Küçük Amelya sahnede görünüp de yıllardan beri düzelmek bilmeyen dili, kekremsi sesi ve güfteye uygun gemici miçosu kılığıyla
Haydi tayfalar
Gemi yalpalar
İçelim şarap
Olalım harap
Lariç çum terellelli hayhahay!
diye sarhoş taklidi yıkılmalarla okudu mu büyük bir fori kopar. Fori, alabildiğine el çırpmak, alabildiğine tepinmektir. Fesini çıkaran, baston ya da şemsiye vuran, şapkasını sahneye atan, ıslık çalan, "Bis bis!" haykırışlarıyla mendil sallayan, iskemle üzerine fırlayarak horoz gibi çırpınıp öten, dahası kişneyen, anıran, işaret parmağını ağzına takıp haralop yapan yüzlerce kişinin yalvarıp yakarmaları karşısında Ahmet Rasim de Küçük Amelya ile ilgilenmek gereğini duyar. Ama o daha çok Avrupa Tiyatrosu'ndaki Peruz'u beğenir. Peruz da kantosunu bitirdi mi localardan, sandalyelerden çiçekler, buketler, fiyongalı mektuplar atılır. Şangırtı, hüngürtü, patırtıdan bina yıkılacak hale gelir".
Anlaşılan o ki, Birinci Dünya Savaşıyıllarında sözü edilen eğlence yerlerindeki seyir geleneği, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde oluşturulmaya çalışılan seyir adabından büsbütün farklıdır. Kahvehane kültürünün bizatihi olarak içerdiği yeme içme sürekliliği ile girip çıkma serbestliği bu rahatlığı ve eğlencedeki özgürlüğü, alabildiğine coşkuyu getirir.
Kahvehanelerin geceleri meyhane haline dönüşenleri ise yazarların, kalem adamları ile sanatçıların, tiyatrocuların ve meddahların uğrak yeri olmuştur. Meyhaneleri kahvehanelerinden çok olan Galata'da ün yapmış Sakallı Kosti'nin Kahvesi veya diğer adıyla Sakallı Kosti'nin Meyhanesi de Ahmet Rasim, Borazan Tevfik, Meddah Muhsin, Enderunlu Ayı Raşit gibi isimlerin sıkça buluştuğu yerlerdendir. Kaldı ki Çiçekçi Kahvesi gibi edebiyat kahvelerinin de dönemin ünlü isimlerinin dinlenme ve buluşma yeri olduğu sık sık yinelenir.
Geceleri ve ramazan aylarında hareketlenen, çalgılı şarkılı gösterilere sahne olan kahvelerden de hararetle söz edilir. Hatta "bu kahvelerin kiminde geceleri kadar, gündüzleri de saz çalınır". Sözgelimi, aslında bir tulumbacı kahvesi olan Kebir Kahve (Hurşit Kahvesi) de ramazanlarda çalgılı kahve haline gelen kahvelerin en ünlülerinden biridir. 1837'de Türkiye'ye gelen Helmuth Moltke, Ramazan ayında çalgılı bir kahvede ut çalan Ermeni çalgıcılarla Rum köçeklere rastlamıştır. Salah Birsel'in Galata kahveleri ile ilgili aktardıkları arasında Flaubert'in Osmanlı kahveleri ile ilgili anıları ve köçeklere ilişkin şu sözleri de ilgi çekicidir:
"Galata ve Tophane'deki kahveler yabancıları da çok çeker. Flaubert de Galata'daki kahvelerden birinde üç Rum köçek görmüştür. Yunanlı giysileri giymiş olan bu köçekler budala görünüşlüdür. İsteksiz kıvırıp dururlar. Yalnız içlerinden biri oldukça kıvraktır. Flaubert bu köçeğin yandan sarkan siyah saçlarını XIV. Louis'nin perukasına benzetir".
İlginçtir ki hemen her tiyatro binası karşısında ya da yakınında bir kahvehane, bir meyhane vardır. Salah Birsel'in aktardığına göre bunlardan en çok sözü edilenler, Gedikpaşa Tiyatrosu'nun girişinde bulunan kıraathane, Şark Tiyatrosu bitişiğindeki Çaycı Hacı Mustafa'nın Çayevi, Şark Tiyatrosu'nun yakınında, Turan Tiyatrosu'nun karşısındaki Ali Baba'nın Çayevi, Turan Tiyatrosu'na yakın Şule Kıraathanesi ve Yavrunun Çayhanesi ile Ferah Tiyatrosu'nun karşısındaki Mehmet Efendi Kıraathanesi'dir. Muhtemelen tiyatro sanatçıları ve çalışanları prova aralarında veya bitiminde buralarda buluşurlar. Belki de İzmir Elhamra binasının arkasındaki küçük pasajda bugün de kalabalığını koruyan kahvehane, böyle bir geleneğin uzantısıdır.
