Yıldırım Türker - Makale

Dün tarihin kara bir gününü andıkYILDIRIM TÜRKER

25/04/2011

Katlettiğinin üstüne yatarsan, hayatını katliamları inkâr etme üstüne inşa edersen, bir gün bir de bakarsın, katlettiğin kendin olmuşsun. İnkâr, kendini çok ağır ödeten bir insan zaafıdır. Bedeli çok ağırdır.














24 Nisan 1915. 
“Nisan en zalim aydır” dizesinin muradı bu değildi elbet. Ama tarihimizde zifiri bir lekesi var bu tarihin. 
24 Nisan 1915’te İttihat ve Terakki Hükümeti’nin emriyle İstanbul Ermeni toplumunun önde gelenleri bir bir evlerinden toplatıldı. Siyasetçi, bilim insanı, edebiyatçı, sanatçı idi çoğu. 
İttihat ve Terakki’nin 100 yıldır tepemizden eksik olmayan gölgesi, o gün başlatılan ‘çözüm’ ile iyice koyulaştı. 
Ermeni toplumunun düşünsel önderlerini yok etmek hedeflenmişti. 
Tarihe kirli Türk inkârı, yüzyılın ilk katliamı olarak geçecekti, başlatılan ‘operasyon’. Hemen sonra Anadolu karış karış temizlenecek; Ermeni nüfus, atalarının diyarından, anayurdundan süpürülüp atılacak, kesilecek, aç bırakılacak, yollarda tükenecekti. 
İttihatçı zihniyet, şimdikinden farklı değildi elbet. Yordam da artık çoktan alışmış olduğumuz yordamdı. Katliamın fazla gürültü çıkmadan gerçekleştirilebilmesi için sesini sözünü dolaşıma sokabilen Osmanlı Ermeni aydınların aradan çıkarılması gerekiyordu öncelikle. Yoksul halkı silmek, kayıttan düşürmek kolaydı ne de olsa. 
24 Nisan, Ermeni aydınlarının imhasıyla başlayan soykırımın ilk adımı işte. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, 24 Nisan bildirgesinde şöyle özetliyor o kara gün yaşananları: “... 24 Nisan yalnızca Ermeni ve Süryani soykırımının simgesi değildir. Bir ülke tarihinin yeniden ve yalanlara dayanılarak yazılmasını, bir halkın varlığının, köklü bir uygarlığın bütün tarihsel mirasıyla birlikte tüm izlerinin silinmesini de simgeleyen bir gündür. Türkiye’de kentler sır gibi saklanan bir tarihi gizler. İnsanlar hiç bilmeden birçok ‘suç mahalli’nin önünden geçer. İşte bunlardan biri de, kurtulanların ayrıntılı anılarında geçen Mehderhane, yani İbrahim Paşa Sarayı, yani bugün Sultanahmet Meydanı’ndaki ‘İslam Eserleri Müzesi’dir. Burası, 24 Nisan gecesi evlerinden alınan şair, yazar, gazeteci, doktor, eczacı, hukukçu Ermeni aydınların, Pangaltı Karakolu’nda toplandıktan sonra götürüldüğü ve Haydarpaşa’dan Anadolu’nun içlerine yola çıkarılıncaya kadar tutuldukları Merkez Cezaevi’dir.” 