Ve Direklerarası
Salah Birsel, gündüzleri şık erkek ve hanımların gezinti yeri sayılabilecek Direklerarası'nda çok sayıda çaycı ve kahvehane olduğunu aktarır. Burada her meslekten ve her kılıktan insan vardır.
"Direklerarası, Kalenderhane Camii önünde başlar. Şehzadebaşı Caddesi'nin Onaltımartşehitleri Caddesi'yle Dedeefendi Caddesi'nin kavşak noktaları arasında kalan parçadır burası.(...) Buraya Direklerarası denilmesinin nedeni de yolun iki yanında taş direklere dayanan kemerler bulunmasıdır. Direklerin arası altı metre var, yoktur. Halk, bu kemerlerin altından geçer. Direkler, Meşrutiyet'in ilanına değin vardır. Meşrutiyet'ten hemen sonra Şehzadebaşı Caddesi genişletilmek istenince kemerler, direkler yıkılmış caddeye de tramvay hattı döşenmiştir".
Ramazan'da iftardan önce kalabalığı artan Direklerarası, iftar vaktinde biraz tenhalaşır. Halk oruç bozmak üzere "evlerine dağılacak, iftardan sonra da daha önce peylenilen tiyatro, karagöz ya da başka bir eğlenceye koşulacaktır". Şehzadebaşı'nda ramazan dolayısıyla lokantaya dönüştürülen bazı kahvelerde acele ile iftar yemeği yiyenler, gösterilerde önlerden yer kapmak için ilk koşuşacak olanlardır. "İftardan sonra tiyatro, kukla ya da fonograf'a gitmek istemeyenler kahvelerdeki köşelerini kaptırmamak için bastonlarını yakaladıkları gibi soluğu oralarda alırlar". Direklerarası'nda bir koşuşturma ile gecen ramazan akşamları, iftardan sahura renkli eğlenceler ve gösterilerle sürerken, kahvehanelerin hararetli atmosferi de bu canlılığa katılır.
"Baharda ve yazın kahveciler kahvenin önüne, iki direk (sütun) arasına iskemleler dizer. Kahveye de orada bırakılan açıklıktan girilir. Ramazanlarda kahvenin ışıkları çoğaltılır ve kahvenin önünde oturanlar Halit Fahri'ye göre bir tiyatronun alt locasına kurulmuş izlenimini verirler. Bunlar eğlencelerin başlama saatlerine değin hiç durmadan önlerinden geçenleri seyrederler".
Gösterinin hemen her türü ile içiçe olan kahveler, ramazanlarda, özellikle Direklerarası'nda bir panayır yerini andırır. Öyle ki "buradaki kahvelerin önünden geçerken, günün herhangi bir saatinde içerden bir ut sesinin yükseldiği de işitilir. Bunu ya kahvecinin kendisi ya da müşterilerden biri tıngıdatır. Ama kahvenin duvarında her vakit çalgıcısını bekleyen bir ut asılı durur. (...) Kimilerinde küçük bir masa üzerinde bir de keman kutusu".
1884'lerde iftardan sonra Vezneciler'de Komiki Şehir Abdi (Abdürrezzak), Balıkçı Abdi adlı bir oyunu oynamaktadır. O yıllarda tiyatrosuna Gülünçhane adını veren Abdi, 1883'te arkadaşları Nurettin, Sıvacıyan, Salip, Mukbil, Baba Mustafa Osep ile zaman zaman Osmanlı Tiyatrosu sahnesinde de rol almıştır. Ahmet Rasim'e göre, Abdi, Kel Hasan'dan daha üstün bir komiktir, üstelik kendisi de bunun farkındadır. Ahmet Rasim ile Abdi'nin dostluğu, bir ara Ahmet Rasim'in onun hakkında yazdığı eleştiriyle bozulur gibi olsa da daha sonra yazdığı bir methiye ile eski samimiyetine kavuşur. Abdi'nin kıvrak zekası ve renkli kişiliği hayranlık yaratmıştır.
1884 ramazanında Küçük İsmail ile Hamdi Efendi, Temaşahane-i Osmani adlı topluluğu kurup Şehzadebaşı'nda Ayyar Hamza'yı oynamışlardır. Ahmet Rasim'in de sık sık bu oyunu izlemeye gittiğini belirten Salah Birsel, Galata'daki Avrupa Tiyatrosu'nda ünlenen Peruz Hanım'ın da burada sahne aldığını ekler. Peruz, hakkında çıkan dedikodulara kulak asmadan, hayranlarının karşısında çıkıp tangosunu okur ve "bıldırcın" lakabına yaraşır biçimde etrafa gülücükler dağıtır. Pekçok kalbe girmiş, yuva dağıtmış, çok kişiyi katil etmiştir. Peruz için söylenenler, bir yandan onun yakıcı güzelliğine ışık tutar, diğer yandan dönemin eğlence hayatını açımlar:
"Çok kimsenin katili olmuş, çok gencin canını yakmış bir kahpedir derlerse de Ahmet Rasim buna kulak asmaz. Ne var, bir gün Avrupa Tiyatrosu'nda iken Galatalı hacamatçılardan Balıkçı Petri'nin onun uğrunda bir adamı doğradığını kendi gözleriyle görünce ayakları suya erer. Ama Peruz Hanım kendisine çamur atanlara kulak asmadan, bu akşam yine sahneye çıkacak ve fıkırdağının en güzeliyle bize niçin "Bıldırcın" diye anıldığını çaktırmak üzere rast makamındaki kantosunu okuyacaktır"
Tabii Direklerarası'nda ve dönemin tiyatroları ile oyuncuları içinde çokça sözü edilen sadece Peruz Hanım değildir. Arif Efendi'nin Lubiyat-ı Osmani, Sezai'nin Tabessümhane-i Osmani, Mınakyan'ın Osmanlı Dram Kumpanyası, Ali Rıza Efendi'nin Meserrethane-i Osmani adlı tiyatroları da Direklerarası'nda sözü edilen ve bol seyirci bulan oyunlar oynamışlardır. Salah Birsel, bunlar arasında en çok izlenenlerin -dolayısıyla da yaşamlarını en uzun sürdürenlerin- Mınakyan, Abdi ve Kel Hasan Efendi olduğunu vurgular. Ünlü oyuncu Abdi üzerine söylenenler arasında Ahmet Rasim'in görüşü ilgi çekicidir.
"Ahmet Rasim'e göre tuhaflıkta "Udhuku Perdazı Şehir (ünlü komik) Abdi'nin üstüne yoktur. Abdi sadece tuhaf değil, tuhafların da Abdi'sidir. Hele saraka etmek yolunda gösterdiği raconlar öyle taklit edilecek türden değildir. Bunu Abdi'nin kendisi de bildiği ve kendisini Kel Hasan'dan üstün tuttuğu için bir ozana şu ikiliği söyletmek kurnazlığını da göstermiştir: Hasan'ın pek güzel değil oyunu, Abdi'nindir ben onu neyleyim?". Sahneye çıkarken kullandığı isimler ve kılık kıyafeti anlatan şu bilgiler ise bu zeki ve üstün komedi ustasını gözümüzde canlandırmaya yardımcı oluyor:
"Abdi'nin bir adı Memiş, bir adı Gamsız, bir adı İbiş, bir adı Baba, bir adı Maçula, bir adı Kelebek'tir. Sahneye çıkarken başına uzun kalıpsız bir fes, sırtına bir ceket, bir pardesü bozması geçirir. Kimi zaman da kolları kopuk, haydari kırması bir sako giyer. Belinde şal kuşak, bacağında sıkma dizlik, yarım şalvara benzer paçası bol, üst tarafı dar bir pantalon, ayağında da potin ya da yarım kundura vardır".
Ahmet Rasim'in ifadesiyle Abdi'nin nitelikleri şöyle sıralanır:
"Şehir uşağı, oldukça kurnaz, ustra gibi kayış tutar, dilbaz, şakrak olduğundan başka yüzündeki güldürücü garipliği ta göbeğine değin indirmiş, endamı iri, beyni soytarı, gözleri kapkara, kellesi Kudret'ten traşlı, oldukça mahalle terbiyesi görmüş, zuhuri artığı, ortaoyunu kırıntısı, kendi tuhaflığına kendi güler, ama oldukça dilber, çınar irisi, yarma, baldudak, kestane suyunda haşlanmış istakoz enseli, eski hovarda, olan bitenri çakar, hoşmeşrep, vakte, zamana göre öykü düşünür, fıkra söyler, cinas ve mazmuna can atar".
Ahmet Rasim ile Abdi'nin dostlukları üzerine pekçok spekülasyon üretilmiştir. Bunlardan biri, iki ünlü isim arasında başlayan dostluğun, Ahmet Rasim'in Malumat gazetesine yazdığı bir eleştiri ile bozulduğudur. Salah Birsel'e göre bu bozgundan sonra Rasim, dostu ile arasını düzeltmek için Abdi üzerine methiye dolu bir gazel yazmak zorunda kalır. Dönemin sanatı ve kalem adamları arasındaki ilişkinin ilginç bir boyutu, daha çok bu kimliklerin unutulmadığı, dostlukların bu kimliklerin getirdiği niteliklerin kullanımıyla sürdüğü üzerinedir, denebilir.
Dönem sanatçılarıyla ilgili kimi çıkarımlarda bulunmadan önce ünlü komiklerden Kel Hasan Efendi üzerine de bir kaç ayrıntıya ve aktarıma değinmek gerekiyor. Kel Hasan Efendi'nin Hayalhane-i Osmani adlı tiyatrosu üzerine söylenenler, doğal olarak, aynı zamanda dönemin tiyatro yaşantısı hakkında da canlı görüntüler içermektedir:
"Kel Hasan Efendi'nin Hayalhane-i Osmani adlı tiyatrosunun önündeki akortsuz bir mızıka, geceyi beklemeden İzmir ve Cezayir marşlarını ya da valse benzer bir şeyler çalar. Kapının önünde, yaz kış sırtından kürklü paltosunu çıkarmayan Otello Kamil oturur".
Kel Hasan'ın kıvrak zekasına ve yeteneğine duyulan güven ve hayranlık o derece fazladır ki, oyun metinlerindeki "İbiş gelir, o işini bilir" sözü kolayca sansürden geçer. İbiş'in (Kel Hasan'ın) sahnede neler söyleyeceğinin bilinmemesi, metnin sansüre takılması için yeterli değildir. "Sansürcünün Hasan Efendi'ye güveni tam olduğu gibi, tuluata da düşkünlüğü vardır".
Görülüyor ki dönemin sanatı ve sanatçıları ile sansürcüler arasındaki ilişki, günümüze oranla daha farklı bir yapı sergilemektedir. Bunun bir nedeninin, sanatçıların ve sansür görevlilerinin kahvelerde biraraya gelmeleri, karşılaşmaları olduğu söylenebilir. Kaldı ki sansürcünün sanata duyduğu eğilim ile yeteneğe saygı ve hayranlığı da belirli bir hoşgörüyü doğurmuştur.
Sanatçılarla halk arasında bir çeşit yakınlaşma mekanları olan kahveler, sanat ve icracıları ile izleyicileri arasında somut bir ilişki kurmuş, bugünkü uzaklıktan çok öte olarak bu iki cepheyi neredeyse aynı tarafa kaydırmıştır. Tabii halk gösterilerinin yapısal özelliğinden gelen bir yakınlık da söz konusudur. Fakat seyirlik geleneği, bugünkü gibi, bir anlamda müzedeki resimlerin izleyicisi ile ressam ve resmi arasındaki ilişkiye benzer biçimde değildir. Sanatçılar kahvelerde, tiyatoların kapılarında kendilerini izleyenlerle daha yakın bir ilişki içindedirler (Salah Birsel, Kel Hasan ile Otello Kamil'in Mersin Efendi'nin Kıraathanesi'ne hemen hemen her akşam oyun saatinden önce geldiklerini aktarır). O dönemde ressam, resmini kahvenin bir köşesinde yapmakta, arada kahveye gelenlerle sohbet etmekte, resme devam ederken izlenmekte ve resmi bitirdikten sonra da yine sanatı izleyici olarak üreten topluluğun içine karışmaktadır. Herhalde kahvelerin, sanat, sanat izleyicileri ve sanatçılar arasındaki bu bağı kurmada üstlendiği rol çok önemlidir.
Kel Hasan'ın ünü öylesine yaygındır ve Horozlu Düğün, Bir Kadının İntikamı, Rüyada Taaşşuk, Kırmızı Kedi Meyhanesi, Gözlemeci ve Aşıklar adlı oyunları öylesine tutulur ki, Kadıköy yakasındaki konakların geceleri boşaldığı, tenhalaştığı belirtilir. Kel Hasan'ın seyircisi ile olan içli dışlılığı da bu beğeninin ve hayranlığın bir nedeni sayılabilir. "Kalburüstü paşalardan birinin kayınvalidesi, hanımı, baldızı buyur etti mi hemen bilet gişesinden fırlayıp koltuğuna girer, onu locasına götürür. Karşılarındaki iskemleye ilişip, kalıp cigarası sunarak daha oracıkta komikliğini gösterir". Kel Hasan için oyunun ne zaman ve nerede başladığı bilinmez. Her an oyuna, oynamaya, komikliğe hazırdır.
XIX. yüzyıl sonları ve XX. yüzyıl başlarında İstanbul'da boy gösteren tiyatroların duvarlarında kimi ilanlara da rastlanır. "Bu ilanlarda tiyatronun kimin yönetiminde olduğu, öteki yazılardaki harflerden daha irileriyle yazılır. Bu yazıların boyası da değişiktir. Yazıların aralarını, Peruz, Şamram, Amelya ya da başka kantocu kızların resimleri süsler. Kapıların önünde çığırtkanlar da ellerinde çıngıraklar, ilanlarda, kartelalarda yazılı bilgiyi halka duyurmak için sesleri çıktığınca bağırırlar. Bunların ve çıngırağın sesi kimi zaman davulla zurnanın sesini de bastırır". Bu duyurular, günümüzün ışıklı panoları, gazete ve duvar ilanları gibi binlerce kişiye ulaşamaz belki ama, daha canlı ve heyecan verici olduğu da düşünülebilir. Sigara içilmesine izin veren bu tiyatrolardan [Salah Birsel'in aktardığına göre, Ahmet Rasim'in de belirttiği gibi Abdi'nin de sigara tiryakisi olmasının bu uygulamada etkisi vardır] başka Direklerarası'nda ortaoyunu gösterileri de hayli ilgi görmüştür. Ayrıca "1901 yıllarında Komik Şevki Efendi'nin Eğlence-i Osmani'si de Vezneciler'deki Letafet Apartmanı'nın karşısına düşen Rum şekercinin sırasındaki bir binada oynar" ve büyük ilgi görür.
Tabii Direklerarası'ndaki ortaoyunları içinde, Kavuklu Hamdi'nin Zuhuri Kolu'nun Camcı Ali Camii'ne bitişik arsada oynadığı oyunlar da kalabalık bir güruh tarafından izlenmiştir. Ayrıca, yine S. Birsel'in aktardığına göre, "Meşrutiyet'in ilanından birkaç yıl önce de aynı arsada bir çadırda, ilk sinema gösterimi yapılmıştır. Elektrik olmadığı, lüks lambaların söndürülüp yeniden yakılması da çok zaman aldığı için, lamba, siyah astar döşenmiş bir küfeye konulup çıkarılır". Bu arsada aynı zamanda pehlivan güreşlerinin de yapıldığını, at cambazları, hokkabazlar, palyaçoların hüner gösterdiklerini de hatırlamak gerekiyor.
Döneme ışık tutan tüm bu bilgi ve anlatıların içinde, usta-çırak ilişkisinin tüm içtenliği ile ortaya konduğu bölüm, herhalde epey burukluk taşıyan şu satırlardadır:
"Naşit, Abdi Efendi'nin Fevziye Kıraathanesi temsillerinde kantolardan önce birer perdelik oyunlar oynuyordu. Bir akşam perde alkışlar arasında kapanıp Naşit kulise dönünce Abdi Efendi yanına yaklaşmış ve: "Naşit Molla, bu akşam çok iyi oynadın. Seninle övünüyorum" demişti. Abdi Efendi bunları söylerken, bir yandan da belindeki kuşağı çözmüş, başından fesini çıkarmıştı. Naşit şaşkın şaşkın bakıyordu. Hiçbir şey anlamamıştı. Abdi Efendi kuşağını Naşit'in beline dolamış ve fesini Naşit'in başına koymuş, sırtını da sıvazlamıştı. İyice yaşlanmış olan Abdi Efendi "Komik-i Şehir"liği ona bırakıyordu. Kantolardan sonra oynanan oyunun birinci komiğine de o gece onu çıkarttı. Sahnede Abdi Efendi yerine Naşit'i gören seyirciler, önce yadırgar gibi olmuşlar, ama az sonra keyifle makaraları koyuvermişlerdi. Oyun bitince Abdi Efendi "Ağlattın beni, Naşit Molla!" demişti. "Seni seyrederken gençliğimi hatırladım. Ben de ilk gece senin kadar heyecanlıydım. Senin kadar çevik ve kabına sığmayan bir gençtim. Şimdi artım göçe hazırlanmalı. Bizden geçti bu işler, mollam!".
Karagöz denilince, herhalde akla gelen ilk sözcüklerden biri kahvehanedir. İstanbul'da belirli zamanlarda veya sürekli Karagöz oynatan kahvelerin sayısının hiç de az olmadığı biliniyor. Davutpaşa'da, Davutpaşa Camii Sokağı'nın karşısında cadde üzerinde bulunan Davutpaşa Bahçeli Kahvesi, yaz kış Karagöz oynatılan kahveler arasında sayılabilir. Ramazanlarda Karagöz oynatılan kahvelerden biri de Katip Salih Efendi'nin perde kurduğu Fevziye Kıraathanesi'dir. Karagöz oynatılacağı geceler, kıraathanenin kapısına Karagöz ve Hacivat resimlerinin asılması, bir tür ilan görevi yapmıştır. Serafim Efendi Kıraathanesi'nde ise sabaha kadar süren eğlence ve karagöz, meddah gösterileri için kahve kırk paraya içilir. Tabii, karagöz ile birlikte anılan "hayal" ve "gölge" kavramları da Salah Birsel'in vurguladığı gibi konuyu tasavvufa yaklaştırmak ve bunları resim gibi günah sayılmaktan kurtarmaya yöneliktir. Kaldı ki isimleri sayılan ve sayılmayan hayal ustaları, hünerlerini perdeye öyle bir dökerler ki işin günah sayılabilecek bir yanı da kalmaz. Zaten bir bakıma gölge oyununun konuları gereği hicvettiği ve övdüğü noktalar da toplumsal ahlak ve değerlere ışık tutan açılardır. Artık dikkatle gözlenen, önceden bilinen konu ve öykülerin asal olay dizisi gelişiminden çok, bu gelişimin sergilenme biçimi ve gösterilen hünerdir.
Meddahların da kahvehanelerde sıkça yer aldığı, hatta buralardan çıkmadıkları da söylentiler arasındadır. Salah Birsel'in aktardığına göre, "Abdurrahman Şeref'e bakılırsa, XIX. yüzyılda yaşayan Meddah Kız Ahmet Terazicibaşı Kahvesi'nde öyküler anlatır. Keyfe düşkün olup ve kesesinde beş on kuruş bulunup da Kız Ahmet'i dinlememek o zamanın insanlarınca günah sayılır". Kahvelerde sık sık adı geçen Meddahlardan biri de Meddah Muhsin'dir. Sayılarının yüzü aşkın olduğu düşünülen meddahlar, özellikle III. Murat zamanında en canlı dönemini yaşamış, birbirinden yetenekli meddahlar boy göstermiştir. Lalin Kaba lakaplı Bursa'lı Seyit Mustafa Çelebi ile Derviş Hasan, Balaban Lal, Ömer Efendi, Kör Hasan, Nakkaş Hasan, Çokyedi Reis, Muhasip Nuri Efendi, Kız Ahmet, Piç Emin, Camcı İsmail, Mürekkepçi İzzet, Yağcı İzzet, Ayasofya Camii Başmüezzini Lüleci Mehmet, Keçecizade İzzet Molla, Sururi Efendi en çok sözü geçen meddahlar arasında sayılabilir. Salah Birsel'in halk gösteri sanatlarına tuttuğu ışık, azımsanacak gibi değil. Toplumsal yaşamda, özellikle de eğlence ve toplanma mekanları olarak kahvehanelerin konumu ve üstlendikleri işlev de kültürün önemli bir parçasıdır. Üstelik birbirinden farklı toplumsal katmanların kesiştiği yerler olarak kahvehanelerin, Türk kültür tarihinin önemli bir bölümüne kaynaklık ettiği de rahatlıkla söylenebilir. Bu bağlamda kahvehanelerin -günümüzde yoz örnekleri bolca görünse de- birer halk akademisi olduğu görüşüne katılmamak da mümkün görünmüyor.
|