Özür dilemek gerek 
Ermeni düşmanlığını ısrarla, ilköğretimden başlayarak yerleştiren, körükleyen devletimizin tebaına seslenmiştik. Sorulacak en hayati soru bellidir. 
Haydi şu ‘empati’ kurma meselesiyle pek içli dışlı olamadık. Pekiyi birazcık paranoyaya ne dersiniz? 
Hiç düşündünüz mü? Belki gerçekten de hepimiz Ermeniyiz. Hepimizin secere zincirinin bir halkasında gizlenen; Müslüman gibi, Türk gibi davranmaya zorlanmış biri olabilir. Olma ihtimali sandığınızdan çok yüksektir. 
Soy sopla hiç ilgilenmemiş, şimdilerde ‘marjinal’ denecek bir aileden geldiğim için şahsen çok geç öğrendim, sülalemdeki Arnavutları. Dedemin Alevi olduğunu. Şimdi düşündüğümde, anneannemin de Ermeni olabileceğinden şüpheleniyorum. Aynı şüpheyi oğlumun anası da kendi anneannesi için dile getirmişti. Bu, benim oğlumu yüzde kaç Ermeni yapar? 
Yoksa farkında olmadan, dünyaya durmadan küçük Ermeniler mi getiriyoruz? 
Bundan kurtulmanın yolu nedir? Kendimizi yok etmek mi? 
Düşmanlığımızdan vazgeçmeyerek, inkârımızdan sıkılmayarak, hakikati sürekli çekiştirip itiştirerek kendimizi yok etmiyor muyuz? 
Katlettiğinin üstüne yatarsan, hayatını katliamları inkâr etme üstüne inşa edersen, bir gün bir de bakarsın, katlettiğin kendin olmuşsun. İnkâr, kendini çok ağır ödeten bir insan zaafıdır. Bedeli çok ağırdır. Bir yerden mutlaka patlak verir. Suçunu inkâr eden, zamanla o suç olur. O suçtan kaçmak üstüne kurulur hayatının bütün grameri. 
Özür kampanyasının nedeni işte tam da budur. İnkâr ve suskunlukla bana kadar aktarılmış bu suç zincirini kırmak içindir. Bir suçtan kaçmayı bırakıp onunla yüzleşmeye hazır olduğumu ilan etmek içindir. 
Canan Arıtman gibiler ortalıkta rahat rahat nefret suçu işleyemesinler diyedir. 
Yalan çemberinden çıkabilmek içindir. 
Yoksa bir yandan televizyonlarda İstanbul şehrinin kültür şehri olacağı 2010 yılının pırıl pırıl mozaik resmini gösterecek; Ermeni Kirkor’undan, Çingene Fatma’sına bir gökkuşağı masalı anlatacaksın. Öte yandan gasp ettiğin vakıf malları için tazminat ödeyecek, günışığında katledilmiş Ermeni kardeşimin katillerini koruyacaksın. 

Örtbas edilen tarih 
Hem besbelli akıl fikir vereni çok köy muhtarlarınca Süryanilerin binlerce yıllık Deyrulumur Manastırı topraklarına göz dikecek, hem dünyaya yüzlerce yıldır kardeşçe yaşamanın formülünü pazarlamaya kalkacaksın. Hem laisizme inanacak hem de gayrimüslimlerin üstüne potansiyel düşman çarpısı atacaksın. 
Sonunda sadece profesyonel düşman, dünyanın tiksindiği küçük yalancı olacaksın. 
Evet, örtbas edilen tarih, yaşadığımız günü kirletiyor. Tabu olan, tabu olarak kabul gören; yaşanagelen ayrımcılıklara ve vahşete de paravan oluyor çünkü. 
Şahsen, “Madem ki Türksün, çoluk çocuk senden ürksün” tekerlemesiyle oyun dışı bırakılmak istemiyorum. Dünya anlı-şanlı-günahsız Türk olmak adına es geçilmeyecek kadar geniş, güzel ve öyle çeşitli ki oyun arkadaşları.
 
BİZİM TİYATRO
 
" Oyuncularımız var, yabancı rolleri yabancılar kadar başarılı oynayabiliyorlar. Rejisörlerimiz var, Avrupa’da gördükleri mizansenleri burada aynen uygulayıp alkış topluyorlar. Yazarlarımız var, yapıtlarını yabancı örneklere benzetebildikleri ölçüde iyi yazar sayılıyorlar.
 
Hepsi iyi hoş da, peki ama nerde Türk oynayışı, Türk sahneleyişi, Türk yazışı, Türk algılayışı? Bir kelime ile nerde Türk tiyatro üslubu? “Bizim Tiyatro” işte bunun peşinde gidecek. Bize özgü olanı araştırıp bulup önünüze sermeyi deneyecek.
 
Tiyatro, elbet insanlığın ortak malı. Tiyatro tarihi, her ulusa ortak ve zengin bir birikim sağlıyor. Ama her ulus da ona yüzyıllar boyu kendi özelliğinden katkılarda bulunmuş, bulunuyor. Tiyatro alanındaki yeni görünen yolların çoğu işte hep bu eski ve yeni yöresel katkılardan doğuyor.
 
Türk oyun tarzı, Türk oyun yazımı, Türk jesti, mimiği derken şovence bir duyguya kapıldığımız, aman sanılmasın. Biz derken de bencil bir kısıtlamadan yana, hiçbir zaman olmadığımız lütfen hatırlansın.
 
Amacımız, tekelci bir kendi içine büzülüş değil, tam tersi, dünyaya, evrene açılış. Ama kendi kişiliğimizle. Bu ortak birikime kendimize özgü bir şeyler katıp yararlı olarak. Türkiye anlamına gelen bizden, insanlık boyutundaki BİZ’e uzanmak istiyoruz.”
 
HALDUN TANER
İSTANBUL EFENDİSİ
 




																	
TARLA KUŞUYDU JULİET
 



																	
ALEMDAR (Tohum ve Toprak)
 




ALEMDAR
																	
 
Bugün 9 ziyaretçi (12 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol